Siyasi İşler Başkanlığı Haftalık Raporu – 26 Ocak 2023

İHA VE SİHA GİBİ MİLLİ KAZANIMLARIMIZA KARŞI ÇIKMAK, DEVA’YI DIŞ GÜÇLERDE ARAMAK DEMEKTİR

Saraçhane mitingi ile başlayan bir süreçte, aziz milletimizin hassas olduğu mevzulara ilişkin, beklenmedik açıklamalarda bulunan DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, son olarak milletimizin gönlünde önemli bir yere sahip olan, Kahraman Ordumuzun gücüne güç katan, terörle mücadeleyi Türkiye lehine etkinleştiren ve Azerbaycan, Libya ve Ukrayna gibi birçok coğrafyada gücünü ve etkisini ispat etmiş olan İHA ve SİHA’lara ilişkin “dokunacağız” ifadesinde bulunmuştur.

 

Aziz milletimizden gelen tepki üzerine DEVA Partisi Genel Başkanı’nın bu açıklamalarının liberal demokrat siyaset çerçevesinde algılanması gerektiği ifade edilmiş olsa da, Milli Görüş olarak bizler bu söylemlerin ardındakileri açıkça görebiliyoruz. Bu açıklamalar, milli savunma sanayiinde ülkemizde yaşanan gelişmelere karşı, yurtdışındaki rahatsızlıkların dahildeki bir dille ifade edilmesidir. Kurulduğu günden itibaren, ekonomik çözüm olarak “ucuza borçlanmayı” gösteren bu anlayışın, iktidar planlarında milli kazanımlarımızı ekonomik rantabilite bahanesi ile sekteye uğratma niyeti gün yüzüne çıkmıştır. Bu yaklaşımıyla DEVA Partisi aslında yerli ve milli üretim projelerinin tamamını tehdit etmiştir. Açıkça görülmektedir ki, bu ifadeler, iktidarı aziz milletimizden değil dış odaklardan talep eden bir anlayışın tezahürüdür.

 

İHA ve SİHA’lara karşıt görüşleriyle DEVA Partisi ile aynı zihniyette olan 6’lı masadaki bazı partiler ve masanın altındaki başka siyasi partiler ile aynı cümleleri kurarak, “milli kazanımlarımızı yok etmeye dönük vaatlerde bulunmak, Milli Savunma Sanayiine gönül vermiş, bu uğurda mücadele edenlerin motivasyonunu kırıcı söylemlerde bulunmak, iktidar olmak için Türkiye karşıtlarından, dış güçlerden ve elbette dünya siyonizminden deva beklemek anlamına gelmektedir. Bu yaklaşımlar; milli iradeye sırt çevirmenin, iktidar olmak için deva arayan siyasi parti yöneticilerinin dış güçlere sinyal vermelerinin göstergeleridir.”

 

ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde, “Irak'a ilk bomba düştüğünde 8,5 milyar dolar kredi hesaba geçecek” diyerek övünen Bakan olarak hafızamızda yer edinen Sayın Babacan’ın, “aziz milletimizin değerlerinden ve ümmet şuurundan uzak” olan bu siyasetinden ülkemize ve aziz millimize bir yarar gelmeyeceği açıktır.

 

Bizler Yeniden Refah Partisi ve Milli Görüş olarak, her zaman olduğu gibi, iktidarımızda da milli savunma ve milli kalkınma hamlelerine olan maddi ve manevi desteğimizi artırarak devam ettireceğiz. Gerek mili savunma sanayii, gerekse diğer yerli üretim alanlarında bir üretim ikliminin oluşmasının öncüsü olacağız. Merhum Liderimiz Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın fikir babası olduğu İHA ve SİHA projeleri, aziz milletimizin olduğu gibi Yeniden Refah Partimizin de kırmızı çizgisidir.

 

Geçmişte olduğu gibi 14 Mayıs 2023 tarihinde aziz milletimizin feraseti ve desteği ile yönetimi devraldığımızda da Türkiye’nin maddi ve manevi kalkınması için var gücümüzle çalışacağız. Türkiye için kim bir çivi çakmak istiyorsa, kim bir milli hizmette bulunuyorsa Yeniden Refah olarak en büyük destekçileri bizler olacağız”.

 

Av. Bayram SAKARTEPE
Genel Başkan Yardımcısı | Siyasi İşler Başkanı




 

ÜLKEMİZİN MİLLİ PARKLARI BETON-SEVER İKTİDAR YANDAŞLARININ KONTROLDEN ÇIKAN EMELLERİNE KURBAN EDİLEMEZ

 

Uludağ Alan Başkanlığı Kanun Tasarısı ile "Uludağ Milli Parkı’ uluslararası sözleşmelere ve kanunlara aykırı oluşturulan Alan Başkanlığının kontrolüne veriliyor. Ülkemizin en önemli doğal güzelliklerinden olan Uludağ’ın tüm yaşamsal zenginliği ile var olma hakkına ve başta Bursa halkı olmak üzere bütün halkımızın nefes alma hakkına saygıyı göz ardı eden bu kanun tasarısının derhal geri çekilmesini talep ediyoruz.

AK Parti Bursa milletvekilleri tarafında hazırlanan ve 49 milletvekilinin imzasının bulunduğu “Uludağ Alan Başkanlığı Kanun Tasarısı” Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu’nda AK Parti ve MHP’li üyelerin oylarıyla 10 Aralık’ta kabul edildi. Bundan sonra TBMM Genel Kurulu’na sunulması beklenen söz konusu tasarıyla, Milli Park sınırları içinde tek yetkili olan Tarım ve Orman Bakanlığı ile Doğa Koruma Ve Milli Parklar Müdürlüğü’nün yetkileri Kültür ve Turizm Bakanlığına ve Uludağ Alan Başkanlığına devrediliyor. Tasarının gerekçesi ise hiç doğru olmadığı halde  ‘yetki karmaşasına son vermek’ olarak açıklanmıştır.

Alan Başkanlığı sınırlarını genişletme yetkisinin verildiği tasarıya karşı çıkmamızın temel sebebi sınırların Cumhurbaşkanlığı kararı ile değiştirilebilir olması ve bugün 2 bin hektar olsa da devamında bunun 5 bin hektara belki de milli parkın tamamının Alan Başkanlığı ile yönetilmesinin önünün açılacak olmasıdır. Bu durumda yaşanacak yıkımların neler olabileceğini kısa bir süredir alan başkanlığı sistemi ile yönetilen Kapadokya bölgesi çarpıcı bir şekilde göstermektedir. Alan Başkanlığına devrinden sonra hızla çirkin ve ucube bir yapılaşma ile karşı karşıya kalan dünyanın en eşsiz doğa harikalarında biri olan Kapadokya, bize Uludağ’da neler olacağının ipuçlarını da vermektedir. Bu yüzden bu kanun ile Uludağ’da koruma altındaki alanların da hızla ranta açılacağını ve kontrolsüz bir yapılaşma ile ülkemizin bir başka doğal bölgesinin talan edileceğini tahmin etmek hiç zor değildir.

Bursa gibi tabiat harikası ve tarihi bir şehrin sanayi merkezi yapılması çok büyük yanlışken şimdi de nüfusu 4 milyona yaklaşmış bir şehrin akciğeri ve su havzası olan Uludağ’ın yapılaşmaya açılması Bursa’nın da ülkemizin de tabiatına ihanettir. Geçmiş yıllarda Uludağ otel sektörü Milli Parklar Müdürlüğüne kanunsuz genişlemeden yana yoğun baskı oluşturduğu bilinmektedir. Milli Parklar aslında plan dâhilinde yapılaşmaya izin de vermiştir. Fakat kendilerini Turizm Bakanı düzeyinde temsil eden turizm sektörü her zaman plan kontrolünden rahatsız olduklarını ifade etmişlerdir. Çünkü mevcut yasa onların istedikleri şekilde yapılaşma ve genişleme isteklerine imkân vermemektedir. Bunu gören hükümet ve Turizm Bakanlığı sektörün kontrolsüz isteklerini şimdi bu yasa ile milli park statüsünden alan başkanlığına dönüştürerek karşılamak istemektedir. Bu kanun tasarısı meclisten geçtiği an Türkiye’nin en önemli milli parklarından olan Uludağ’da geri dönüşümü neredeyse imkânsız olan bir felaketin başlamasına imkan verilmiş olacaktır. Uludağ Alanı ilan edilecek 2 bin hektarın (20 milyon m2) tamamı Milli Parktır ve Doğal Sit Alanıdır.

Uludağ bir orman harikasıdır. Katmanlara göre ağaç cinslerinin kuşak ormanı oluşturduğunu görmek olasıdır. 13 bin hektar genişlikteki Uludağ Milli parkı sayıları gittikçe azalan Sakallı Akbaba ve Kaya Kartalının yuvasıdır. Paçalı Baykuşun ilk görüntülendiği yer Uludağ’dır. Apollo kelebeğinin ender yaşadığı bölgelerdendir ve Uludağ’a özgü bir alttürü vardır. 32 mahallî endemik bitki türünün yaşam alanı sadece Uludağ’dır. Sadece Türkiye’de yaşayan 148 endemik tür de Uludağ’da yayılış göstermektedir. Uludağ’da bugüne kadar 1308 bitki türü tespit edilmiştir.

Maalesef turizmcilerden oluşacak bir yönetim bütün bu bulunmaz bitki ve hayvanlara yuva olan Uludağ’daki koruma-kullanma dengesini alt üst edecektir. Bu kanun kesinlikle Bursa’ya ve geriye kalan doğa harikası Uludağ’a bütün bir millet adına ihanet anlamına gelmektedir. Hiç kuşkusuz bu tür art niyetli ve yanlı yasal düzenlemelerle Uludağ da diğer birçok değerli ve önemli alanlarımız gibi gözü doymaz beton-sever kesimin istekleri doğrultusunda parsel parsel satışa açılacaktır.

Uludağ’da yapılmak istenen turizm sektörünün iştahını doyurmaya yetmeyen 700 hektar genişlikteki 1. ve 2. Gelişim bölgelerine 3. 4. 5. Gelişim bölgelerinin eklenmesi, yeni yollar ve otoparkların yapılması, mevcut otellerin daha da büyütülmesi ve yeni otellerin ilave edilmek istenmesidir.

Ayrıca yasanın kabulü durumunda sadece Uludağ Milli Parkı’nın değil ülkedeki 48 milli parkın da benzer şekilde talan edilmesinin yolu açılacaktır. Bu açıdan Hükümetin milli parkları yapılaşmaya açmanın yolu olarak bulduğu alan başkanlığı formülü, Uludağ’dan sonra Kazdağı, Hatila Vadisi, Ağrı Dağı Milli Parkları ve başka birçok Milli parkta, büyük olasılıkla eko turizm adı altında hayata geçirilmesi sürpriz olmayacaktır. Hükümetin aklında böyle bir yayılmacı planın olduğunu bugüne kadar yaptıkları göz önüne alındığında tahmin etmek hiç zor değildir.

Ülkemizin en önemli tabiat alanlarını hedefine koyan bu kanun tasarısıyla ileride milli parklar içerisinde yapılacak her tür yapılaşma, sit sınır ve derece değişikliklerine hukuki kılıf hazırlanmak istenmektedir. Öte yandan Alan Başkanlığı Kanun teklifi 2873 sayılı Milli Parklar Kanununa da aykırıdır. Bu sebepten ötürü Yeniden Refah Partisi olarak ülkemizin dört bir yanında ülkemizin tabii kaynakları hususunda ciddi kaygılar taşıyan bütün yaşam ve doğa savunucuları ile beraber hareket edeceğimizi ilan ediyor ve bu kanun tasarısının Genel Kurula gelmeden geri çekilmesini talep ediyoruz.

Ülkemizin kaynakları, doğal güzellikleri 85 milyon insanımıza aittir ve asla bir kesimin kontrolden çıkmış emellerine ve isteklerine kurban edilemez.

Kamuoyuna saygılarımızla duyurulur.

Milli Siyaset Kurulları
Tarım ve Orman Politikaları Kurulu

 

 

İSVEÇ’TEKİ KUR’AN-I KERİM’İ YAKMA EYLEMİ İSLAMOFOBİ ANLAYIŞININ YANSIMASIDIR

 

İsveç Dışişleri Bakanı Tobias Billström, aşırı sağcı Sıkı Yön Partisi lideri Rasmus Paludan’in Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği önünce Kur’an-ı Kerim yakmasına ilişkin olarak; “İsveç’te yasalara göre ifade özgürlüğü kapsamında bunun yapılması yasal olarak kabul ediliyor” ifadesi ciddiyetten uzak, farsi teatral bir durum ortaya koymaktadır. Şöyle ki, ‘ifade özgürlüğü’, düşünce ve fikrin baskı altında olmaksızın ortaya konulmasıdır. Oysa ki Kuran-ı Kerim’in yakılması ise ifade özgürlüğüyle örtüşmeyen şiddet, nefret, inanç özgürlüğüne saldırı oluşturan bir eylem olup, bunun İsveç resmi ağızları tarafından meşru gösterilmeye çalışılmasının  hiçbir şekilde izah tarzı bulunmamaktadır.

 

Fundamentalist bir yaklaşımla sözde ifade özgürlüğü adı altında fanatik ‘Beyaz Üstünlükçü’ (White Supremacist) düşünce anlayışlı fanatik eylemcilere ifade özgürlüğü adıyla göz yummaya çalışan İsveç makamlarının farklı dine mensup insanların kutsal kitabına yönelik şiddet eylemini meşrulaştırması bir bakıma Batı uygarlık anlayışının yanlış ve tutarsız gidişatını ve anlayışını bir kez daha ortaya koymuş oldu.

 

Şunu da ifade etmek gerekirse, Kıta Avrupası’nda demokrasi, özgürlük ve hoşgörü saç ayağını oluşturan sözde çağdaş dinamiğin çürümüşlüğe dönüşüp artık can çekişmekte olduğunu İsveç'te Türk Büyükelçiliği önündeki Kuran-ı Kerim’i yakma eylemi bir kez daha ortaya koymuş oldu.

 

Batı, komünizmi küresel barışın önündeki en büyük tehlike unsuru olarak görürken, 26 Aralık 1991’de komünizm çökmesiyle birlikte, bu sefer İslam’ın en büyük tehdit unsuru olarak belirlenmesi yeni Babil kulesi inşa etmekle eşdeğer bir tutum ortaya çıkarmıştır. Bu yaklaşım sonucu ortaya çıkan hoşgörüsüzlüğün geniş ölçeği üzerine eklemlenmiş olan İslam düşmanlığı, bir başka ifadeye İslamofobi anlayışı İsveç'te yaşanan trajedinin ne ilk ne de son örneği olmasa gerek.

 

İsveç’te, diğer Kıta Avrupası ülkeleri gibi büyük ivme kazanan İslamofobi anlayışlı politikalar arkaik bir metafordan öte hiçbir anlam taşımamaktadır.

 

Aşırı sağcı Sıkı Yön Partisi lideri Rasmus Paludan’in Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği önünce Kur’an-ı Kerim yakmasını fikir özgürlüğü bağlamında değerlendiren İsveç yetkililerinin, Kur’an-ı Kerim yerine söz gelimi başka bir kutsal kitabın yakılması eylemi karşısında aynı hoşgörü ile hareket etmelerinin pek mümkün olmayacağını özellikle vurgulamak gerek.

 

Bugün İslamofobi anlayışı en zorlu şekliyle Kıta Avrupası’nın kritik imtihanı niteliğindedir. Bu cümleden olarak, ortaya çıkan yabancı düşmanlığı ve farklı dinlere karşı hoşgörüsüzlük anlayışı ne yazık ki, Batı’da sekteryan ve etnisite bağlamlı farklılıkları bir arada tutan birer zenginlik değeri olarak görmekten çok, dışlayıcı, farklılaştırıcı ve yeni fay kırılmalarına neden olabilecek tehlikeli yönde gelişmeler olarak görmek mümkündür.

 

Sonuç olarak, Fransız tarihçi J.Marie Domenach; “Kıta Avrupası’nın artık  Onüçüncü  Ulus’un oluşumuna tanıklık ettiğini ve bunun yarattığı korkunun bütün Avrupa’yı harekete geçirdiğini” ifade ederken bir bakıma  İslamofobi anlayışlı politikaları  harekete geçirerek sözde “Fikir Özgürlüğü” adı altında   Madison Avenue yöntemleriyle Kur’an-ı Kerim’in yakılma eylemini örtbas etmeleri artık mümkün görünmemektedir.  

 

Doğan Bekin
Genel Başkan Yardımcısı | Dış İlişkiler Başkanı





ABD’NİN “CAATSA YAPTIRIMLARI; F-35, S-400 PROBLEMİ İYİ BİR DIŞ SİYASETLE ÇÖZÜLEBİLİR!

Kısa tarifiyle, ABD’nin hasımlarıyla yaptırımlar yoluyla mücadele yasası olarak bilinen CAATSA (Countering America’s Adversaries Through Saction Act), 2017 yılında ABD Kongresi tarafından onaylanmış ve Rusya, İran ve Kuzey Kore’ye uygulanmaya başlanmıştı.

Bu yasanın en önemli özelliği, Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı ve/veya İstihbarat birimleriyle önemli ölçüde ticaret yapan bir ülkeye 12 farklı usul ve şekilde ambargo uygulanacağını belirtiyor olmasıdır.

Türkiye’nin S-400 savunma Füzelerini almasından sonrada, aynı yasa çerçevesinde, bu yaptırımlar Türkiye’ye de uygulanmaya başlanmış ve Türkiye, ABD, NATO, İngiltere, Avustralya, İtalya, Kanada, Norveç, Danimarka ve Hollanda ile birlikte ortak olarak ürettikleri F 35 Uçak üretiminden ve dolayısıyla JSF (Joint Strike Fighter) programından çıkarılmıştır.

 

F 35 Programından Çıkarılma süreci

Hatırlanacağı üzere Türkiye, Suriye savaşı sırasında Füze savunma sistemlerine ihtiyaç duymuş ve ABD’ye farklı tarihlerde üç kez müracaat etmiş, özellikle 2013 ve 2017’de son model RAYTHEON’S PATRİOT hava savunma sistemlerinden almak istemişti. ABD, bu isteklere olumlu karşılık vermek istediğini ifade etmekle beraber, Füzelere ait hassas teknolojileri vermek istememiştir. Bu tavır üzerine Türkiye, haklı olarak, 2017’de Rusya Federasyonu ile S 400 füze savunma sistemlerini alım anlaşması yapmıştır. Temmuz 2019’da ilk S-400 sisteminin tesliminden bir hafta sonra, ABD, Türkiye’yi F 35 A projesinden çıkardığını ilan etmiştir.

Bu kararla, Türkiye 1,4 milyar dolar yatırım yaptığı, orta gövdede motor tahrik sistemine bağlı önemli 139 parçasını imal ettiği programdan uzaklaştırılmıştır. Yapımı tamamlanmış ve mülkiyeti alınarak Türk bayraklı hale getirilmiş altı adet F-35 teslim edilmemiştir. ABD Kongresi, savunma bütçesinde, Türk uçaklarının ABD Hava Kuvvetleri için satın alınması konusunda Pentagon'a yetki vermişti. Yine, anlaşma çerçevesinde, 2022 yılı sonuna kadar vermeye yükümlü olduğu 30 adet F35A uçakları da maalesef gönderilmemiştir.

Türkiye’ye uçak vermeyen ABD, kendi çıkarları doğrultusunda Türk Firmalar tarafından üretilen parçaları 2022 yılı sonuna kadar alacağını ifade etmiş, bu parçaların Batılı şirketler tarafından imal edilebilmesi için zaman kazanmıştır. Türkiye de, maalesef, F-35’e ait önemli parçaların üretimi sebebiyle elinde bulunan bir kozu kaybetmiştir. Bu koz, Eylül 2021’den bu yana ABD’den istenen 40 adet F-16 Viper uçağının tedariki ve 79 F-16’nın modernizasyonu konularındaki destek karşılığı olarak kullanılabilirdi.

 

ABD hangi temel sebeple S 400 Alımımıza karşı çıkmaktadır.

ABD’nin, Türkiye’nin S-400 savunma sistemlerini almasına itirazlarının temel sebebinin, çok gizli özelliklere sahip, görünmez-hayalet olarak tanımlanan F-35 uçağının sırlarının S-400 füzeleri tarafından açığa çıkartılma korkusu olmuştur.

Eğer S-400 füze sistemleri sadece Türkiye tarafından alınmış olsaydı, ABD’nin bu gerekçesinde haklılık payı bulunabilirdi. Bilindiği gibi bu sistemin bir alt modeli bulunan S-300 sistemleri, yine NATO üyeleri olan Yunanistan’da ve Slovakya’da konuşlu bulunmaktadır. Benzer şekilde, S-400 füze sistemleri, bağlantısızların en önemli üyesi bulunan Hindistan’da da bulunmaktadır. Hindistan 5 milyar dolar vererek beş ünite S-400 satın almıştır. Eğer Rusya Federasyonu F-35 ile ilgili herhangi bir bilgiyi öğrenmek isterse, Hindistan aracılığıyla da öğrenebilir. Bir başka deyişle ABD, bu konuda da Türkiye’ye çifte standart uygulamaktadır.

 

ABD’nin gözükmeyen tuzakları

ABD, Türkiye ile Yapılan pazarlıklarda, S-400 sistemlerinin Rusya Federasyonu ile savaş halinde bulunan Ukrayna’ya verilmesini istemektedir. Böyle bir uygulama yapıldığı takdirde Türkiye, Rusya ile karşı karşıya kalacak, ABD bir taş ile çift kuş vurmuş olacaktır.

Bu arada, balkaninsight.com sitesinde ( https://balkaninsight.com/2022/03/24/turkey-sets-price-for-sending-missile-systems-to-ukraine/) yayınlanan rapora göre, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Sayın Fahrettin Altun’un Wallstreet Journal gazetesine verdiği demeçte, S-400 füzelerinin Ukrayna’ya verilme şartlarından söz edilmiştir. Buna göre, sayın Fahrettin Altun’un, F-35 uçaklarımız ve Patriot füzelerinin Türkiye’ye verilmesi halinde S-400 füzelerinin Ukrayna’ya verileceğini ifade ettiği belirtilmektedir. Bu haber gerçekten doğruysa ve böyle bir karar alınırsa, çok yanlış bir siyasi karar olur. Bölgede Rusya ile olan birçok ortak ekonomik çıkarımız bulunmaktadır. Bu kez de Türkiye, doğalgaz, tahıl ithalatı, Nükleer Santral yapımı, sebze, meyve ihracatı başta olmak üzere farklı birçok sebeple ekonomik kaos içine sürüklenir. Muhtemelen ABD’nin arka odalarında kurulan tuzak da budur.

ABD gerçekten Ukrayna’ya yardım için Türkiye’deki S-400’lerin Ukrayna’ya verilmesini istemiş olsaydı, Rusya-Ukrayna savaşının en başında Yunanistan veya Slovakya’daki S-300’leri Ukrayna’ya göndertmiş olurdu. İşin gerçeğine bakıldığında, ABD, Rusya-Ukrayna savaşının uzamasını ve AB’nin zarar görerek ezilmesini, ABD’ye daima muhtaç hissetmesini istemektedir.

 

F-35 ve S-400 Füzeleri gerçekten kusursuz mudur?

Şu ana kadar yapılan F35 uçuşlarında, F35 A, B ve C tipleri dahil 7 uçağın, iniş ve kalkış sırasında düştüğü, parçalandığı internet haberleri arasındadır. Özellikle Çin denizinde uçaktan kalkarken okyanusa düşen F-35C uçağına ulaşmak için ABD ve Çin yarış halindedir. Dolayısıyla, F-35 uçaklarında ABD yetkililerince henüz açıklanmayan ve “Yetkililer tarafından inceleniyor” cümlesiyle geçiştirilen kusurlar bulunmaktadır. İsrail, düşme riskleri taşıdığını düşünerek elindeki 33 adet F-35 uçağını hangara çekmiş, onbirini incelemeye almıştır.

S-400 füzeleri ise, özel olarak İsrail için üretilen  F-35 I tipi uçaklarının, Lübnan ve Suriye toprakları içinde yaptığı saldırıları belirleyememiş, uçakları görememiştir. İddia edilen bir başka bakış açısı da, Rusya’nın uçakları S-400 ile tanımladığı ancak İsrail ile yapılan gizli anlaşma çerçevesinde müdahale etmediği yönündedir. Her iki durum da S-400 sistemleri için vahim bir sonuçtur.

 

Türkiye, S-400 ve F-35 krizini çözebilir mi?

Siyaset rüzgarlarının yönü çok değişkendir. Türkiye asla ve asla S-400 Füze savunma sistemlerini Ukrayna’ya vermemelidir. Basındaki haberlere bakıldığında (27 Aralık 2022-https://www.savunmasanayist.com/bomba-iddia-abd-f-35ler-icin-turkiyeden-kira-talep-etti/) ABD tarafından, F-35 konusu, dolaylı cümleler ile canlandırılmak istenmektedir. ABD, Türkiye için üretilen altı uçağın hangarda bekletildiğini ve bu sebeple Türkiye’nin Kira ödemesi gerektiğini ifade etmektedir. ABD Kongresinin ambargo başladığındaki ilk tavrı ise, önceki paragraflarda ifade edildiği gibi, Türkiye için Üretilen uçakların PENTAGON tarafından ABD Hava Kuvvetleri için alınması yönünde olmuştur. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla, bu uçaklar Türkiye için hala muhafaza edilmektedir ve yasal olarak da Türkiye Mülkiyetindedir. Özellikle yabancı Gazeteler, “Türkiye F-35 projesinden tekmeyle kovalandı” gibi başlıklar atmış olsada, ABD ve NATO, daima “askıya alındı” terminolojisini tercih etmiştir.

Belki, kapalı kapılar arkasında, Kira istenmesi konularının ortaya atılması ve S-400’lerin Ukrayna’ya gönderilmesi için yapılan pazarlıkların sebebi de budur. Türkiye S-400’leri vermeden, yukarıda zikredilen Yunanistan, Slovakya, Hindistan örneklerini esas alıp yeni politikalar oluşturabilir. Rusya ile olan ticari ilişkilerimizin, tahılların naklinde olduğu gibi, doğalgaz problemlerinin çözülmesinde olacağı gibi,   ABD ve Batı Dünyası yararına olduğunun da altı çizilebilir. ABD, kendi çıkarlarını daima ön plana alan bir ülkedir ve özellikle ABD Başkanı değiştikten sonra F-35 alımı için yeni fırsatlar çıkabilir. 2006 yılından 2023 yılına kadar geçen 17 yılda üretilen F35 sayısı sadece 890’dır. Uçakları üreten Lockeed Martin Firması 2044 yılına kadar sadece ABD için 2498 uçak üretme mecburiyetindedir. Diğer ülkelere üretilecek olanlarla birlikte bu rakam 5000 civarında olacaktır. Türk firmaları bu uçaklar için de parça üretimine devam edip F35 üretimlerini hızlandırabilir.  Türkiye Dışişleri Bakanlığı, oluşması muhtemel fırsatlar için şimdiden hazırlıklı olmalı ve yeni siyasi bakışlar üretmelidir.



Prof. Dr. Doğan AYDAL
Genel Başkan Yardımcısı | Ar-Ge Başkanı

 

 

Yayın Tarihi: 26 Ocak 2023 | Yayın Saati: 15:10:00