SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 14 HAZİRAN 2021

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU

 

14.06.2021

 

 

KONULAR:

 

  • Marmara Denizi’nde Müsilaj
  • KYK Borç Yapılandırılması
  • Türkiye’nin Gıda Meselesi

 

 Marmara Denizi’nde Müsilaj

Yılların ihmalleri ve Avrupa’nın atıkları Marmara’da gün yüzüne mi çıktı?

 

 

 

 

 

 

Haziran, 2021

 

 

Şüphesiz doğanın dengesini bozan tek canlı insandır. Üstüne vahşi kapitalizm tarzı para kazanma hırsı eklenince doğa maalesef, bugünlerde Marmara Denizi’nde yaşadığımız olay gibi aşırı yüklenmelere cevap verememektedir. Bu olay göstermiştir ki, bizler gözümüzle görmesek bile doğa biz insanların yanlışlarımızı bertaraf etmek için mücadele vermektedir. Marmara Denizi’nde yaşanan müsilaj problemi üç başlık halinde değerlendirilmiştir. Şuan yaşanan sorun ne yeni İSKİ yönetimine topu atarak ne de bakanlığı göreve çağırarak çözülebilir.-Bunlar ancak olay ve yer odaklı geçici çözümler sunabilir. Sorunun çözülmesi ülkemizdeki mühendislik aklı ve eğitiminin tamamen değiştirilmesi ile sürdürülebilir bir şekilde çözülebilir. Ayrıca konu siyasi tartışmalara yer verilmeyecek şekilde ele alınmalıdır (örnek)*. 

       i.          Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşan düzensiz nüfus artışı, sanayileşme ve atık suların arıtılmadan veya yetersiz arıtmanın ardından denize deşarj edilmesi ve Marmara Denizinin iç deniz olması nedeniyle gelen aşırı yükü dağıtamaması,

     ii.          Dünya genelinde yaşanan ve iklim değişikliği kaynaklı deniz sıcaklığı artışı,

   iii.          Almanya sınırları içerisinden başlayıp yaklaşık 2500 km’lik bir hat boyunca Avrupa’nın atık sularını taşıyan Tuna Nehrinin Karadeniz’i yıllardır kirletmesi.

 

Sekil 1. İstanbul’dan sahil manzaraları, 2021

 

1)    Arıtma Problemleri ve Çözüm önerileri

Ülkemizdeki arıtma ve su yönetimi probleminin çözümü ilgili bakanlığın doğru yapılandırılması ile başlamalıdır. Çevre ve Şehircilik bakanlığının yapılanması tamamen yanlış olarak kurgulanmış olup su yönetimi karmakarışık hale getirilmiştir.

Bakanlığın yapısı gelişmiş ülkelerde olduğu gibi tamamen bilimsel bilginin uygulanmasına, çevre unsurlarının (su, hava, toprak ve ormanlar) korunması ve sürdürülebilir olarak yönetilmesine imkan verecek şekilde tasarlanması gerekmektedir.

                                                             i.          İçme suyu temini ve kirleticilerin belirlenmesi,

                                                           ii.          Atık suların bertarafı,

                                                         iii.          Havzaların korunması & su yönetimi,

                                                         iv.          Sulama alanlarının oluşturulması, 

                                                           v.          Katı atıkların bertarafı,

                                                         vi.          Hava ve toprak kirliliğinin önlenmesi ve yönetilmesi

Şeklinde özetlenebilecek, çevre unsurlarının sürdürülebilir şekilde korunması ve yönetilebilmesi için oluşturulacak yeni bakanlık yapısının; gerektiğinde AR-GE faaliyetleri yapabilen/yaptırabilen, kanun ve limit koyabilen, yatırım planları hazırlayan, ceza ve yaptırımı bünyesinde toplamış bir kurum olması gerekir.

Ayrıca, bu yapıda görev alacak kişilerin -bakandan, üst ve alt bürokratlarına, teknik personelden kontrol mühendisine kadar- ilerleyen sayfalarda açıklandığı üzere seçilmesi gerekmektedir. Görevden alma ve atamaların kurum hafızasını koruyacak hatta geliştirecek şekilde yapılması gerekmektedir.

Ayrıca, belediye başkanları şehri yönetmeye aday gösterilmeden önce, öncelikle geçmişi değerlendirilmelidir. Başkan adaylarının belediye işlerinden habersiz ve alakasız meslek gruplarından (işletmeci, öğretmen, doktor vs.) seçilmemesi gerekmektedir. Mümkün mertebe, mühendis kökenli belediye başkanları göreve getirilmelidir.

TÜİK verilerine göre son yıllarda Marmara Bölgesi’nde kişi başına üretilen atık suların arıtılarak deşarj edilme oranları istatistiksel olarak anlamlı derecede artış göstermiştir. Ancak, bu konuda konu da yaşanan en büyük problemler şu şekilde sıralanabilir;

                                       i.          Sanayi tesislerinin kaçak direkt deşarjları,

                                    ii.          Organize ve Islah organize sanayi bölgelerindeki işletmelerin yeterince denetlenmemesi veya sürekli kriterlere uygunluk esnekliklerinin sağlanması,

                                  iii.          Biyolojik arıtma yapılmadan -sadece ön arıtma yapılarak- denize belediye atık sularının kısmen deşarjı,

                                   iv.          Arıtma yapılsa bile alıcı ortam kriterlerinin tutturulamaması ve arıtma problemleri.

Bu olay sadece son bir kaç yılda ortaya çıkan ve geçici bir problem olarak görülmemeli, Türkiye’de bir zihniyet değişiminin başlangıcı olmalıdır. Mevcut durumda, bölgeye oksijen takviyesi yapılmalı, su üzerine çıkan salyanın bertarafı sağlanmalıdır. Haliç temizliği tarzında arıtma yaparak temizlemek, ülke bütçesine yük getireceği gibi geçici ve zaman alan bir çözüm olacaktır. Eldeki imkânlar, yapılmakta olan arıtma tesislerinin tamamlanması ve doğru işletilmesi üzerine yönlendirilmelidir. Sanayi ve işletmelerin denetimlerinin doğru yapılması sağlanmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arıtma operatörleri atık su arıtımı eğitimi almış Çevre Mühendisliği mezunlarından seçilmelidir. Ayrıca, atık suyun debisi, uygulanması gereken arıtma teknikleri, atık su cinsi ve deşarj noktası hassasiyetleri ayrı ayrı belirlenmeli, arıtma seçimleri ve operatör tecrübe gereksinimleri net şekilde belirlenmelidir.

Yetersiz bilgi ve tecrübe ile yapılan kontrol ve denetleme mühendisliği, ülkemiz kaynaklarının verimsiz kullanılmasındaki en temel sorunlardandır. Ülkemizde Mühendislik eğitimi genel olarak zayıflıklar göstermektedir. İşe alımlarda torpil ve adam kayırmacılıkta işin içine katılınca, lisans eğitimini bile zor bitirmiş denetçiler milyon dolarlık işletmelerin arıtmalarını denetler hale gelebilmektedir. Netice itibari ile denetçi işi bilmediği için firmanın arıtma ile alakalı sorunları çözülmek yerine göz yumma ve müsaade etme şeklinde keyfi uygulamalar ile karşılaşılmaktadır. Yılların tecrübeleri göstermiştir ki, Atık su arıtma tesislerinin kontrolleri bakanlık tarafından doğru şekilde yapılamamaktadır. Bu sebeple, bakanlık adına akademisyenlerden oluşan bağımsız ve yeminli denetçiler seçilmeli ve denetçilerin arıtma tesisleri denetim zamanları gizli tutulmalıdır.

Mühendislik eğitimi almış bir bireyin, piyasada herhangi bir mühendislik görevi yürütebilmesi için, lisans eğitiminin ardından Tıpta uzmanlık sınavı gibi temel mühendislik sınavına girmesi ve ancak belli bir başarıyı sağlayanların lisanslı mühendis olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Kişinin tecrübesi ilerledikçe değişik mekanizmalar yöntemiyle bu durumun tescil edilmesi ve yukarıda belirtilen arıtma gereksinimleri doğrultusunda, arıtma operatörleri belirlenmelidir.

Arıtma tesisleri pahalı ve değerli yatırımlardır. Bu sebeple, tesislerin boyutlandırma ve inşaatları tercihen yerli firmalara ihale edilmeli ve ancak bağımsız akademisyenlerden oluşan kurullar tarafından hesaplamalar ve yaklaşımlar onaylandıktan sonra tesis yapım aşamasına geçmelidir.

Bu durum ayrıca yerli mühendis yetiştirilmesi ve bu konudaki AR-GE iklimine paha biçilmez katkı sağlayacaktır. Bir diğer fayda ise; arıtma tesislerini yabancı firmaların kendi ürünlerini gerek muhataplarının bilgisizliği gerekse art niyetinden kaynaklanan rant pazarı olma durumuna son verecektir.

Özellikle kamuda, son teknolojiyi alıyoruz şeklindeki Show içeren uygulamalar yerine, arıtma tesisinin gerçekten ihtiyacını karşılayacak cihazlar almaları temin edilmelidir. (Not: Bu yolla ülkemiz her yıl milyonlarca dolar zarara uğratılmakta olup, üniversiteler araştırma yapacak cihaz bulamazken arıtma tesisleri pahalı ancak kullanılmayan analitik cihaz çöplüğü haline gelmiştir).

2)    Denizlerdeki sıcaklığı artışı

Bu konunun çözümü sadece ülkemizin irade göstermesi ile çözülebilecek basit bir konu değildir. Ancak, Marmara denizi gibi hassas su ortamlarının oksijen seviyesinin korunması ve su devrinin sağlanması için insan faaliyetlerinin düzenlenmesi gerekmektedir. Bu konu yine en başta zikredilen bakanlık yapısının doğru kurgulanması ve arıtma faaliyetlerinin doğru yapılması ile ilişkilidir.

3)    Tuna Nehri, Ergene havzası ve Karadeniz’e komşu ülkelerden kaynaklı kirlilik

·       Marmara Denizine organik ve inorganik yüklerin girişi ile alakalı, gerçek verilere dayanan rakamsal değerler ortaya konulmalıdır.

·       Bu sonuçlara göre, Ergene havzası ıslah çalışmaları hızlandırılmalıdır.

·       Ayrıca, eğer Karadeniz’den yüksek miktarda yük geliyorsa, bu risk uluslararası düzeyde değerlendirilmeli ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) toplantıya çağırılmalıdır.

·       Ayrıca, konu Tuna nehrini de ilgilendireceği için Avrupa birliğinde de gündeme getirilmeli, Marmara bölgesinde yapılacak ileri teknolojili arıtmalar için birlikten hibe talebi güçlü şekilde dile getirilmelidir. Aksi halde, uluslararası tahkime konu taşınmalıdır.

·       Bu durum ve son zamanlarda yaşanan Süveyş kanalı kazası örnekleri kullanılarak, Montrö boğazlar sözleşmesinde ülkemize tanınan kılavuz gemi verme yetkisi sonuna kadar kullanılmalıdır (*).

·       Marmara Denizi’ne organik ve inorganik yüklerin girişi ve kütle dengesi bilgisi tam bilinmeden konu Kanal İstanbul ile ilişkilendirilmemelidir.

 

 

 

 

 

(*) Boğazdaki herhangi bir kazanın yol açacağı ekonomik ve çevresel sorunlar simülasyonlarla hesaplanmalı ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ)’ye üye ülkelere izah edilmelidir. Bu sebeple, geçen tüm gemilere ücret mukabilinde kılavuzluk verilmesi sağlanmalıdır. 

Kılavuz geminin bir diğer yararı ise, gemi trafiğini kontrollü sağlama imkânı verdiğinden, yoğunluğu azaltacak ve bu gemilerin Marmara Denizinde bekleme sürelerini düşürerek atık su deşarj ihtimallerini sınırlandıracaktır. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KYK BORÇ YAPILANDIRILMASI,

Ülkemizde lisans ve lisansüstü öğrenim gören gençlerimizin sayısı yaklaşık 8 milyonu bulmaktadır. Bu gençlerimizden birçoğu, idealleri uğruna, vatanına, milletine ve insanlığa yararlı bireyler olmak adına ailelerinden uzakta öğrenim görmek için henüz gençliklerine adım atarlarken gurbete çıkmaktadır. Amaçları, elde ettikleri meslek ile gelecekte hayırlı hizmetlerde bulunarak ailelerine ve ülkelerine olan sorumluluklarını yerine getirebilmek olan bu gençlerimiz, öğrenim süreçleri boyunca mali açıdan önemli güçlüklerle karşılaşmaktadır.

19 yıldır Ak Parti iktidarının sürdüğü ülkemizin, içerisinde bulunduğu ekonomik durum hepimizin malumudur. Bu ekonomik koşullar altında, kıymetli ailelerimiz, kısıtlı gelirleri ile yaşamlarını sürdürmek, evlerindeki ocağı sıcak tutabilmek için büyük güçlüklere göğüs gererlerken, aynı zamanda geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimizin üniversite öğrenim masraflarını karşılamaktadır. Gençlerimiz ise ailelerinin hangi güçlüklere göğüs gerdiklerinin bilinci ile öğrenim süreleri boyunca hem okumakta hem de bulabildikleri yarı zamanlı işlerle ailelerine destek olmaya çalışmaktadır.

Bu ekonomik sıkıntılar içerisinde, üniversite okumak, bir meslek sahibi olmak için çabalayan gençlerimiz, Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Öğrenim Kredisi’ne başvurmaya, bu yolla biraz olsun geçimlerini ve okul masraflarını karşılamaya mecbur olmaktadır. Toplumumuzda KYK Kredisi olarak bilinen bu kredi ile ilgili Yönetmelikte “bu kredi, başarılı ve ihtiyaç sahibi öğrencilere verilir” yazmaktadır. Diğer bir ifade ile bu kredinin amacı, başarılı ancak öğrenimini karşılamak için yeterli düzeyde mali gücü olmayan evlatlarımızın desteklenmesidir. Ancak bu Yönetmelik, Ak Parti’nin bize sunmuş olduğu Türkiye gerçeklerinden uzak bir şekilde, gençlerimizin mezun olduktan iki sene sonra kendi meslek alanlarında bir iş sahibi olabileceğini ve bu işten kazanacağı maaş ile krediyi aldığı sürenin yarısı kadar vadede geri ödeyebileceğini öngörmektedir. Ancak işgücü istatistikleri bize göstermektedir ki her iki gençten biri işsiz durumdadır ve her kesimin olduğu gibi Türkiye’de gençlerin de iş olanakları giderek azalmaktadır. Buna karşın yeni mezunlarla birlikte her yıl iş arayan gençlerimizde önemli bir artış olmaktadır. İş bulan gençlerimiz henüz kariyerlerinin başında iken düşük maaş ücretleriyle çalışmaya başlamakta veya işten çıkarılma durumuyla karşılaşmakta, dolayısıyla KYK kredi ödemelerinde aksamalar olabilmektedir. Ancak KYK Yönetmeliği’ne göre ödemenin bir kere aksamasında 1 yıllık borç tutarının, ikinci kere aksamasında ise tüm borç tutarının vadesi gelmiş kabul edilmekte ve gençlerin önemli bir borç tutarıyla karşılaşması söz konusu olmaktadır.  Ayrıca bu gençlerin çoğunun kredi vadesi ile askerlik görevleri çakışmış durumdadır. Nitekim 5 milyona yakın gencimizin KYK kredilerinin geri ödenmesinde yaşadığı zorluklar ve 300 bini aşkın icra ve hacizlerin yol açtığı acı tablo, tüm kamuoyumuzun malumu haline gelmiştir.

Öğrenim görürken, yabancı dil kursu, KPSS kursu, iletişim, yurt ücreti, ev kirası, ulaşım ve gıda gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları bu kredilerin borçlarını, gençlerimiz haklı olarak bu ekonomik koşullar ve işsizlik ortamında geri ödeyemediklerini dile getirmekte ve kredi borçlarının silinmesini talep etmektedir. 

Gençlerimiz, devletlerinin bir sosyal devlet olduğunun bilincindedir. Sosyal devlet olma ilkesi gereğince, gençlerimizin öğrenim görürlerken sadece dersleri ve ilgi alanlarına konsantre olabilecekleri bir mali desteğe sahip olmaları gerekirken, birçoğunun meslekleri ile alakası olmayan yarı zamanlı işlerde çalışarak harçlıklarını çıkarmak durumunda kalmalarına şahit oluyoruz. Sosyal devlet ilkesine uygun olmayan bir yaklaşımla, Sayın Cumhurbaşkanı devleti bir şirket gibi yöneteceğini beyan etmiş olsa da, bir ödeme-tahsilat bürosu gibi çalıştırır hale gelmiştir. Hükümet bir yandan bir ödeme bürosu gibi devletin kaynaklarını dış borç faizine ve rantiye kesimine dağıtırken, bir yandan icat ettiği yeni vergilerle ve zamlarla vatandaştan tahsilat yapmaktadır. Ancak bazı müteahhit kesimlerin uğradıkları vergi afları ve vergi ceza afları ile geçiş/yolcu garantili ödemeler ve israflar, gençlerimizin adalet ve eşitlik duygularını derinden yaralamakta ve kendilerini aciz ve kaygılı hissetmelerine, gelecekle ilgili endişe duymalarına yol açmaktadır.

Sayın Cumhurbaşkanımızdan, gençlerimizin KYK borçları ile ilgili yerinde taleplerine sırtını dönmek yerine, olumlu bir cevap vermesini talep ediyoruz. Görüyoruz ki, gençlerimizin haklı talebini görmezden gelen hükümetinizin, ülkemizi içerisine düşürdüğü ekonomik darboğazda, vergi ve trafik cezası borç yapılandırması gibi KYK kredilerini yeniden yapılandırarak ödemelerinize yeni bir kaynak oluşturma çabasındasınız. Ancak gençlerimiz bu kredi borçlarını yeniden yapılandırmayla dahi ödeyemeyecek durumdadır. 19 yıldır hükümette olmanın ve ekonomide açmış olduğunuz derin tahribatın bilinci ile bunun görmezden gelmemeniz gerektiğini düşünüyoruz. Gerçek şudur ki gençlerimizin birçoğu işsiz, diğerleri ise size asgari ücretlerinden başkasını veremeyecek durumdadır. Sayın Cumhurbaşkanı, gençlerimizin sizden haklı talebi, bu borçların tamamen silinmesidir. Bizler Yeniden Refah Partisi olarak, Sayın Cumhurbaşkanına sıklıkla ifade ettiği Şeyh Edebali’nin “Ey Oğul! İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” sözünü hatırlatıyor ve buradaki “Ey Oğul” ifadesinin bugün sizin yaşatabileceğiniz gençlerimize bırakacağınız önemli bir mirası temsil ettiğini hatırlatıyoruz. Geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerimizin, KYK borçlarının silinmesi yönündeki taleplerini yerinde buluyor ve hükümetinizin içerisinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları da gözeterek, size bir tavsiye olarak isteğe bağlı ödeme seçeneğini öneriyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı, gençlerimize güveniniz. Gençlerimizden durumu olmayanlara talepleri halinde KYK kredi borçlarını “süresiz erteletebilme” veya “sildirebilme” hakkının verilmesini, ödeme durumu olduğunu beyan edenlere ise “isteğe bağlı ödeme seçeneğini”, 83 milyon vatandaşımızın menfaati için uygulamaya alınız. 83 milyonun menfaati diyoruz, çünkü ülkemizin en yerli, en milli ve en stratejik yatırımı, geleceğe umutla bakabilen, devletine güvenen, bilimle ve inançla donanmış gençlerimizi yetiştirmek olacaktır.

Bizler Milli Görüş Hareketinin tek temsilcisi Yeniden Refah Partisi olarak, gençlerimizin henüz kendi ayakları üzerine bastıkları ilk yıllarda yaşadığı bu sorunların temelinde; hatalı ekonomi politikalarının,  sanayileşmedeki plansızlığın ve hatalı yaklaşımların, başta mesleki ve teknik eğitim olmak üzere Milli Eğitim ve yükseköğretimdeki felsefeden yoksunluğun ve plansızlığın olduğunu gayet iyi biliyoruz. Ancak bu hususlardaki eleştiri ve önerilerimizi gençlerimizin haklı taleplerine odaklanmak ve dikkat çekmek adına bu konuşmamızda dile getirmiyoruz. Türkiye’mizin en önemli ve en stratejik kaynağı olarak gördüğümüz gençlerimizin her zaman yanında olacağımızı ve 50 yıllık Milli Görüş tecrübemiz ile iktidarımızda gençlerimizle birlikte Yeniden Büyük Türkiye’nin inşasında omuz omuza çalışacağımızı beyan ediyoruz. Bu vesile ile başta gençlerimiz olmak üzere, aziz milletimize saygı, hürmet ve selamlarımızı sunarız.

 

            Yeniden Refah Partisi

  Milli Eğitim Politikaları Kurulu Başkanlığı

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TÜRKİYE’NİN GIDA MESELESİ

 

 

             

1.    Gıdayı Kontrol Eden Şirketler

2.    Tohum Ve Gdo

3.    Su Gaspı

4.    Tağşiş

5.    Katkı Maddeleri

6.    Şeker

7.    Gıda Enflasyonu

8.    Gıda İthalatı

9.    Reklam Ve Özendirme

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1.GIDAYI KONTROL EDEN ŞİRKETLER

KURGULANMIŞ AÇLIK

Tarih boyunca güç merkezleri, geniş insan kitlelerini güdebilmek ve hâkimiyet altına alabilmek amacıyla  ‘korku’  faktörünü kullanmışlardır. İnsanın en temel korkularından birisi ‘aç kalma korkusu’ dur.

Zaman zaman TV’lerde gördüğümüz ve herkesi etkileyen Afrika’dan açlık görüntülerini hatırlayalım: her yaştan on binlerce insan aç ve yarı çıplak kuyruklar halinde sıralanmışlar ve ellerinde bir tas ile uluslararası sözde yardım kuruluşlarının kaynattığı kazanlardan bir miktar pirinç bulamacı kapabilmek için saatlerce beklemektedirler.

Yüzleri sinek dolu, bir deri bir kemik bebeklerin, karnı şişmiş ağlamaya bile mecali kalmamış küçük çocukların görüntüleri hepimizin belleğinde derin izler bıraktı.

Bu görüntüler şehirde yaşayan karnı tok insan kitlelerini ‘açlık tehlikesinin gerçekliğine inandırmakta önemli rol oynamıştır.

Açlık korkusunun etkisi altına sokulmuş bir toplumda kişiler alışkanlıklarını, örf ve adetlerini unutarak her türlü baskı ve istismara elverişli hale gelirler. Bu duruma sokulmuş bir toplumu rastgele gıdalarla beslemek kolaydır.

 “Dünyanın kaynakları sınırlıdır” hikâyesini yazıp bize inandırmışlar. Bir tohum atarsınız Allah dilerse binlerce başak verebilir. Bizim inancımızda nimetler sınırsız, insanların ihtiyaçları sınırlıdır. Allah dilerse 7 milyar insanı beslediği gibi 700 milyar insanı da aynı dünyada besler.

 

Bugün dünyada yaşanan açlık ve yetersiz beslenmenin nedeni gıda azlığı veya üretim yetmezliği değil, hak ve adalete dayalı paylaşımın olmayışıdır. Adil olmayan bu paylaşımın temelinde küçük bir azınlığın milyarlarca insanı, sınırsız bir açgözlülükle sömürmesi yatmaktadır.

 

ABD Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Henry Kissinger 1970′li yıllarda söylemiş olduğu “Petrolun kontrolü ile bütün bölge ve kıtaları, gıdanın kontrolüyle bütün insanları kontrol edebilirsiniz.” sözü bugün hala gerçekliğini korumaktadır. Bu sözle beraber daha da iyi anlıyoruz ki, emperyalist güçler kurum ve kuruluşlarıyla gıdamıza ve beraberinde insanımıza hakim olmak amacındadırlar.

 

Gıda ve tarım alanında FAO(Birleşmiş milletler gıda ve tarım örgütü) kuruluşu bu amaca hizmet etmektedir. Dünyada bu amaca hizmet eden tahıl, gıda ve tohum pazarının hakimi olan  kuruluşların başında  ise Cargill, USAID,Bill and Melinda Gates vakfı, Unilever, Mosanto, Rockefeller vakfı , Ford vakfı, Syngenta ve  Dupond gelmektedir. Mc donalds, Burger kıng, Coca cola gibi en çok pazar payına sahip kuruluşlar ise bir ülkeye ilk açtıkları şirketlerdir.

 

AMERİKAN TİPİ YAŞAM MODELİ

 

Bir ülkeye kendi kuruluşlarını kolayca sokabilmek için önce bir ‘yaşam modeli’ ortaya atılır. Bu model geniş insan kitlelerine özendirilir ve imrendirilir. Bu yaşam modeli ‘Fast Food’ denilen Amerikan tipi yaşam modelidir. Buğday, mısır ve soya üzerine inşa edilmiş bir beslenme sistemidir. Bunun sonucunda insanlar eski alışkanlıkları olan, oturarak sakince yemek yeme kültürünü terk ederek ayak üstü, telaş içinde tıkınmaya alıştırılır.

 

Reklam ve özendirmelerle bir toplumun beslenme alışkanlıklarına müdahale ederek istedikleri gıdayı o ülkeye pazarlayabilmektedirler. Tıpkı 1950’lerde tereyağı ve zeytinyağı tüketen Türk halkına, dev bir gıda şirketi olan Ünikleler, vita ve sana markalarıyla margarini sağlıklı ve modern diyerek yutturduğu gibi.

Sonuç olarak esas hedef tüm dünyada ABD Tarım Holdinglerine bağımlı bir gıda sistemi oluşturmaktır.

 

TARIMLA GEÇİNENLERİ BEZDİRME VE TARIMSAL ÜRETİMİ DIŞA BAĞIMLI KILMA

Kırsal alanda yaşayan insanımız yaşam şartlarının zorlaşmasıyla ve dev gıda şirketlerinin ülkemize girmesiyle toprağından koparılıyor, şehirlere göç etmeye özendiriliyor. Son 30 yılda Türkiye de büyük şehirlerin nüfusu 4-5 kat artmış ve köyler boşalmıştır. Dünün tarım üreticileri bugün artık üretemezken aynı zamanda tüketici konumuna gelmiştir. Toprağın onurlu insanları şehirlerde bulabildikleri her işi en düşük ücretlerle yapmak zorunda kalmaktadırlar.

Tarımda başarılı olup olmadığınıza başka ülkelerin analiz kurumları; FDA yahut EFSA gibi kurumlar karar veriyorsa bir şeyler yanlış gidiyor demektir. Türkiye’nin çiftçiye para dağıtmak ve ‘bize güvenin, gerisini merak etmeyin’ demenin ötesinde ayakları yere basan bir politikası yok.

 

2.TOHUM VE GDO

Dünya sistemine yön veren güçler, kurum ve uluslararası sermaye şebekeleri, GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) denilen sistemle canlıların yapısını değiştirme, her şeyi ticari bir meta haline getirme, bütün kâinata hâkim olma ve insanları köleleştirme arzusundadırlar.

 

Dünyada bu alanda yürütülen en önemli projelerden biri GDO dur. Bilim adamları küresel olarak artan nüfusla birlikte gıda sıkıntısı yaşanmaması için GDO teknolojisinin kullanılması gerektiğini söylüyorlar. Genleri bir canlıdan alıp başka bir canlıya nakletme işine GDO deniyor. Böylece sıcağa, soğuğa, böceklere ya da virüslere karşı dirençli yeni ‘tür’ler oluşturmak hedefleniyor. GDO; bitki, hayvan ve insanların bazı genlerinin çıkartılıp yerine diğer canlılardan bir takım genler aktarılmasıyla gerçekleşen müdahale sistemidir. GDO teknolojisiyle, çok daha fazla ürün elde edilmesi ve besin değerlerinin artırılması sağlanacağı ileri sürülüyor. Ancak genetiği değiştirilmiş gıdaların sağlığa zararları tüm dünyada tartışılıyor. Sınır gözetmeksizin hayvan ve bitki arasında birçok türde bu işlem yapılıyor. Tüysüz tavuk, istenen renk balık, istenen şekil sebze.. gibi birçok yeni tür üretilebiliyor. Örneğin Çin’de ineklerin anne sütüne yakın süt üretmesi için ineklere insan geni enjekte edilmiştir.

 

İnsanlığın faydasına ürettik diye iddia edilen GDO’lu mekanizmaların büyümesi, yetişmesi, meyve vermesi için kullanılan kimyasallar, ilaçlar hem doğayı öldürüyor, hem de kanser, kısırlık, gelişim bozukluğu, sinir sistemi bozukluğuna yol açıyor. Hal böyle iken GDO’lu tohum ve gıdaların kontrolsüzce ülkemize ithal edilmesi endişe vericidir.

Türkiye'nin de dünyanın hiçbir ülkesinin de GDO'lu ürünlere ihtiyacı yoktur. GDO, insanlığın ortak mülkü olan tohumun, Yahudi baronlarının tekeline geçirilme hareketidir.

Nisa Suresi 119'da: “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de (putlara adak için) hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o apaçık bir hüsrana düşmüştür.’’

Bakara 11,  Onlara “Yeryüzünde düzeni bozmayınız” denildiğinde, “Hayır, biz yalnızca ıslah edenleriz” derler.

Bakara 205, O, (senin yanından) ayrılınca yeryüzünde bozgunculuk yapmağa, ekin ve nesli yok etmeğe çalışır. Allah ise bozgunculuğu sevmez.

Adına ister GDO desinler isterse de hibrit desinler bu şeytani bir fiildir.

Hz Peygamber S.a.v.’e, bir ‘katır’ hediye edilir. Hz Ali, Efendimize; “ Eşekleri atlara aşırsak da, katırlar elde etsek” dediğinde, Hz Peygamber S.a.v.; “Bunu şeriatın hükmünü bilmeyenler yapar!” buyurur (Ebu Davud, Cihat 59, 2565 – Nesâî Hayl 10, 224)

Biz buradan bitki katırı üretmenin de yasak olduğu hükmüne varabiliriz. Kaldı ki bu yasak muharref Tevrat'ta Kedoşim 19'da bile var.

Yeni bir ırk elde etmek için iki ayrı türü çiftleştirmeye  de melezleme denilir. Bu hâl hayvanlar için geçerli olduğu gibi, bitkiler için de geçerlidir. Bazı aklı evveller, siyahî biri ile beyaz tenli biri veya iki farklı ırktan kimsenin evlenmesinden doğan çocuğu da melezleme olarak tanımlar. Böyle ifadelendirme cehaletin bir göstergesidir. Zira iki tür insan yoktur, farklı olan şey kavimlerdir.

Günümüzde laboratuvar ortamında yapılan hibritleştirme (melezleme), tabiatta kendiliğinden olduğu şekilde değil, aksine teknik müdahalelerle yapılan ifsadın, adıdır.

Ülkemizdeki yerli tohum denilen tohumlar gerçek tabiî tohumlar değildir. İstatistikle “yerli” gibi gösterilen tohumların sahipleri, Avrupalı ve İsrailli Monsanto, Hazera, Bayer, Syngenta, DuPont, Dow, KWS, Basf, Cargil ve bunların yan şirketleridir.

Diyelim yerli, ama bu tohumların pek çoğu hibrittir. Yani genetik yapısına şu ya da bu şekilde müdahale edilmiş tohumlardır. Diyecekler ki “hayır efendim, hibrit genetik müdahale değil!” Peki, hibrit genetik müdahale değilse, hibrit neden kısır? Rengini, boyunu, tadını nasıl değiştirebiliyorsunuz? Neden ondan tohum elde edilmiyor? Bu sözde ıslah edilmiş sentetik tohumlardan tohum elde etseniz dahi, neden önceki verimi vermez?

Adı ister hibrit, ister de GDO olsun; süreç, canlıların patentlenmesidir. Patentlemek; hiçbir dış müdahale olmaksızın kendini sonsuza kadar yeniden üretebilen fıtrî sistemin mülkiyetinin ele geçirilmesi, bir başka deyişle ‘yaşamın patent altına alınması’ demektir.

Türkiye’de 2006 yılında çıkarılan 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu’nun 7’inci maddesindeki “Yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir” hüküm gereği, -altını kalınca çizmeliyiz ki- on binlerce yıldır kullanılagelen geleneksel yani tabiî tohum ticareti yasaktır ve suçtur.

Mevcut iktidar tarafından çıkartılan bir kanunla; bütün bir toplum gerçek tohumlardan uzaklaştırılmakta, tarım politikaları ile de toprağa ait olan insan, topraktan uzak hâle getirilmektedir.

Tohumun mülkiyetinin devri; sadece yaşayan insanların haklarından feragat etmesi olmayıp, bilakis sapa sağlam devraldığımız kadim tohum emanetinin gelecek nesillere aktarılmayarak ‘emanete hıyanet’ edilmesi, daha da önemlisi, gelecek nesillerin yaşama haklarının bir avuç merhamet yoksununun insafına terk edilmesidir!

Geleneksel tohumun ticaretinin yasak olduğu, buna karşın ticari firmaların mülkiyetine geçirilmiş hibrit kısır tohumların yaygın olarak kullanıldığı Türkiye’de, 2010 yılında çıkarılan Biyogüvenlik Kanunu gerekçe gösterilerek, GDO’lu ürünlerin yasaklandığı iddia edilir. Oysa iddianın geçersizliğini anlamak için, kanuna bakmak yeterli olacak. Bu kanunun amaç maddesi, “genetik yapısı değiştirilmiş organizmalar ve ürünlerinden kaynaklanabilecek riskleri engellemek” cümlesiyle başlamakta. İkinci maddesinde ise “Veteriner tıbbî ürünler ile Sağlık Bakanlığı’nca ruhsat veya izin verilen beşeri tıbbî ürünler ve kozmetik ürünleri bu Kanun kapsamı dışındadır” denilmekte. Bu hükümle insanî ilaç ve aşılar, kozmetik ve temizlik ürünleri, tekstil ürünleri ve veteriner ilaçlarının kapsam dışına alınarak, zikredilen alanlarda GDO’ya resmen izin verildiği açıkça görülür. Ayrıca kanunun beşinci maddesinde GDO yasaklanmıyor. Bilakis yasanın ifadesiyle, “GDO ve ürünlerinin onay alınmaksızın piyasaya sürülmesi” yasaklanıyor. Neticede, Bakanlığa bağlı olan Biyogüvenlik Kurulu isterse, son olarak 13 Kasım 2011’de verdiği izin gibi, GDO’lu ürünlere gıda veya yem amaçlı izin verir ve vermektedir.

Ülkemizde transgenik tohumlar, tarımın dışa bağımlı olmasına ve çiftçinin bitirilmesine neden olmaktadır. Hibrid tohumların ekimiyle elde edilen ürünlerden tohumluk ayırmak mümkün değildir. Bu tohumlar bir ekim sonrasında kısırlaşmakta ve  ürün vermemektedir. Bu durum çiftçiyi her yıl yeniden tohumluk alma zorunluluğuna iter.

 

Örneğin buğday ,dünyanın birbirinden uzak bölgelerinde ,farklı iklim şartlarında ve farklı toprak yapılarında,  farklı gelişim süreçleri geçirir. Böylece her bölgenin kendine özgü tohum tipi oluşur.

O yörenin tohumu , aynı yörede etkili olan zararlı haşere ve hastalık tiplerine karşı yabancı tohuma göre daha fazla dirençlidir.

 

Hibrid tohumlar yerli tohumlara göre en başta daha verimli olurlar ama kısa zamanda toprağı aşırı tüketmekten dolayı  verimlilikleri düşer . Bu yüzden kimyasal gübre ihtiyacı ortaya çıkar bu da çiftçi için yeni masraf kapısıdır. Hibrid tohumların dayattığı diğer bir sorun da yeni haşere ve hastalıklardır. Çiftçi hibrid tohumla beraber yeni ortaya çıkan bu problemle yeni tarım ilaçları ile mücadele etmeye çalışır.  Çiftçinin masrafı giderek artar ve borçlanmaya doğru gider.

 

2.Dünya savaşından sonra hibrid mısır ve buğday tohumlarının tahıl üretiminde ilk kullanımı  Meksika ve Hindistan’da uygulandı. Daha sonra bu uygulama Pakistan ve Türkiye de uygulanmak istendi. Süleyman Demirel hükümeti ve tarım bakanı Bahri Dağdaş ın girişimiyle ‘Sonora 64’  buğday tipi ülkemize girdi. Bu buğdayın ithal edilmesiyle verimliliği artırmak için  gübre, ilaç, makine vb de ithal etmek zorunda kaldık.

 

Hibrit tohuma mahkum edilen çiftçi her yıl yeni tohumluk almak, süratle fakirleşen toprağa suni gübre sağlamak ve alışılmışın üzerinde üreyen haşerelerle mücadele etmek için sürekli daha fazla kimyasal ilaç almak zorundadır. Böylece çiftçi bir kısır döngünün içerisine hapsedilmiştir. Stratejik tarım ürünlerinde dışa bağımlılık sadece çiftçinin değil ülkenin de tükenişidir.

 

Eskiden çiftlik hayvanları meralarda otlayarak beslenirdi. Şimdi dünyada GDO lu soyanın % 90 ını mısırın %80 ini hayvanlar yemekte. Sonuç olarak hayvanlar da şeker hastası oluyor. Bunların etlerini yumurtalarını yiyen insanlar kalp ve damar hastalıkları, Alzheimer, Parkinson gibi birçok hastalığa yakalanıyor.

Sebze ve meyvelere bilinçsizce kullanılan zirai ilaçlar sebze ve meyveler tarafından depolanıyor. Oradan da sofralarımıza geliyor. Zirai ilaç kalıntılı ürünlerin tüketilmesi başta kanser olmak üzere, erken doğum, gıda zehirlenmesi gibi daha birçok ciddi hastalığın temelini oluşturuyor.

 

3.SU GASPI

Dünyada tatlı su kaynakları giderek tükenmekte, insanlık yaşamın kaynağını korkutucu boyutlarda kirletmekte, israf etmekte ve tüketmektedir.

Tatlı su gereksinimimiz bugün var olan miktarı aşmaktadır. Eğer bizler su konusunda önlemler almazsak gelecek çeyrek yüzyıl içerisinde su mücadeleleri başlayacaktır.

Dünyada var olan toplam su 1,4 milyar kilometreküptür. Bunun %2,6 sı tatlı sudur.

Dünyada Su krizi 1940 lardan bu yana oluşmaya başlamıştır.

2000 yılının mart ayında Hollanda da 2. Dünya su forumu yapıldı. Konferansın başlığı dünya çapında su kaynaklarının korunması konuluydu. Fakat gerçek böyle değildi.  GWP (global water parnership) isimli bir ticari lobi tarafından organize edilmiş ve ticari kuruluşların su satışlarından en fazla nasıl kazanç sağlayacağı üzerine yoğunlaşılmıştır. Konferansta unilever ,nestle ,coca cola  gibi şişe suyu üreticileride  bulunmaktaydı.

Bu konferansla birlikte evrensel bir hak olan su ,ihtiyaç olarak tanımlanmıştır. Böylece su  ticari bir meta haline getirilip, pazar kurallarınca belirlenen fiyatlarla alınıp satılmasının önü açılmış oldu.

İçme suyunu, insan kitlelerine pahalı ve peşin parayla satmaya alıştırmanın mükemmel bir yöntemi de suyu şişelemek olmuştur.

2009 Yılı mart ayında 5. Dünya Su forumu İstanbul da gerçekleştirildi. Küresel su konzernlerinin hazır bulunduğu forumda  Türkiye’nin su kaynaklarının özelleştirilmesi sürecini yakından takip ettiler.

 

4.TAĞŞİŞ

Tarım ve orman bakanlığı taklit ve tağşiş yapan toplam 74 firmaya ait 99 parti ürünü kamuoyuyla paylaştı. Tarım ve Orman Bakanlığı tağşiş yapan firma listelerini yayınlayarak gıda denetiminin çok iyi yapıldığı algısı yaratmaya çalışıyor. Fakat tüketici yedikten sonra yayınlamanın bir anlamı yoktur. Teşhir edilen firmalar caydırıcı olmayan cezayı ödeyip üretime devam ediyorlar. Tüketici de bu ürünleri satın almaya ve yemeye devam ediyor.

Bakanlığın caydırıcı cezalarla bu gıda terörünü önlemesi gerekiyor. Bu tür sahtekârlık yapanların işletmeleri kapatılmalı. Para cezası bir daha bu işi yapmayacak derecede caydırıcı olmalıdır.

Gıda işi yapan 400 bin firmanın yüzde 90’ı kayıt dışı çalışıyor. ‘Merdiven altı’ olarak tabir edilen ve denetlenemeyen ‘hayali firma’ sayısı yüz binlerle ifade ediliyor. Kısıtlı denetçi ve artan kayıtsız işletmelerle denetimler ve yaptırımlar yetersiz.

Ülkemizde dar gelirli kesim her geçen gün gelirlerinin daha büyük bir bölümünü gıda alımına ayırmak zorunda kalıyor. Ülkemizde “gıda enflasyonu” artık kurumlaşmış ve ekonominin en yetkili ağızları tarafından bile yükselen enflasyonun baş sorumlusu olarak saptanmıştır. Bu duruma bir çare bulunmadıkça gıda fiyatları yükselmeye devam edecek, gıdaya para yetiştiremeyen dar gelirli kesim, hileli olduğunu bilse bile ucuz gıdaya yönelecektir.

Üzerinde en çok oynama yapılan gıdalar ise süt ve süt ürünleri, zeytin, et ve et ürünleridir.

Yapılan denetimler sonucunda;

Tavuk dönere öğütülmüş inek memesi, kıymalı pidede domuz eti kıyması, sucukta at ve eşek eti, salamda tavuk kemiği katıldığı anlaşılmıştır.

Kavurma, sucuk, kebap ve kırmızı et gibi ürünlerde domuz ve tek tırnaklı eti kullanan firmalar ortaya çıkmıştır.

Peynirde, süte katılan su, nişasta, rengini beyaz tutmak için klor, içine eklenen margarin ve küflü peynir, bitkisel yağ ve nişasta ekleme, soya unu ve boyar maddelere rastlanmıştır.

Baharatlarda gıda boyası,  çay ve kahve ürününde ilaç etken maddesi ve gıda boyası, alkolsüz içeceklerde ilaç etken maddesi bulundu. Ballarda ise taklit ve tağşiş yapıldığı anlaşıldı.

Bitkisel yağlarda farklı tohum yağları katıldığı, yoğurtta domuz jelatini kullanıldığı anlaşıldı.

 

5.KATKI MADDELERİ

Bir türlü ekşimeyen bol antibiyotikli sütler, haftalarca bozulmayan yoğurtlar, küflenmeyen peynirler..

 

Gıda katkı maddeleri; üretim maliyetlerini azaltmak, bozulmayı geciktirerek raf ömrünü uzatmak, tadı artırmak ve değiştirmek, cezp edici kılmak, berraklaştırmak ve rengini güzelleştirmek, hacmini artırmak, karışımı sağlamak vs. gibi amaçlarla kullanılır.

 

Marketlerde satılan ürünlerin üzerinde bulunan E kodları ve numaraları satılan ürünün hangi katkı maddelerini içerdiğini gösteriyor. Ancak bu kodların ne olduğunu vatandaş bilmiyor. Üretici katkı maddesinin ismini yazsa bile Latince yazdığı için bir şey anlaşılmıyor. Hal böyle olunca firmalar, hiç bir sınır tanımadan yasak ve sağlığa zararlı katkı maddelerini ürünlerine dolduruyor.

 

Bugün bir ürünün içine otuza yakın katkı maddesi konulabiliyor. Bu katkı maddelerinin ikisinin bir araya gelmesiyle insan sağlığına nasıl bir olumsuz etki ettiği hiçbir kurum tarafından araştırılmamış. Bu sistemi kuranlar sadece bunu ekonomi adına, çok para kazanmak adına yapmıyorlar. Bunun bir de ideolojik tarafı vardır.

 

ABD Gıda ve İlaç dairesi FDA ya göre; bugün piyasada gıdalara katılan 6000 civarında kimyasal ürün ve katkı maddesi bulunmaktadır. Yine ABD’ de 2009 yılında yapılan bir çalışmada yeni doğan çocukların göbek bağında 230 dan fazla çeşitli kimyasala rastlanmıştır.

Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi FDA’nın, katkı maddelerine yönelik GRAS yani ‘güven’ sıralaması vardır.  Ne üzücüdür ki, FDA’nın GRAS sıralamasına giren bir katkı maddesinin onay almasına gerek yoktur ve hiçbir sınırlama olmaksızın piyasada ölçüsüzce kullanılır. Batı Pasifik Üniversitesi’nden Dr Mindell, ‘güvenli’ diye piyasada dolaşan 20 katkı maddesini inceleyip, “Earl’ün en korkunç 20’si” diyerek listelemiştir.

 

MSG, gıda katkısı olarak E-621 adıyla bilinmektedir. Başta salam, sosis, hamburger, hazır çorbalar, cips, kraker, et suyu tabletleri, köfte harçları, salata sosları olmak üzere pek çok hazır gıdanın üretiminde kullanılmaktadır. MSG, katkılı olduğu yiyecekleri tüketenlerde doyma hissini baskılayarak bireylere daha çok yemek arzusu oluşturmaktadır.

Büyüme ve gelişme çağındaki çocuklar sürekli ve yüksek miktarda msg içeren besinler tükettiğinde, büyüme hormonları baskılanarak gelişimlerinde gerileme gözlenebilir. Sinir hücrelerinde hasara sebep olabileceğinden dolayı parkinson, alzheimer, epilepsi gibi sinir sistemi hastalıklarında tedavi sürecini yavaşlattığı düşünülmektedir.

Aspartam yapay bir tatlandırıcıdır. Alkolsüz içecekler, süt ürünleri, sakızlar, çikolata ve dondurma gibi ürünlerde tatlandırıcı olarak kullanılır.

 

Sodyum nitrat ve sodyum nitrit özellikle hazır işlenmiş et ürünlerinde kullanılır. Etin rengini muhafaza etmesi için kullanılır.Kanseri tetiklediği düşünülmektedir.

Beyaz unda katılaşmayı, diş macununda parlatmayı, peynirde erimeyi sağlayıcı gibi çok amaçlı kullanılan alüminyum, hafıza problemlerine, yaşlılık bunamasına, alzheimere, ağız ülserine, böbrek sorunlarına neden olur.

 

Yiyecek ve içeceklerde çok yaygın ve aşırı derece kullanılan gıda boyaları, çocuklarda hiperaktiviteye, öğrenme zorluğuna, alerjiye neden olur.

 

Jölelerden reçellere, margarinlerden içeceklere kadar pek çok üründe yaygın kullanılan benzoik asit; deri dökülmelerine, mide ve barsak sorunlarına, hiperaktiviteye neden olur.

  

Ürünlerde yoğunlaştırıcı olarak kullanılan carregeenan; kolite, ülseratif kolite ve kansere yol açar.

 

Asit tuzları; deride kızarıklıklara, böbrek hasarlarına, mide ve bağırsak bozukluklarına, mineral dengesizliklerine neden olur.

   

Katkılı ekmeklere, kahvaltılık gevreklere eklenen ‘ferik pirofosphat, ferik soydum pirofosphat, ferröz laktat’ gibi demir tuzları; kalp krizine, hamile ve ülserli kişilerde başkaca toksik etkiye neden olabilir.

 

Meyve, sebzelerin daha uzun süre dayanmalarını sağlamak ve parlak göstermek için eklenen koruyucu parafin, aynı zamanda şekerleri parlak göstermek, nem kaybını önlemek ve bozulmayı geciktirmek için gıda görünümlü ürünlerde yaygın olarak kullanılan bir nevi mumdur. Meyve veya sebzenin dışına sürüldüğünde, bundan yıkayarak bile kurtulmak imkânsız. Kabuğunu soymakta çare değildir.

 

Çoğunlukla fırında pişirilen tatlı, pasta, börek türü ürünlerde hatta unlarda kullanılan potasyum bromat; mide, böbrek, sinir sistemi bozukluklarına yol açar hatta kansere…

 

Sebzelerin rengini koruması başta olmak üzere, gıdaların korunması için kullanılan sülfitler, astım, ağır alerjik reaksiyon ve ölüme yol açabilir.

 

6.ŞEKER

Şeker, İngilizlerin 1801’de şekeri rafine etmeye başlamasıyla bambaşka bir şekil alıp, rafine şeker olarak anılmaya başlar.

 

Şeker, Osmanlı’da ülkenin hemen yer yerinde yetişen şeker kamışından elde edilirdi. Kaya tuzuna benzediği için de ‘kaya şekeri’ olarak da isimlendirilirdi. Lakin şeker bugünkü gibi her ürünün içine dâhil edilmezdi. Kahve ve çay şekersiz içilir. Bugüne nispetle çok daha çeşitli tatlı türleri vardı. Tatlılar bal, pekmez, çeşitli meyve şekerleri ve kaya şekeri ile yapılırdı.

 

Cumhuriyetle birlikte rafine şeker fabrikaları kuruldu. İlki 1926’da açılan şeker fabrikaları, kolay yetişen şeker kamışı yerine şeker pancarına göre tesis edildi. Sonra şeker fabrikalarının sayısı hızla arttı. Artık ‘zehir’ olduğu konusunda ezici çoğunluğun hem fikir olduğu rafine şeker, bütün bir toplumu sardı. Adeta bu zehrin eklenmediği ürün kalmadı.

 

Oysa Allah (c.c.), şeker ihtiva etmeyen sebze, meyve yaratmamıştı. Soğan, sarımsaktan maydanoza kadar pek çok gıda şeker ihtiva ediyordu. Hurma, üzüm, armut, dut, keçiboynuzu, incir, kayısı, karpuz, kavun, muz, elma, bazı ağaçların reçineleri diye uzayıp giden şeker zengini meyvelerimiz, benzersiz bir gıda olan balımız varken neden rafine şeker ?

 

Çünkü modern rafine şeker, bağışıklık sistemimizi zayıflatan, kanserin gelişimine, mineral dengesini bozan, uyuşukluk, adrenalin, trigliserit ve serotonin seviyesini artıran, göz kuvvetini azaltan,mideyi asidikleştiren, kalp hastalıklarını tetikleyen, cildi kurutup, saçları beyazlatan, diş çürüten, şişmanlık ve obeziteye yol açan, safra ve böbrek taşına sebep olan, karaciğeri yağlandıran, enzimlerin işlevselliğini bozan ve alzheimer riskini artıran bir üründü.

 

İngiliz Tıp Dergisi British Medical Journal, “Şeker tütün kadar tehlikeli, zarar verici ve bağımlılık yapıcı olduğu için uyuşturucu sınıfına sokulmalıdır” diye haber yapıyor. Yine İngiliz The Telegraph ise “Şeker, alkol ve tütün kadar tehlikeli” diyordu. Liverpool Üniversitesi Klinik Epidemiyoloji Profesörü Simon Capewell, rafine şekerin alkol ve tütünden farksız olduğunu söylüyordu.

 

Meselenin bir de Mısır’dan elde edilen ve NBŞ adı verilen nişasta türü şekeri vardı ve sanki ikisinden birini tercihe mecburmuşuz gibi pancar şekeri ile NBŞ arasında toplum tercihe zorlanıyordu. Yani ifrat ile tefrit arasında yorulan bir milletin mutedil olanı tercih etme hakkı yokmuş gibi savaştırılıyordu. Konu doğru zeminde tartışılmıyor, aslında anlamaktan da ziyade pancar ve NBŞ lobileri arasında süren savaşın tarafları olmaya zorlanıyorduk.

 

Kimse ‘neden dünya şekerin yüzde 75’ini kamıştan elde ederken, biz de yüzde yüzünü şeker pancarından elde ediyoruz’ diye bile sormuyordu. Biz neden şeker pancarının tohumunun tümünü ithal ediyoruz, neden şeker kamışına dönmüyoruz, neden kaya şekeri üretmiyoruz, şekeri rafine etmeye mecbur muyuz’ diye uzayıp giden soruları sormuyoruz. 

 

“Şeker” ile “rafine şeker” farklı şeylerdir. Günümüz Türkiye'sinde “şeker” üretimi yok. İthalatı da yasak. Kaya şekeri diye satılanlar da beyaz şekerden elde edilen sahte ürünler.

İyiyle kötünün giriftleştiği günümüzde “şeker” denilen şey en az 7-8 katkı maddesi içeren kimyasal bir zehir olan rafine beyaz şeker veya karamelle boyanmış rafine kahverengi şeker. Buna pancar yetiştirmesi sırasında eklenen ağır metalleri de ilave etmeyi unutmayın.

Şeker pancarından rafine edilerek elde edilen şeker, kristalleşir ve filtre edilir. Şeker pancarları pek çok vitamin, mineral tuzlar, enzimler ve hormonlar içeren doğal bitkisel ürünken, rafineri (beyaz) şeker, midemize herhangi bir vitamin, mineral tuz ihtiva etmeksizin, kimyasal olarak saf bir madde halinde, sakaroz denilen şeker türü olarak girer.

Saf sakaroz sindirilemez, başka maddelerle karıştırılması gerekir. Şeker pancarı ihtiyaç olan bütün maddeleri bünyesinde barındırır; oysa rafine edilmiş şeker bundan yoksundur. Bedenimiz rafine edilmiş şekeri sindirebilmek ve özümseyebilmek için kendi öz kaynakları olan kalsiyum, demir ve diğer elementleri kullanmaya zorlanır. Bu da diş çürümelerine, obeziteye, şeker hastalığına, kansızlığa vs. yol açar.

Sayıştay'ın son şeker fabrikaları raporuna göre, tüm şeker fabrikaları pancara, ‘beklerken küflenmesin' diye  ‘formalin'  ekliyormuş. Mevzuat da buna izin veriyor. Şeker fabrikaları ise izin verilen değerlerin kat ve kat fazlasını kullanmış.

 

Eskiden fabrikalar pancarı alır, 3-4 ay üç vardiya çalışarak pancarı işlerdi. Artık zehri boşaltıyor, 365 günde tek vardiya olarak aheste aheste işliyor.

 

Kimin ürünü olursa olsun, şeker pancarından şeker üretmek Türkiye'yi iflasa sürükleme oyunudur. Su kaynaklarını yok etme, topraklarını çoraklaştırma numarasıdır. Hepsi kapatılmalı, yeni bir şeker politikası ortaya konulmalıdır.

 

Şeker üretebileceğimiz kaynaklar sadece pancar ve kamışta değil. Yüzlerce farklı tabii kaynak var. Kaynakları çeşitlendirerek, rafine etmeden, kaya şekeri olarak bırakarak, sektörü serbestleştirerek, maliyeti çok düşük, sağlık tehdidi en aza indirilmiş şeker üretmek mümkündür. Geleceğimizi kurtarmak ve korumak içi bunu yapmaya da mecburuz.

7.GIDA ENFLASYONU

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), şubat ayı enflasyon verilerini açıkladı. Fiyatı en çok artanlar listesindeki 20 üründen 15’i tarım ve gıda ürünlerinden oluşuyor. Açıklanan verilere göre, Şubat 2020'de, Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) yıllık bazda %12.37 oranında arttı. Enflasyon artışı en yüksek oranda gıda ve alkolsüz içeceklerde yaşandı. 

Türkiye’de gıda enflasyonunun, gıda fiyatlarındaki zamların temel sebeplerinden biri TL’nin değer kaybetmesidir. Döviz yükselince üretim maliyeti son bir yılda yüzde 100’ü aştı. Tarımsal girdilerin yaklaşık yüzde 90’ı ithaldir. Her geçen gün temel girdi kalemlerinden yem, gübre ve mazota gelen zamların devam etmesi, üreticinin kazancını eritirken, tüketiciyi de pahalı gıdaya mahkûm etti.

Bir zamanlar “mevsiminde tüketin” diyenlerin bu önerisi de artık işe yaramıyor. Fiyatı en çok artan ürünlere bakıldığında kış sebzesi ve kış meyvesi kabul edilen ürünler çoğunlukta. Ayrıca serada yetiştirilen ürünlerde de ciddi fiyat artışları var. Çünkü serada kullanılan malzemeler, girdiler ve en önemlisi enerji maliyetleri inanılmaz seviyede arttı. 

“Fiyatı artan her ürünü ithal eder, fiyatı düşürürüz ve enflasyon düşer” dediler. Fiyatı düşüremedikleri gibi, ithal edilen ürünlerde üretim azaldı ve fiyat daha da arttı. Dışa bağımlılık arttı.

Soğan depolarına, patates depolarına baskınlar yapıldı. Soğan ve patates ithalatına sıfır gümrükle izin verildi. İthalatla fiyat düştü mü? Düşmedi.

Tanzim satış çadırları kuruldu. Halka ucuz meyve ve sebze sunulacaktı. Fiyatlar düştü mü, yine düşmedi.

Üretimi yok ederek, üreticiyi cezalandırarak, ithalatı destekleyerek gıda enflasyonunu düşüremezsiniz.

Dünyanın en büyük havalimanlarından birine sahibiz diye övünürken, domatesi, soğanı ithal ediyorsanız gıda enflasyonunu düşüremezsiniz.

Gıda enflasyonu; ithalatla, tanzim satışla, Hal Yasası ile düşmez, düşürülemez. Üretmeden ve üreten çiftçi para kazanmadan gıda enflasyonuna çözüm bulunamaz. Tek yolu tarımın sorunlarını çözmektir. Çiftçi üretecek, para kazanacak. Çiftçinin ürettiği ürün tüketiciye uygun şartlarda sunulacak.

Hiç kimsenin çiftçinin cebinden, tüketicinin cebinden haksız kazanç elde edemeyeceği bir sistem kurulursa gıda enflasyonu düşer. Herkes rahat bir nefes alır. Yoksa biz her ay enflasyonu konuşmaya devam ederiz.

8.GIDA İTHALATI

2019 yılı itibariyle ülke olarak en çok ithal ettiğimiz ürünler 1,7 milyar dolarla buğday, 900 milyon dolarla soya fasulyesi ve 600 milyon dolarla da tane mısır oldu.

Yıllardır dışarıdan empoze edilen tarım politikası ile Türkiye üretim yerine ithalatı destekleyen politikalar uyguluyor.

Üretimden uzaklaştırılan Türkiye, tarımda hemen her ürünü ithal eder duruma geldi. Kendine yeterli olabilecekken tarımda kendi kendini adeta imha ediyor. Sadece mazot, gübre, ilaç, tohum, yem ve diğer girdilerde değil, tarım hammaddeleri ve gıda ürünlerinde de ithalatçı oldu.

Tarıma verilen desteklerin, kredilerin de önemli bölümü ithalata, yani başka ülkelerin çiftçilerini desteklemeye harcanıyor. Türkiye’de yüksek girdi fiyatlarıyla üretim yapan çiftçi, ürününü çoğu zaman maliyetin altında satmak zorunda bırakılıyor. Ürün çiftçinin elinden çıktıktan sonra fiyatı katlanarak artıyor. Tüketici satın almak istediğinde pahalıya alıyor. Üreticide ucuz olan tarım ürünü, tüketiciye pahalıya satılıyor.

Fiyatlar biraz yükselince de tüketiciyi koruma bahanesiyle ithalat yapılıyor. Yapılan her ithalat çiftçiyi tarımsal üretimden uzaklaştırıyor. Çiftçi üretimden uzaklaşınca üretim azalıyor. Üretim azalınca fiyat yükseliyor. Fiyat yükselince daha çok ithalat yapılıyor. Türkiye’nin sokulduğu bu ithalat sarmalından kurtulması gerekiyor. Bu sorunları çözmezseniz üretici olan köylü üretimden çıkıp tüketici olmaya başlar. Türkiye ne yazık ki bu sürece girdi. Uygulanan politikalarla çiftçiye "üretme tüket" deniliyor.

Bugün köylerde, kırsalda çiftçiler üretimden çekiliyor. Şehirdekiler gibi tüketici konumuna geçiyor. Köylere şehirden ambalajında yumurta, yoğurt, peynir, süt gidiyor. Manav sebze, meyve götürüyor. Pazar kurulan köyler var.

Tarımda ithalat sarmalını kırmak ve dışa bağımlılıktan kurtulmak için yeni bir çıkış yoluna ihtiyaç vardır. Ekilmeyen tarım arazilerinin ekilerek üretimin artırılması gerekiyor. Kısacası çiftçinin yeniden üretim yapmasını sağlayacak, gelir getiren üretim modellerinin yaşama geçirilmesi gerekiyor. Bunun ön koşullarından birisi çiftçinin üretim yaparken para kazanmasıdır. Çiftçi para kazanırsa üretimi sürdürür, ithalata gerek kalmaz. Zengin toprakların, fakir insanları olmayı hak etmiyoruz.

 

 

9.REKLAM VE ÖZENDİRME

Reklamlar tüketim şeklimizi ve gıda tercihlerimizi belirlemede çok etkili bir yöntemdir. Reklamlar ve medya ile toplumlar tüketim sürüleri haline getirildi. Sağlıksız gıdaların özellikle çocuklara yönelik pazarlanması için milyar dolarlar reklamlara harcanmaktadır. Sadece ABD de çocuklara yönelik gıda reklamlarına senede 2 milyar dolar harcanmaktadır.

Ailede sağlıklı beslenmeye önem verilse dahi, özellikle çocuk ve ergenler reklamlardan çok fazla etkilenmektedir. Çocuklar aynı zamanda sosyal medya, internet oyunları ve uygulamalar üzerinden de pazarlamaya maruz kalıyor, bazen bu durumdan anne babaların haberi bile olmuyor.

Gıda reklamları bombardımanına maruz kalan çocuklar, tok olsalar da yeme eğilimine giriyorlar. Oysa erken çocukluk dönemi, sağlıklı beslenme alışkanlıklarının oluşması için çok önemli bir devre. Bu dönemde gıda reklamına maruz kalmak yiyecek ve içecek tercihlerinin değişmesine neden oluyor. Televizyonda yayınlanan gıda reklamlarının yüzde 68’i sağlıksız gıdalardan oluşuyor. Reklamların çoğu boş kalori olarak değerlendirdiğimiz, enerjisi zengin, besin değeri fakir gıdalardan çikolata ,cips,şeker gibi gıdalardır.

Yapılan araştırmalar sonucunda reklamdan etkilenerek ürün alanların oranının % 57 olduğu belirlenmiştir. Özellikle çocuklar ve ergenlerin TV izleme süreleri ile şekerleme ve meşrubat tüketimleri arasında pozitif, meyve ve sebze tüketimi arasında da negatif bir ilişki olduğu tespit edilmiştir.

 

Yeniden Refah partisi

Tarım Ve Hayvancılık Politikaları Kurulu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR:

Erhan Ünal, Toprak Biterken

Doc.Dr. Osman Nuri Koçtürk, Gıda Emperyalizmi

İsmail Tokalak, Dünyada Gıda Terörü

Kemal Özer, Deccal Tabakta

Ali Ekber Yıldırım, Üretme Tüket

http://www.gidahareketi.org/

https://www.tarimdunyasi.net/

 

 

 

 

  

 

Yayın Tarihi: 14 Haziran 2021 | Yayın Saati: 13:43:00