SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 30.04.2020

HAFTALIK SİYASİ İŞLER RAPORU

30 NİSAN 2020

 

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI’NIN CUMA HUTBESİNE YÖNELEN HAKSIZ TEPKİLER VE İKTİDARIN BU HUSUSTA ASIL YAPMASI GEREKENLER

 

24 Nisan 2020 tarihinde Hacıbayram-ı Veli Camii’nde kılınan cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı Sn. Ali Erbaş’ın vermiş olduğu hutbe, bazı kesimler tarafından hedef tahtasına konuldu, acımasızca ve haksız bir şekilde eleştirildi.

Diyanet İşleri Başkanımız’ın söz konusu hutbesinde insan bedenini tahrip edici, sağlığa zarar verici türlü hususlarla birlikte zina, Lûtilik ve eşcinsellikten de bahsedilmiş ve “Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtiliği, Eşcinselliği lanetliyor.” İfadeleri kullanıldı.

Bu ifadelerin  bazı siyasi kesimler, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve barolarca hedef alınması, hedef alanların sığ anlama kapasitelerini, yaşadıkları toplumun değerlerinden kopuk olduklarını, ve maalesef ki zihinlerinin hala İslam düşmanlığı saplantısıyla işlediğini yeniden ortaya koymuştur.

EVET, olayın özeti budur, böyle bir olaya bizim bir muhalefet partisi olarak; video klip çekerek, yazılı açıklamalar yaparak, sosyal medya üzerinden Diyanet İşleri Başkanımız’a sahip çıkan, destek olan paylaşımlar yaparak tepki göstermemiz gayet normal ve yerindedir.  Çünkü elimizden şu an için sadece bu gelmektedir.

PEKİ YA  İKTİDAR KANADI  ??  İKTİDAR PARTİSİNE MENSUP VEKİLLER  ?? 

İşin ilginç tarafı onlar da bizimle aynı şeyi yapıyor …

Diyanet İşleri Bşk.’mıza gösterilen tepkilere sözlü olarak karşı çıkıyor, Sn. Ali Erbaş’ı destekleyen duygusal sosyal medya paylaşımları yapıyorlar …

Aynen herhangi bir vatandaşımızın veya Meclis dışındaki bir siyasi partinin yapabileceği gibi …

GÜLERMİSİNİZ,  AĞLAR MISINIZ  ??

Peki ya ellerindeki iktidar gücü ?? Yanlışı fiilen durdurma yetkisine bizzat sahip olmaları  ??  Her türlü yanlışı ve haksızlığı fiilen ortadan kaldırabilecek yetkiye sahip, Cumhuriyet tarihinin en güçlü iktidarı olmaları ??

Kimse işin bu boyutunu sormuyor, sorgulamıyor …

Peki ya  Diyanet İşleri Bşk.’mıza gösterilen tepkilerin dayanağı olan,  hatta ve hatta  Sn. Ali Erbaş’ı sarf ettiği bu sözler nedeniyle hukuken sıkıntıya sokabilecek maddeler içeren “İstanbul Sözleşmesi”ni bizzat kendilerinin imzalamış olmasına, 6284 Sayılı Kanunu bizzat kendilerinin çıkarmış olmasına ne diyeceğiz ??

Yıllardır aile ve sosyal hayatla ilgili kanunlarımızı Batı’nın, AB’nin dayatmasıyla yapan ve yasalaştıranın bu iktidarın ta kendisi olmasına ne diyeceğiz ??

Konunun asıl önemli olan bu boyutu da sorgulanmıyor …

Peki ya  tam 1000 sene İslam’la yoğrulmuş bu ülkede şu mübarek Ramazan ayında ücretli bir kanalda ahlaka aykırı bir gençlik dizisinin yayınlanmasına RTÜK eliyle engel olmayan, bir de üstüne üstlük bütün halka açık TV kanallarında, iktidara yakın kanallar da dahil olmak üzere bu ahlaksız dizinin reklamının yapılmasına göz yumanın bu iktidarın ta kendisi olmasına ne diyeceğiz ??

Bu çok acı gerçek de maalesef ki göz ardı ediliyor …

ŞİMDİ YENİDEN REFAH PARTİSİ OLARAK, DİB SN ALİ ERBAŞ’A BİZDEN DAHA ‘DUYGUSAL DESTEK MESAJLARI’ YAYINLAYAN İKTİDAR TEMSİLCİLERİNE SORUYORUZ…

ŞAKA MI YAPIYORSUNUZ, YOKSA ÇOK YAKIN GEÇMİŞİ DAHİ UNUTACAK NOKTAYA MI GELDİNİZ ??

İstediğiniz zaman bir gecede 10 tane KHK çıkaran, kimseye sormadan bu ülkede “sistem değiştiren”, Parlementer Sistem yerine Başkanlık Sistemi’ni getiren, istediğiniz zaman jet hızıyla meclisten torba yasaları birer birer geçiren bir iktidar olarak “İstanbul Sözleşmesi”ne mi gücünüz yetmiyor  ?? 6284 Sayılı Kanunu değiştirmeye mi gücünüz yetmiyor ??

HER TÜRLÜ YETKİYE SAHİP BİR İKTİDAR OLARAK “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ”Nİ VE BATI’NIN DAYATTIĞI DİĞER KANUNLARIMIZI ORTADAN KALDIRMADAN, ISLAH ETMEDEN, RTÜK’Ü GÖREVİNİ TAM MANASIYLA YAPAR HALE GETİRMEDEN, BU ÜLKEDE MEDYANIN YAPTIĞI YAYINLARI BU MİLLETİN DEĞERLERİYLE UYUMLU HALE GETİRMEDEN,

İstediğiniz kadar konuşun, istediğiniz kadar açıklama yapın, istediğiniz kadar sosyal medya paylaşımı yapın, bu gibi vakalardan kurtulamayız … 

Eğer bu hayati öneme sahip konularda bu şekilde davranmaya devam edecekseniz biliniz ki;  YENİDEN REFAH en kısa zamanda gelecek, ÖNCE İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ YIRTIP ATACAK ve ayrıca gençliğimizi, yeni nesillerimizi ifsad eden bütün bu yanlışlara  DUR DİYECEK…!!

 

 

 

TEKELCİ  MESLEK ODALARINDAN,  ÇOKLU ODALARA

Av. Bayram SAKARTEPE

Yeniden Refah Partisi, Siyasi İşler Başkanı

 

Diyanet işleri Başkanı sayın Ali ERBAŞ ‘ın okumuş olduğu,  Hutbeye karşı   Ankara Barosunun talihsiz açıklamalarını,  hayretle ve ibretle takip ettik. Ülkemizin, bu noktaya nasıl geldiğini ve getirildiğini üzülerek hep beraber gördük.

Milli Görüş, Siyaset Sahnesine çıktığı,  1969 yılından beri “ Önce Ahlak ve Maneviyat “ dedi.  Bu sözün bir slogandan öte, bir kimlik, bir duruş, bir şahsiyet ve her şeyden önce bir milletin mayası, ruh kökü olduğu unutulmamalıdır. Şimdi gelinen noktada, koca koca Kurumların, topluma öncülük (!) yapacak adamların, nasıl olup da ahlaksızlığı ve hayasızlığı savunduğunu anlamakta  millet olarak zorluk çekmekteyiz.

Bunun için Milli Eğitim Politikalarımızın, ne kadar Milli olduğuna, başka bir platformda, daha geniş bakacağız. Ancak Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk’un hazırlatmış olduğu, “ Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul” projesinin kapsamının ve amacının, Hükümet tarafından  milletimize izah edilmesi gerekmektedir. Çocuklarımız küresel bir planın oyuncağı mı  yapılmak isteniyor ?. Yoksa İstanbul Sözleşmesi’nden daha büyük bir faciaya mı, imza atılıyor ? Yeniden Refah Partisi olarak, bu konunun takipçisi olacağımızın,herkes tarafından bilinmesini  isteriz.

Niyetimiz bataklığı kurutmak ise, Avrupa Birliği Uyum süreciyle başlayan ve İstanbul Sözleşmesiyle devam eden, süreci iyi takip etmemiz gerekmektedir. Bu süreçte, dış dayatmalarla, milletimizin manevi değerlerine karşı  tüm kanun ve uygulamalar meşrulaştırılmıştır.

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul Sözleşmesi imzalandı. 14 Mart 2012 tarihinde TBMM de oy birliği ile kabul edildi.  Meclis gündemine saat 22.50 de gelen tasarı, 23.16 da görüşmeleri tamamlanarak, toplam 26 dakika gibi kısa bir süre de kabul edildi.  Görüşmelerde ve oylamada,hiçbir milletvekili itiraz etmedi.  1 Ağustos 2014 tarihinde de resmi gazete de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 45 ülke tarafından imzalanan bu sözleşme, 27 ülke tarafından onaylanarak yürürlüğe konulmuştur.

Bu sözleşmenin 4. Maddesi ile, LGBT yaşam biçimine meşruiyet kazandırılmış, 12. maddesi ile de “Toplumun Tüm Geleneklerinin Yok Hükmünde  olduğu”, kabul edilmiştir.

Anayasanın,  90/son .m uyarınca uluslararası sözleşmeler, hiyerarşik olarak, kanunlardan daha üstün kılınmıştır. Dolayısıyla, İstanbul Sözleşmesi hükümleri iç hukuk kurallarımızdan (kanunlarımızdan)  maalesef daha  yukarıdadır. 

Bütün bunlara rağmen, Evrensel Hukuk tarafından da, Aile toplumun çekirdeği olarak kabul edilmektedir. Aile Toplumun geleceğidir. Lutilik ise toplumun geleceğine karşı işlenmiş bir cinayettir. Toplumun geleceğini yok etmektir.  Ailenin korunması yaşama hakkının korunmasıdır. Aile kurumunun yok edilmesine karşı yapılan bu saldırılar Evrensel Hukuk tarafından kabul edilemez.

Üzülerek  ifade etmek isteriz ki, Hükümet Türk Aile Yapısına karşı yapılan saldırıları önlemek yerine, saldırganlara yukarı da kısaca izah ettiğimiz şekilde, hukuki zemin hazırlamıştır. Derhal, bu yanlıştan dönülerek, İstanbul Sözleşmesi’nden, Türkiye olarak, imzamızın çekilmesi ve uzantılı kanunların yürürlükten kaldırılması gerekmektedir.

Ankara Barosu’nun, Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali ERBAŞ aleyhine yaptığı açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Bir toplumun ORTAK PAYDALARI vardır. Orada yaşayan herkes ORTAK PAYDA haline gelen kurallara karşı, kendileri farklı kanaatte olsalar   dahi saygı göstermek zorundadır.  Ankara Barosu kendi görev alanına girmeyen bir konuda,  milletimizin İnancına ve Toplumumuzun Ortak paydasına karşı saldırgan bir açıklama da bulunmuştur. İçinde bulundukları toplumun Ortak paydalarını zedeleyenler,  o toplum da fitne ve fesat  sebebiyet verirler. Ankara Barosu, Topluma ve onu oluşturan aileye karşı “İnsan Hakkı” ihlalinde bulunmuştur.

Afrin operasyonu, esnasında da, bir başka meslek örgütü olan, Tabipler Birliği “ Toplum Sağlığına aykırıdır” diye karşı çıkmıştır. Milletin değerlerine yabancı olan meslek örgütleri, kendi görevlerini ifa etme, üyelerinin Mesleki standartlarını yükseltme  gayretleri yerine, içinden çıktıkları toplumun değerleri ile mücadeleyi seçmeleri asla kabul edilemeyecek bir husustur.

Meslek örgütü yöneticileri, temsil ettikleri üyelerinin ittifak etmedikleri bir konuda, sadece yönetim yetkilerine dayanarak,açıklamada bulunmaları son derece yanlıştır. Ankara Barosunun yapmış olduğu bu açıklamayı, Ankara Barosuna kayıtlı Avukatlar da kabul etmemiştir.  Pek çok Avukat, kendi Baro yönetimine karşı sosyal medyadan , bir kısmı da basın toplantıları  yaparak karşı çıkmıştır. Dolayısıyla, Kendi mensuplarının dahi kabul etmediği ve karşı çıktıkları, hayasız  fiili savunması 100 yıllık bir meslek örgütüne hiç yakışmamıştır.

Meslek örgütlerinin, kuruluş amaçları dışına çıkarak, İdeolojik  mücadele için konumlanması, o kuruluşa üye,  mensupları tarafından da kabul görmeyen ve tasvip edilmeyen bir uygulamadır.  Bu tavırlar, meslek örgütlerinin TEKEL olmalarından kaynaklanmaktadır. Ülkemiz siyasal alan da çok partili demokratik yapıya geçeli yıllar olmuştur. Yine Çalışma hayatında, Çoklu Sendikal  mücadeleye geçilmiş olmasına rağmen, Meslek örgütleri konusunda “Tek Parti Zihniyeti”  halen devam etmektedir.  Bu Tekelci ve Dayatmacı yapının mutlaka ve derhal değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu yapı yerine, rekabetçi, şeffaf  ve aynı meslek grubu içinde birden fazla meslek örgütünün kurulmasına izin verilmelidir. Mesela, bir doktor Tabipler Odası’na kayıt olmak yerine,  başka bir Tabip odasına kayıt olma imkan ve özgürlüne kavuşmalıdır. Yine Ankara’da ofisi olan bir avukat mevcut Baro yerine,  aynı ilde örgütlü, alternatif Baro veya Barolara kayıt olabilmelidir. Böyle bir Rekabet, Tekelci ve Dayatmacı anlayışları tasfiye edecektir. Yeniden Refah Partisi olarak, Bu TEKELCİ yapıdan milletimizi en kısa zamanda kurtaracağız.

Bu olaylar karşısında, Hükümet’in,  Muhalefet Partisi gibi eleştirel bir yaklaşım göstermesini de asla kabul etmiyoruz. Zira Aziz Milletimiz’in İnancına ve Değerlerine aykırı, bu kanunları siz çıkartınız. Eleştirdiğiniz Kişi ve Kurumlara, bu imkanları siz verdiniz. Bunların Yasal zeminlerini sizin hükümetiniz oluşturdu. Milletin ve yıkılan ailelerin, perişan olan çocukların yerine KADEM’in , AB’nin ve Küresel Emperyalistlerin sözünü dinlediniz. Aile yapımızı perişan ettiniz.

Şimdi Aziz Milletimiz’den özür dileyip, bu büyük yanlıştan dönme vaktidir. Bu vebalden kurtulma zamanıdır. Dağılan yuvaları, sönen ocakları tekrar kurtarma zamanıdır. Mensubu olmaktan şeref duyduğumuz, Aziz Milletimizi sevindirme, Hayır Duasını alma vaktidir.  Mübarek Ramazan ayında Allahın rızasını kazanma vaktidir.

Yeniden Refah partisi olarak, ÖNCE AHLAK VE MANEVİYAT  diyoruz. Hükümeti, iktidar olduğunun farkına vararak, Muhalefet Partisi gibi davranmaktan vazgeçmeye davet ediyoruz. Olaylar karşında şikayetçi olmak yerine çözüm üretmeye Çağırıyoruz.

Hükümet’ten;

1)    Milli Eğitim Bakanlığı tarafından  hazırlanan , “ Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı okul” projesinin kapsamının ve amacının,  ne olduğunun  kamuoyuna açıklanmasını;

2)    Tekelci  Meslek örgütü yapılanmasına son vererek, Rekabetçi, Şeffaf ve Çoğulcu meslek örgütlerine geçiş için, gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasını;

3)    Milletimizin sırtında hançer olan, başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, Türk Aile yapısını Dinamitleyen Kanunların yürürlükten kaldırılmasını talep ediyoruz.

 

Vatandaşlarımızın,  beklentilerini yerine getirin, hem bizim hem de, Aziz milletimizin duasını alın;  Bu konu da, Hem biz hem de milletimiz sizi alkışlasın.

Yeniden Refah Partisinin genç ve ehil kadroları, Tarihi sorumluluklarını,  yerine getirmek için, Demir Çarıklarını giyerek, İktidar Yürüyüşünü  en kısa zaman da tamamlayacaktır.

Zafer İnanlarındır, Zafer Yakındır !

 

………………………………………………………………………………………

 

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ÜZERİNDEN KUR’AN HAKİKATLERİ VE İSLAM ESASLARININ LİNÇ EDİLMEK ÜZERE HEDEF ALINMASI

 

Mahmut Altunsoy

Yeniden Refah Partisi, Mali İşler Başkanı

 

            Koronavirüs pandemisi kapsamında alınan tedbirler dolayısıyla kalabalık bir şekilde bir araya gelmenin virüsün bulaşıcılığı ve ölümcül tehlikesi nedeniyle önemli riskler taşıması dolayısıyla camiilerde vakit namazlarının cemaatle namaz kılınmamasına, cuma namazlarının kılınmamasına karar verilmişti. Bunun üzerine asırlardır cuma namazının kılındığı aziz topraklarımızda bu bağımsızlık nişanesi ibadetin temsili de olsa sürdürülmesi adına az sayıda cemaatle cuma namazının belirlenen camiide kılınması söz konusu olmuştur.

 

            24.04.2020 tarihinde Hacıbayram-ı Veli Camii’nde kılınan cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın irat ettiği hutbe, bazı kesimlerce hedef alınmış ve sapkın zihinlerce saptırılmak hedeflenmiştir.

 

            İslam’ın insana ve insanlığa verdiği kıymet nedeniyle beden ve ruh sağlığına zarar verici her türlü şeyi men etmiş ve kıymet verdiği ve “Yaratılmışların en şereflisi” olarak nitelediği insanı korumaya önem vermiştir. Bahsi geçen hutbede de insan bedenini tahrip edici, sağlığa zarar verici türlü hususlarla birlikte zina, Lûtilik ve eşcinsellikten bahsedilmiştir. “Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtiliği, Eşcinselliği lanetliyor.” cümlelerinin bazı siyasi kesimler, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve barolarca hedef alınması sığ anlama kapasitesini, toplumuna bigane kalmayı, zihinlerinin hala İslam düşmanlığı saplantısıyla işlediğini yeniden ortaya koymuştur.

 

            İslam dinin barışçı ve esenlik vaadeden, toplumsal ve evrensel barışı öğütleyen esaslarından bihaber biçimde niyetinden saptırılan bu hutbe içeriği ile Diyanet İşleri Başkanı özelinde İslam dini hedef alınmaktadır. Söz konusu hutbe içeriği, uzun zamandır ulusal medya, sosyal medya ve internet yayın platformlarında normalleştirilerek yaygınlaştırılması amaçlanan cinsel bozuklukların artık haddinden fazla bir şekilde topluma sunuluyor olması nedeniyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Hatta geç kalındığı dahi tartışılabilir. Diziler, filmler, sosyal medya yayınları, fenomen olarak adlandırılan ahlak teröristleri ve daha nice unsur ile hedef alınan toplumsal yapı ve genel ahlakın korunması milli ve manevi değerlerin nesillere aktarılması ve yaşatılması bakımından büyük önem taşımaktadır. Fikir hürriyeti, düşüncenin bağımsızlığı konularında her türlü sembolik çığırtkanlıkta ön safta yer alan başta barolar olmak üzere çeşitli düşünce kuruluşları, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarının ortaçağ batısının garabetiyle bir anda tek avaz olarak ortaya çıkması tarafımızca kınanmıştır.

 

            Cinsel bozuklukların fizyolojik ya da psikolojik rahatsızlık olarak ortaya çıktığı bireylerin kınanması ya da esenlik, barış ve hoşgörü dini olan İslam nazarında lanetlenmesi söz konusu değildir. Hutbede geçen metinde de bahsedildiği üzere fail olan bireylerin değil fiil olan Lûtilik ve Eşcinsellik ile zina eylemleri lanetlenmektedir. Tevbe kapısının yaşam boyunca açık bırakıldığı İslam dininde hiçbir bireyin lanetlenmesi söz konusu olmayacaktır. Genel sağlığa, genel ahlaka, kamu yararı ve toplumsal yapıya, bireyin beden ve ruh sağlığına zarar veren eylemler lanetlenmiştir.

            Diyanet İşleri Başkanı özelinde İslam’a saldırmak için sivri dişlerini gösteren bu cenahın İslam’ın esaslarına gönüllerini ve kulaklarını kapatmaları anlaşılabilir bir cehalettir ancak bir kısmı hukukçu olan bu zevatın okuduğu metni de anlayamaması acınası bir durumdur.

            İşin özeti Malcolm X’in şu sözlerinde yer bulmuştur. “İslama sövmekten başka fikri olmayanlar; fikrin değil, İslam’a sövmenin hürriyetini istiyor.”

 

            Bu vesile ile İslami hakikatin yanında, her türlü nefret söyleminin karşısında yer aldığımızı bir kez daha dile getirerek Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali ERBAŞ’ı hedef alan eylem ve söylemleri kınıyoruz.

 

…………………………………………………………………………………………

 

SÖZDE 1915 ERMENİ SOYKIRIMINA KARŞI DAHA GÜÇLÜ POLİTİKALAR GELİŞTİRMEMİZ GEREKMEZ Mİ?

Doğan Bekin, 

Yeniden Refah Partisi, Dış İlişkiler Başkanı

Yahudi asıllı ünlü Siyonist Avukat Prof.Dr. Raphael Lemkin’in sözde Asuri ve Ermeni Soykırımı’ndan yola çıkarak 1944 yılında ülkemizi suçlayarak ilk kez dile getirdiği soykırım(genocide) ifadesini; ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Konvansiyonu’nu hazırlayarak tamamlamasından sonra, ne yazık ki her yıl ABD başkanları tarafından Ermeni Diasporası nezdinde Türkiye’ye karşı siyasi bir koz olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. 

Nitekim Demokrat Parti başkan adaylarından ve ABD eski Başkanı Barack Obama’nın yardımcısı olarak ta görev yapan Joe Biden, dün yaptığı açıklamada; “ABD başkanlığına seçildiğim takdirde 1915 Ermeni Soykırımı’nı resmen tanıyacağımı taahhüt ediyorum” ifadesi son derece talihsiz bir açıklama olup, dışişleri bakanlığının bu konuyla ilgili sessiz kalmayıp bir açıklama yapması zarureti ortaya çıkmaktadır.

1918’dekurulan Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı olan Hovannes Kaçaznuni’nin 1923’te Bükreş’te yapılan toplantıda Taşnaksutyan Partisi tarafından sunulan raporunda, 1915 olaylarında Taşnaksutyan yönetiminin de suçlu olduğunu ve Müslümanlara yönelik katliamların yapıldığı açıkça itiraf ederken, Ermeni Devrimci Federasyonu( Dashnagtzoutiun)’un artık 1915 olaylarıyla ilgili yapabileceği hiç bir şeyin kalmadığını ve fesih kararının alınması gerektiği belirtilmiş olmasına rağmen, sözde 1915 Ermeni Soykırımı her yıl Türkiye’nin önüne getirilmeye çalışılmaktadır.
Bu konuda, birçok ülkenin Türkiye’nin yumuşak karnı olarak görmeye çalıştığı sözde 1915 Soykırımı ile ilgili yaklaşımları son yıllarda siyasi bir argüman olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Bu konuda yetkililer tarafından daha güçlü politikaların ortaya konulması artık bir zaruret halini almıştır.

ABD Başkanı Trump’ın, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, Osmanlı Devleti'nin son döneminde 1.5 milyon Ermeni'nin tehcir, katliam ve ölüm yürüyüşü ile 'Büyük Felaket'( Meds Yeghern) ile yüz yüze kaldığını ifade etmesi tamamen Ermeni diasporanın yanlı ve algı operasyonuna yönelik söylemleriyle örtüşmektedir. Aynı Trump’ın Ermeniler tarafından yapılan Hocalı Soykırımı konusunda hiçbir tepki vermemesi tam bir paradoks oluşturmaktadır. 
Oysaki 1915 olaylarıyla ilgili dönemin Fransız İstatistik sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve Justin McCarthy'nin Ermenilerle ilgili istatistiki rakamları tamamen aksini ifade etmektedir.
JUSTIN Mc Carthy’e göre ;


Anadolu’dan Ermeni Göçü:


Ülke ve Sayı: 


Rusya 400.000 (Kuzey Kafkasya’ya göç büyük oranda refah düzeyi nedeniyle yapılmıştır.)


Yunanistan 45.000


Fransa 30.000


Bulgaristan 20.000


Kıbrıs 2.500


Diğer Avrupa ülkeleri 2.000

Kuzey Amerika 35.380


Suriye 100.000


Lübnan 50.000


Irak 25.000


Filistin ve Ürdün 10.000


Mısır 40.000


İran 50.000


Diğer 1.000


Toplam mülteci 810.000


Anadolu’da kalan Ermeni sayısı 70.000


Rusya’ya yapılan büyük çoğunluğu daha müreffeh bir yaşam için Doğu Anadolu’dan Kuzey Kafkasya’ya yapılan 400.000 kişilik göç ve 1897-1914 tarihleri arasında Amerika kıtası ve Avrupa’ya göç amaçlı olarak özellikle Halep ve Beyrut’a yapılan göçler dikkate alındığında “Tehcir Kararı” ile Anadolu’dan Ortadoğu ve diğer yerlere yapılan zorunlu tehcirin rakamsal olarak diasporanın ifade ettiği 1.5 milyon Ermeni iddiasından çok farklı olduğu ortadadır.

Özellikle, Fransızların Osmanlı Devleti için yaptığı istatistiki veri çalışmaları, salnameler ve Justin Mc Carthy’nin , ‘Osmanlı Anadolu’nun Nüfusu ve İmparatorluğun Sonu’ (The Population of Ottoman Anatolia and the end of the Empire) kitabı gibi araştırma sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler büyük önem arz etmektedir.

Burada özellikle Ortadoğu’ya yapılan göçler, Amerika’ya ya gitmek üzere olup, bu göç hareketi 1897’den itibaren hız kazanmaya başlamış ve tehcir kararından çok önce gerçekleşmiştir. Beyrut limanı Amerika ve Avrupa’ya yapılan göç dalgasında kilit rol oynamıştır

.

Burada önemli bir konuya değinmek gerekirse, 1914 yılında Rusya’da 1.4 milyon Ermeni nüfus mevcut idi. Bu nüfusa Osmanlı topraklarından katılan 400.000 kişi eklendiğinde 1916-1917 yıllarında Kuzey Kafkasya’daki Ermeni nüfusu 1.78 milyona yükselmiş olduğunu görmek mümkündür. 1922 yılına gelindiğinde ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki Ermeni nüfusunun 1.1 milyona düştüğünü görmek mümkündür. Buradaki % 25’lik ölüm oranı ve Amerika’ya göç dikkat çekmektedir.
Ermeni Diasporası, 1914-1922 tarihleri arasında Rusya’daki %25’lik Ermeni nüfusunun azalma sebebini sorgulamak yerine, abartılı rakamlarla 1915 olaylarını gerçeklerden saptırmaya çalışmaları dikkat çekicidir.

………………………………………………………………………………….

 

 

ÜLKEMİZDE FAALİYET GÖSTEREN AMERİKAN ŞİRKETİ’NE KIYAK

Bugün ülkemizde yapılan adaletsizlikler maalesef ki bu güzel ülkeyi  “Yaşanabilir Bir TÜRKİYE” olmaktan alıkoyuyor;

-       Geçenden 12 $,  geçmeyenden 30 $ alınan köprüler,

-       Otoparkı araç garantili, kafeteryası müşteri garantili, polikliniği hasta garantili bir biçimde ihale edilen, “yap-işlet-devret modeli” ile değil, ADETA “ben yiyemedim, sen ye modeli” ile yapılan “Şehir Hastaneleri”,

-       Son derece büyük stratejik öneme sahip “Sakarya Tank Palet Fabrikası”na 50 milyon dolar bulunamazken, tam tamına 750 milyon dolar bulunup inşa edilen ve sonrasında işletilemeyip daha açılmadan kapatılan “Ankapark” isimli lunapark,

-       Milyonlarca emeklimize bir yılda  “%4 + %4” maaş zammı verilirken, aynı anda Doğalgaza bir ayda “%15 + %15” oranında yapılan zamlar,

-       Devlet tarafından toplanan verginin %70’inin dar gelirliden ve orta sınıftan, %30’unun zenginden toplanması, 

 

VE BÜTÜN BUNLARIN ÜSTÜNE, BİRKAÇ GÜN ÖNCE  “Resmi Gazete”de yayınlanarak yürürlüğe giren, ülkemizde faaliyet gösteren meşhur bir Amerikan Gıda Şirketi’ne yapılan kıyak…

Vatandaşa, küçük esnafa, KOBİ’lere gelince vergi üstüne vergi, ceza üstüne ceza, ABD menşeili gıda şirketine gelince yüzde 70 vergi indirimi, KDV ve Gümrük vergisinden muafiyet ...

YENİDEN REFAH OLARAK SORUYORUZ; HAK VE ADALET BU İŞİN  NERESİNDEDİR  ??

Bütün bu olaylar  Ak Parti – MHP Koalisyon Hükümeti’nin gelir ve nimetlerin adil bir şekilde paylaşılması, ekonomide nimet-külfet dengesinin sağlanması demek olan “PAYLAŞIMDA ADALET” prensibine aykırı icraatlarından birkaç tanesidir.

“Efendim bu yabancı şirketler istihdam sağlıyor, ülke ekonomisine katkı sağlıyor …” EVET  AMA; TR genelindeki milyonlarca KOBİ’lerimiz ve küçük esnafımız da istihdam sağlıyor ve ülke ekonomisine katkı sağlıyor …!!

İçinde bulunduğumuz zor günlerde “Milli Dayanışma Kampanyası”yla milletimizin zekat ve sadakalarının dahi toplanmaya çalışıldığı şu dönemde  Hükümet bir Amerikan şirketi için bu fedakarlığı nasıl yapıyor ??

Bir fedakarlık yapılacaksa, bu fedakarlık Anadolu’daki milyonlarca küçük esnaf ve işveren için neden yapılmıyor ??

Biz Yeniden Refah olarak “paylaşımda adalet”, “yönetimde adalet”  için geliyoruz ...

“Önce Amerikan Şirketleri” DEĞİL, “Önce Millet”  demek için geliyoruz ...

Biz bu ülkede gelir ve servet dağılımında adalet için geliyoruz…

Biz  sadece imtiyazlılara değil, “Herkese Refah” için geliyoruz …

 

………………………………………………………………………………………………..

 

 

Prof.Dr.Doğan AYDAL

Yeniden Refah Partisi Ar-GE Başkanı

BASIN BİLDİRİSİ

27.04.2020

ÜLKEYİ BÖLÜNMEYE KADAR GÖTÜREBİLECEK AB, ESPOO VE AARHUS SÖZLEŞMELERİ ASLA İMZALANMAMALIDIR

ESPOO (ÇED) SÖZLEŞMESİ, sözleşmeyi imzalayan taraf ülkelerin belirli yatırım faaliyetlerinin çevresel etkilerini planlamalarının erken bir aşamasında, birlikte değerlendirme yükümlülüklerini ortaya koymaktadır. Ayrıca, devletlerin, Olumsuz çevresel etkiye sahip olması muhtemel bütün önemli projeleri birbirlerine bildirme ve danışma yükümlülüğünü getirmektedir. Sözleşme 1991 yılında kabul edilmiş ve 10 Eylül 1997'de yürürlüğe girmiştir.

Adı, çevre ile başladığı için oldukça masum görünen ve AB ülkeleri için çok da önemli olmayan bu sözleşme, Türkiye için, kolonileşmenin başlangıcıdır. Ülkemizi bölünmeye kadar götürecek olan ön sözleşmelerdir.

AB-ESPOO SU ÇERÇEVE DİREKTİFİ (SÇD), her AB üyesi devletin, ulusal sınırları içinde bulunan nehir havzalarının yönetim planlarını hazırlamalarını AB topraklarının dışına uzanan “uluslararası !” nehir havzalarında ise ilgili devletlerle tek bir nehir havzası yönetim planı oluşturmak için çaba harcamalarını, bunun mümkün olmaması durumunda; havza planlarını, nehirlerin kendi topraklarındaki bölümü için hazırlamasını ve AB komisyonuna iletmesini öngörmektedir.

Nehir havzası yönetiminde AB ülkeleri arasında işbirliği zorunluluğu getirilmektedir. AB üyesi olmayan ülkelerle uygun eşgüdümün kurulması için çalışılmasına yer vermektedir.

ESPOO sözleşmesi sadece suya odaklı sözleşmeler olmayıp, suya dayalı projeleri (baraj yapıları, yer altı suyu çekim işlemleri) ilgilendiren hükümleri bulunmaktadır.

ÖZETLE; AB, özellikle sınır aşan sularımızın yönetiminin (AB, “Uluslararası Su” olarak adlandırmaktadır) AB’ye devredilmesini ve bu nehirlerin bulunduğu havzalarda yapılacak yatırımları AB İZNİNE bağlamamızı istemektedir. Daha da ileriye giderek, bu nehirler ile ilgili proje hazırlarken Sınır ötesindeki ülke ve/veya ile anlaşmamızı da istemektedir. Yani Fırat için Irak ve Suriye; Dicle için, Suriye ve yeni güney komşumuz, yakın zamanda ABD desteğiyle Devlet olması an meselesi olan PYD-PKK oluşumu ile anlaşmayı tavsiye etmektedir. Tabii Çoruh nehri için Gürcistan, Aras Nehri için, Türkiye, Azerbaycan, İran, Ermenistan uzlaşmasını, Arpaçay için Ermenistan ile uzlaşmamızı istemektedir.

Çevreyi çok önemsediğini ifade eden AB’nin, Türkiye’de Nükleer santral kurulurken hiç sesi çıkarmamıştır. Yüzlerce dereyi tahrip eden, dere tipi hidroelektrik santralleri kurulurken sesi çıkmamıştır ( 23250 MW için tahribatlar yapılmış, sadece 7857 MW’lık santral kurulabilmiştir). Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Trakya’daki topraklarımızda, 272’si kanserojen 2500 civarında kimyasal kullanılarak çıkartılmaya çalışılan Kayagazı’na, çıkartan şirketler AB ve/veya ABD kökenli diyerek itiraz etmemiştir. Çevreyi tahrip etmesi kesin olan “Kanal İstanbul” ile ilgili tek kelime etmeyen AB, her nasılsa, Doğu Akdeniz’de sondaj yapıp çevreyi kirletiyoruz ve bunun için kendilerinden izin almadık

diye, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Mogerini’nin imzasıyla, Komisyon adına, Mart 2018’de KINAMA yayınlamıştır. AB’nin gerçek yüzü budur!

AARHUS SÖZLEŞMESİ ise, Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE) 25 HAZİRAN 1998 tarihinde DANİMARKA'NIN AARHUS şehrinde (ÅRHUS) Dördüncü Bakanlar Konferansı'nda "Avrupa için çevre" sürecinin bir parçası olarak kabul edildi ve 30 Ekim 2001'de yürürlüğe girdi.

Aarhus sözleşmesi; Çevresel konularda bilgiye erişim, çevresel karar verme sürecine halkın katılımı ve yargıya başvuru sözleşmesidir. Konu bu şekli ile ortaya konulduğunda AB üyesi ülkeler için hiçbir tehlike oluşturmadığı gibi, oldukça izi bir sözleşme olduğu söylenebilir. Ancak konu Türkiye özeline geldiğinde durum oldukça farklılaşacaktır.

Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizde 40 yıldır süregelen PKK olayı bilinmektedir. Mevcut Hükümet ve/veya gelecekteki Hükümetlerden biri bu bölgelerde yatırım kararı aldığında PKK sempatizanı birçok kişi veya STK’nın ertesi gün mahkeme kapısına koşacaklarını rahatlıkla tahmin edebiliriz. Mahkemeler sonuçlanmadan, sonuçlansa bile başka kişiler tarafından yeniden mahkemeye müracaat edileceğinden bu bölgelerde hiçbir yatırım yapılamayacaktır. Yatırım yapılamayan Bölgelerde işsizlik, yoksulluk artacak ve bedelini önce Hükümetler sonra Türkiye bölünerek ödeyecektir. AB’nin AB ortaklığı için bu sözleşmeleri öncelikle imzalamamızı istemesinin sebebi budur.

Türkiye için İntihar hükmünde olan bu sözleşmeleri şu ana kadar imzalamayan Hükümetimizin bu kararlılığını takdir ederken, CHP’nin 24 Temmuz 2014 tarihinde Sayın Sezgin Tanrıkulu aracılığıyla Mecliste Dönemin Dış İşleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’na “bu sözleşmeler neden imzalanmadı” şeklinde sorduğu soruya da anlam vermekte zorluk çekiyoruz.

Yayın Tarihi: 7 Mayıs 2020 | Yayın Saati: 15:08:38