BASIN BİLDİRİLERİ

DONALD TRUMP’IN SURİYE’DEN ÇEKİLME KARARI NE KADAR SAMİMİ(!)

ABD Başkanı Trump İŞİD konusundaki özel temsilcisi Brett McGurk’ın 11 Aralık’ta kendisine verdiği brifingde İŞİD ile savaşın sona ermediğini bildirdiğini ifade etmişti. Buna rağmen Trump’ın ani bir kararla İŞİD’i yendiklerini ifade edip Suriye’den geri çekilme kararı vermesi zihinlerde soru işareti bırakmıştır.

 

Bu noktada, Birleşik Devletler Barış Enstitüsü (USIP) Suriye, Ortadoğu ve Kuzey Afrika kıdemli danışmanı Mona Yacoubian’ın Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Alt Kanadı’na verdiği brifingde Suriye’de ABD ve İsrail’in ortak çıkarlarına vurgu yapması son derece önemlidir ve ABD’nin Suriye’deki varlığının İŞİD ile savaştan çok Amerikan ve İsrail çıkarlarını tesis etmeye yönelik olduğunun göstergesidir. Aslında Amerika, Kuzey ve Doğu Suriye’de 2015’ten beri PENTAGON, Özel Operasyon Komutanlığına(SOCOM) bağlı güçler vasıtasıyla PYD ve YPG’ye bağlı 54.000 militanı donatıp eğitme görevini yerine getirmiş, bölgede istediği anda ve istediği şekilde maşa olarak kullanacağı silahlı güçleri tanzim etmiş ve bölgedeki demografik yapıyı da bozmuştur.

 

ABD’li General Josep Votel’in, terör örgütü YPG’ye  atıfta bulunarak: “Şu anda ulaştıkları askeri kapasiteden memnunum. Kendilerine sağladığımız askeri destek ve eğiti sonrasında sergiledikleri bu kapasite, bizim, yerel unsurlarla işbirliği stratejimizin doğruluğunu bir kez daha ortaya koymuştur ”şeklindeki ifadesi Amerika’nın asıl amacını ortaya koymaktadır. Amerika’nın bu bölgede ne İŞİD ile savaş için, ne de mülteci olarak yerlerinden olmuş Suriyelileri koruma amaçlı olarak bulunduğu asla söylenemez.

 

Amerikan Ordusu burada PYD - YPG vasıtasıyla Proxy(Vekâlet) savaşını organize etmiş ve bölgede İsrail’in güvenliği ve Siyonist planların selameti için stratejik üsler kurmuştur. Şu anda sadece El Rukban mülteci kampında zor şartlarda yaşam savaşı vermekte olan 50.000 civarında Suriyeli bulunmaktadir ve bunlar evlerine geri dönememektedir. Bunun en önemli nedeni ise, ABD’nin El Tanf bölgesinde kurduğu üs nedeniyle bu mültecilerin dönüşüne izin verilmemesidir. ABD, yaklaşık 2000 kişilik özel kuvvetini Kuzey ve Doğu Suriye’den geri çekmekle Suriye’den çekilmiş olamaz. Trump yönetiminin samimi olabilmesi için 3 yıl boyunca bu bölgede kurduğu üç adet hava üssü, sekiz adet ikmal, yakın destek ve operasyon üslerini, gozetleme noktalarini da ilga etmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak Trump, Kuzey ve Doğu Suriye’yi  Israil’in güvenliği ve Siyonist planlar dogrultusunda kullanilmak üzere eğittiği ve donattığı maşa terör örgütlerine teslim ederek, son derece sınırlı kısmi bir geri çekilme kararı almıştır. Fakat, ABD üsleri buralarda faaliyet halinde olduğu müddetçe Trump’ın geri çekilme kararının hiçbir önemi söz konusu değildir.

 

Dr. Fatih ERBAKAN

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

AYASOFYA CAMİ’NE YÖNELİK HADDİ AŞAN GİRİŞİMİ ŞİDETLE KINIYORUZ

Ayasofya Camii’nin 05 Ocak 2019 akşamı yüz elli kişilik bir gruba ‘ilgili bakanlığın özel izniyle’ açılması ve Müslümanların yüzyıllarca secde ettiği, bütün ümmete Fatih Sultan Mehmet Hazretleri’nin emaneti olan bir mekânda bir bayanın bale dansının ‘spagat’ figürünü icra etmesi asla basite indirgenebilecek bir yaklaşım değildir. Bununla da yetinilmeyip, söz konusu bale dansının sosyal medyada paylaşılması asla iyi niyetli bir yaklaşım olamaz.

 

İstanbul’un fethinin ve ‘Hakk’ın Batıl’a galebe çalmasının’ sembolü olan, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin fetih sonrasında şükür namazını eda edip, kıyamete kadar cami olarak ilan  ettiği, Hızırbey, Hocazade, Molla Hüsrev, Molla Gürâni, Molla Zeyrek, Ali Kuşçu, Alâeddin Ali Fenarî gibi Fatih Sultan Mehmet döneminin âlimlerinin alınlarının secdeye gittiği bu camide inançlarımızı, manevi değerlerimizi hafife almaya yönelik bu eylemin masum bir gösteri olarak gösterilmeye ve örtbas edilmeye çalışılması tek kelimeyle manevi dokuyu zedelemeye yönelik bir düşüncenin tezahürüdür ve asla kabul edilemeyecek bir yaklaşımdır.

 

Özellikle son dönemde Avrupa Birliği’nin ülkemize karşı temel özgürlükler alanındaki suçlayıcı yaklaşımları karşısında tüm Müslümanların göz bebeği sayılan ve üzerinde hassasiyetle durulan Ayasofya’da bale dansına izin verilmesi, bu olayın Türkiye’nin bu alandaki imajını Avrupa nezdinde parlatmaya yönelik bir adım gibi düşünülmüş olma ihtimalini akıllara getirmektedir.

 

Bu olayın tam da seçim arifesinde gerçekleşmesi, bakanlık tarafından verilen özel izinle yapılması, sosyal medyada paylaşılarak kamuoyuna duyurulması, batı dünyasına ve AB’ye mesaj niteliğinde bir adım olduğu yönündeki kuşkularımızı güçlendirmektedir.

Her ne sebeple olursa olsun, mabetlerimize, ecdadımızın emanetlerine, manevi değerlerimize, tarihimize yönelik bu gibi saygısızca girişimler asla kabul edilemez.

Bin sene İslam’a bayraktarlık yapmış bir ecdadın torunları olan milletimizin bir gün mutlaka Sultan Fatih’in vasiyetine uygun şekilde Ayasofya Camii’nin kapılarını cami olarak kullanılmak üzere yeniden açacağından en ufak bir şüphemiz yoktur.

 

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

 

Dr. Fatih ERBAKAN

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

KÜRESEL EMPERYALİZM VENEZUELA’DA İŞ BAŞINDA

Venezuela Carlos Perez’in dikta yönetiminden sonra iş başına gelen Bolivaryan devriminin lideri Hugo Rafael Chavez döneminde Irkçı Emperyalizmi kızdıracak önemli bir adım attı;

İsrail’in 2006 yılında Lübnan’a karşı gerçekleştirdiği sivilleri hedef alan saldırılarını soykırım olarak niteledi ve bu sebeple Tel Aviv’deki Venezuela Büyükelçisi’ni geri çekti. Chavez’in bu adımları İslam Alemi’nde büyük takdir toplamıştı. Benzer şekilde, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro da ABD Büyükelçiliği’nin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınma kararına karşı haklı olarak en sert tepkiyi ortaya koydu.

 

Bu karar üzerine; küresel emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından ülke içerisindeki sorunlar daha da derinleştirilip tetiklenerek petrol zengini bu ülkenin istikrarsızlaştırılıp, yoksulluk ve yoklukla mücadele eder bir duruma getirilmesi hedeflendi. Böylelikle Irkçı Emperyalizm tarafından dünyanın dört bir tarafında uygulanan oyunların bir benzeri Venezuela’da da sahneye konuldu. Küresel güçlerin Venezuela’da kargaşa ortamını oluşturduktan sonra ABD Başkanı Trump vasıtasıyla düğmeye basmaları ve Trump’ın, halkın oylarıyla seçilmiş meşru Devlet Başkanı Nicolas Maduro yerine Venezuela Devlet Başkanı olarak sinsi planlarına uygun bir figür olan Guaido’yu tanıması tamamen hukuksuzdur ve asla kabul edilebilir bir durum değildir. ABD’nin bu haksız ve art niyetli adımını şiddetle kınıyoruz.

 

Venezuela’daki son gelişmeler, çifte standartçı Batı’nın klasik oyunlarından bir tanesini daha sahneye koyduğunu; aynen Irak, Suriye, Afganistan, Libya, Yemen, Mısır, Somali gibi Müslüman ülkelerin egemenlik haklarını çiğnediği gibi, Venezuela’da da petrol ve diğer yer altı kaynaklarının sömürülmesi amaçlı olarak, uluslararası hukuk, egemenlik hakları ve bir ülkenin içişlerine karışmama prensiplerini ayaklar altına aldığını açıkça göstermektedir. İngiltere’nin de bu aşamada İngiltere Merkez Bankası’nda bulunan Venezuela’ya ait altınları geri vermemesi uluslararası sistemin nasıl işlediğinin bir göstergesi niteliğindedir, hak ve hukuk tanımaz anlayışın ibretlik bir tezahürüdür.

 

Venezuela’yı dış güçlerin boyunduruğundan kurtararak bağımsızlığına kavuşturan Simon Bolivar’ın prensipleri doğrultusunda Küresel Emperyalizme karşı direnen Venezuela’nın bu direniş sonunda başarılı olacağına, ABD ve Batılı müttefiklerinin dayatmacı politikalarına karşı meşru haklarını koruyacağına inanıyor, kuvvetin değil, hakkın üstün tutulduğu ‘Yeni Bir Dünya’nın bir an evvel kurulmasının önemini, Merhum Liderimiz Erbakan Hocamızın ortaya koyduğu D-160 Projesi’nin tüm ezilen ülkelerin haklarının korunması için bir an evvel hayata geçirilmesinin ne kadar gerekli olduğunu Venezuela’daki son gelişmeler karşısında bir kez daha haykırıyoruz. Dış mihrakların İslam ülkelerinde sergilediği her türlü haksızlığa karşı Müslümanların yanında yer alan, Siyonist İsrail Devleti’nin zulümlerine karşı Filistin halkını en güçlü şekilde destekleyen Venezuela’nın meşru hükümetine, sergilenmekte olan emperyalist operasyona karşı mücadelesinde desteğimizi bildiriyor ve Venezuela’da sağduyunun hâkim olması, dış güçlerin oyunlarının bozulması ve bir an önce istikrarın sağlanmasının en büyük temennimiz olduğunu ifade ediyoruz.

 

Dr. Fatih ERBAKAN

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

FRANSA’NIN 24 NİSAN’I “SÖZDE ERMENİ SOYKIRIMINI ANMA GÜNÜ” İLAN ETME GİRİŞİMİNİ ŞİDDETLE KINIYORUZ

Fransa, 24 Nisan'ı "Ermeni Soykırımını Anma Günü" ilan ederek, Türkiye’ye karşı uzun zamandır yürütmekte olduğu hasmane politikası gereği “soykırım” olgusunu yeniden gündeme taşımakta ve bu yolla Türkiye karşıtı bir algı operasyonu oluşturmaya çalışmaktadır.

 

Fransa’nın, bu kara propaganda çalışmasıyla asıl kendi üzerinde Demokles’in kılıcı gibi asılı duran kendi tarihindeki gerçek soykırımları perdeleyebilmesi asla mümkün değildir.

 

Fransa, Cezayir’e atadığı sömürge valisi Maurice Viollette aracılığıyla Cezayir’de büyük katliamlar gerçekleştirmiş, on binlerce sivil Cezayirli’yi öldürerek asıl soykırımı kendisi uygulamıştır. Bu tarihi gerçek tüm dünya tarafından bilinmektedir.

 

Aynı Fransa, Suriye ve Lübnan’daki bölgesel çıkarlarını göz önüne alarak, 1920-1946 arasında bu ülkelerde gerçekleştirdiği uygulamalarla Türkiye ile Suriye ve Lübnan arasındaki tarihi bağları koparmayı ve birbirine düşman Müslüman ülkeler ortaya çıkarmayı hedeflemiştir.

 

Ortadoğu’nun bugünkü haline gelmesinin asıl temeli olan Sykes-Picot Anlaşması’nın ana aktörü olan Fransa, Ortadoğu’da Sykes-Picot Anlaşması’nın ruhunu yeniden canlandırmak amacıyla Libya müdahalesi örneğinde olduğu gibi, Suriye politikasında da aktif rol oynamaya çalışmaktadır ve Kuzey Suriye’nin Münbiç bölgesinde kuvvet bulundurmaya devam etme arzusundadır.

 

Fransa’nın böyle bir dönemde “Sözde Ermeni Soykırımı” iddialarını ‘Anma Günü’ olarak yasallaştırmaya çalışması tamamen hedef saptırmya yöneliktir.

 

Yeniden Refah Partisi olarak, TBMM'nin süratle olağanüstü bir şekilde toplanıp, Fransa’nın başta Cezayir olmak üzere, Suriye, Lübnan, Ruanda, Gabon gibi ülkelerde gerçekleştirdiği katliamlar dolayısıyla uygun bir tarihi "Dünya Fransız Zulmü’nü Anma Günü" ilan etmesini bekliyoruz.

 

Dr. Fatih ERBAKAN

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

CAMMU VE KEŞMİR’DE TEHLİKELİ GİDİŞAT

CAMMU VE KEŞMİR’DE TEHLİKELİ GİDİŞAT
 
15 Şubat 2019 tarihinde Cammu ve Keşmir’e bağlı Srinagar’in Pulwama bölgesinde güvenlik araçlarına düzenlenen saldırıda 44 kişinin yaşamını kaybetmesi üzerine Hindistan İçişleri Bakanı Rajnath Singh’ın ve Hindistan Başbakanı Modi’nin Pakistan’a yönelik suçlayıcı açıklamalarından sonra, askeri bakımdan kuşatma altına alınan ve adeta açık cezaevine dönüştürülen Cammu ve Keşmir’de korku dolu bekleyiş sürerken, buradaki masum Müslümanlara yönelik insan hakları ihlallerine son verilmesi ve sağduyunun hâkim olması için başta Müslüman ülkelerin devlet başkanları ve tabiki Birleşmiş Milletler olmak üzere tüm yetkilileri harekete geçmeye çağırıyoruz.
 
Hindistan’da Nisan ayında yapılacak olan genel seçimler öncesi Cammu ve Keşmir bölgesinde meydana gelen ve hiç kimsenin tasvip etmediği bu terör olayının gerçekleşmesinden sonra, Hindistan’da iktidardaki milliyetçi Bharatiya Janata Partisinin (BJP) bu saldırı üzerinden hareketle siyasi atmosferi tehlikeli boyutlara taşıyan beyan, tutum ve davranışları Hindistan’daki Müslümanlara yönelik çok tehlikeli bir süreci de beraberinde getirmiştir. 
 
Bu gelişmelerden sonra,Hindistan’ın değişik eyaletlerinde eğitim görmekte olan  Keşmirli Müslüman öğrencilerin tahliye edilmeleri ve otobüslerle Keşmir’e taşınmaları bunun en somut örneğidir. 
 
Sözkonusu terör saldırısından sonra, özellikle Pakistan’a yönelik suçlayıcı açıklamalar sonucunda Pakistan'ın  Keşmir’de faaliyet gösteren örgütlere finansal destek ve silah yardımı yaptığı iddiasıyla terör olaylarının merkezine çekilmeye çalışılması sorunun çözümünden çok, daha da girift bir hal almasına neden olabilir. 
Pulwama saldırısı ile Pakistan ve Hindistan arasında yeniden gerginleşen ilişkilerin daha sağlıklı bir seyirde sürdürülebilmesi için tüm tarafları sağduyulu olmaya ve sorunların karşılıklı müzakere yoluyla çözüme kavuşturulmasını arzu ettiğimizi ifade etmek istiyoruz.                          
 
Bu vesileyle, Pulwama'da meydana gelen terör saldırısını bahane ederek, Cammu Keşmir’de Müslümanlara yönelik tehdit ve yıldırma politikaları başta olmak üzere, bu bölgede kazılan tüm askeri siperlerin  kaldırılması ve  insan hakları ihlallerinin bir an önce sona erdirilmesi en büyük beklentimizdir. 
Sonuç olarak, tüm İslam Alemi’nin kanayan yarası Cammu Keşmir sorununa sessiz kalan ve bu konuda  hiçbir adım atmaya yanaşmayan  uluslararası kuruluşları acilen sorumluluklarını yerine getirmeye davet ediyoruz. 
 
Dr. Fatih Erbakan
Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

YENİ ZELANDA'DA YAPILAN TERÖR SALDIRISI

Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde İngiliz asıllı Avustralya doğumlu Brenton Tarrant ve arkadaşları tarafından Cuma namazı sırasında iki camiye yapılan silahlı saldırı Islamofobik, ırkçı, beyaz üstünlükçü, ayrıştırıcı politikaların ulaştığı vahim düzeyin göstergesidir. Başta Dünya Siyonizmi’nin kendi hedefleri için en büyük engel olarak gördüğü İslam Dini ve Müslümanlara karşı yıllardır sürdürdüğü siyasi ve kültürel karalama operasyonları, ABD Başkanı Donald Trump’ın Evanjelizm güdümlü, ırkçı politikaları ve seküler düşünceyi desteklemek ve yaymak maksadıyla kurulan ‘Project Reason Vakfı’nın kurucularından Samuel Benjamin Harris’in “Bizler terörizm ile değil, İslam ile savaş durumundayız” zihniyeti doğrultusunda şekillenen ve hızla yayılan İslam karşıtlığı ne yazık ki, Yeni Zelanda’da kanlı bir eylemle bir kez daha fiilen ortaya çıkmıştır. Saldırganın Christchurch’teki eylemini Avrupa’ya, Avustralya’ya ve Yeni Zelanda’ya Müslüman göçünü önlemeye yönelik caydırıcı bir olay olması için yaptığını ve bu toprakların beyaz Avrupalı’lara ait olduğunu, Müslümanlara burada yer olmadığını göstermek için bu eylemi gerçekleştirdiğini ilk ifadesinde belirtmesi İslamofobik, ırkçı ve düşmanca düşüncenin ulaştığı tehlikeli boyutu açıkça göstermektedir. Avustralya ve Yeni Zelanda’nın asıl sahipleri olan, yerli halk Aborjinleri dahi yok sayan ve tarihi süreçte yok eden bu anlayışın İslam Medeniyetinin kucaklayıcı ve barışçı yaklaşımını, tüm insanlığa şefkat ve merhameti esas alan anlayışını anlamalarına imkân yoktur. Yaşanan bu menfur olayın en önemli sebeplerinden bir tanesi de, İslam Alemi’nin ve tüm dünya Müslümanlarının sahipsiz olduğu düşüncesidir. Bu noktada Türkiye Müslümanları olarak bizlere büyük görev düşmektedir. Siyasi, ekonomik, teknolojik ve askeri bakımdan yeterli güce sahip ‘Yeniden Büyük Türkiye’nin bir an evvel kurulması, Türkiye’nin öncülüğünde 57 müslüman ülkenin güçlerinin birleştirilmesi, böylelikle bu gibi saldırıların önüne geçilmesi, buna rağmen bu tip olayların gerçekleşmesi halinde de gerektiği gibi hesabının sorulması en önemli görevimizdir. Bu insanlık dışı katliamı şiddetle kınıyor, bir daha yaşanmamasını Cenabı Allah’dan niyaz ediyor ve Yeni Zelanda’daki saldırılarda hayatlarını kaybeden masum Müslüman kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz, yaralılara da acil şifalar diliyoruz.

Dr. Fatih Erbakan

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

ABD BAŞKANI TRUMP’IN ‘GOLAN TEPELERİ’ İLE İLGİLİ İFADELERİ ASLA KABUL EDİLEMEZ

ABD BAŞKANI TRUMP’IN ‘GOLAN TEPELERİ’ İLE İLGİLİ İFADELERİ ASLA KABUL EDİLEMEZ

Ortadoğu’da adeta bir çıban başı olan İsrail, 1967 ‘deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra ele geçirdiği Doğu Kudüs ve Golan Tepelerini işgal etmiş, 1981 yılında Golan Tepeleri’ni ilhak kararı almış ve bu karar uluslararası camia tarafından kabul edilmemiştir.  Buna rağmen ABD Başkanı Trump, Kudüs’ün İsrail tarafından yasa dışı bir şekilde ilhakına aldırmadan Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi ve ABD Büyükelçiliği’ni Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma kararından sonra, bu sefer de  İsrail’de yaklaşan seçimler öncesi Golan Tepeleri konusunda Suriye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan egemenlik hakkını çiğneyerek Twitter hesabından, "52 yılın ardından ABD için, İsrail’in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tam olarak tanımanın zamanı geldi" ifadesini paylaşarak bir kez daha hukukun üstünlüğünün, kuvvetin üstünlüğü tarafından aleni olarak çiğnenmesini ortaya koymuştur.

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton geçen yıl Ağustos ayında İsrail’i ziyaretinde verdiği demeçte, İsrail’in Golan konusunda ABD Hükümeti üzerinde baskı kurmasına rağmen, ABD Hükümetinin Golan konusundaki politikasının değişmeyeceğini ifade etmesine rağmen, yaklaşık bir ay önce Cumhuriyetçi Senatörler Ted Cruz, Tom Cotton, Marco Rubio ve Kongre Üyesi Mike Gallagher’in Temsilciler Meclisi ve Senato’ya işgal altındaki Golan’da İsrail’in egemenliğinin tanınması gerektiği konusunda yasa teklifi sunmaları, ABD Yönetimi’nin aslında İsrail’in güdümünde hareket ettiğinin bir göstergesidir.

İsrail’i geçen pazartesi ziyaret eden Amerikalı Senatör Lindsey Graham’ın  İsrail başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmede;  “Golan Tepelerinin İsrail’in şu anda ve ebediyen egemenliği altında olması gerekir” açıklamasını yapması da bölgedeki gidişatı ve ABD Yönetimi’nin İsrail hizmetkarı politikasını açıkça ortaya koymaktadır.

Siyonist İsrail Devleti, Yigal Allon Planı’nın güncellenmiş versiyonu gereği oluşturulan ilkeye göre; “bir dönüm, ardından bir dönüm daha” düşüncesiyle adım adım “Büyük İsrail” hedefine doğru yol almaya çalışmaktadır.

İsrail’in eski Başbakanı Ben Gurion’un; “ Goyim’in (Yahudi olmayanların) ne düşündüğü önemli değildir, önemli olan Siyonistlerin ne yaptığıdır” ifadesinden hareketle, Golan Tepeleri ile ilgili alınan tek yanlı ve uluslararası hukuku yok sayan karar karşısında, Türkiye ve İslam Alemi’nin  Kudüs’ün ABD tarafından başkent olarak tanınması ve ABD Büyükelçiliğinin Kudüs’e taşınma kararı karşısında takınılan tavırda olduğu gibi sadece kınama mesajları ve havada kalan beyanatlarla yetinmesi asla kabul edilemez ve bölgemizdeki tehlikenin daha da büyümesine neden olur.

Siyonist İsrail Devleti ve sadık hizmetkarı ABD Yönetimi’nin “Büyük İsrail” hedefi doğrultusunda attığı bu haksız, hukuksuz, pervasız adımlar karşısında başta Türkiye olmak üzere tüm İslam Alemi’nin sonuçsuz kınama mesajları yayınlamak yerine, 57 Müslüman ülke olarak güçlerini birleştirerek bir an önce çözüme yönelik fiili adımları atması, sadece ‘güçten anlayan’ Dünya Siyonizmi’ne karşı siyasi ve ekonomik yaptırımları hayata geçirmesi gerekmektedir.

 

Dr. Fatih ERBAKAN

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

 

DOĞU AKDENİZ HİDROKARBON KAYNAKLARI İLE İLGİLİ AÇIKLAMA

DOĞU AKDENİZ HİDROKARBON KAYNAKLARI İLE İLGİLİ AÇIKLAMA

Türkiye’nin Fatih gemisi ile Doğu Akdeniz’de hidrokarbon sondaj çalışmasını başlatma kararı üzerine; ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Margan Ortagus’un yazılı açıklama yapması, Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu Başkanlığı’nın Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin münhasır ekonomik bölge olarak tanımladığı alanda sondaj faaliyetini başlattığı iddiasıyla sert bir dil kullanarak uyarıda bulunmalarını kabul etmemiz asla mümkün değildir.

Keza Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Anastasiades’in de, ilan edilen sözde Münhasır Ekonomik Bölge’den Türkiye’nin gemilerini çekmesi ve gemi mürettebatının tutuklanması için uluslararası baskı yapılması için yaptığı çağrı tamamen provokasyon amaçlı ve Doğu Akdeniz’de tansiyonu artırmaya yönelik kışkırtıcı bir adım olmuştur.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin haklarını yok sayarak, tek taraflı bir şekilde İsrail ile ikili anlaşma yoluna giderek Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmesi ve benzer şekilde Yunanistan’ın da, herhangi bir devlete bağlı bir adanın Münhasır Ekonomik Bölge olamayacağına dair teamüller olmasına rağmen,  Meis Adası’ndan başlayarak Münhasır Ekonomik Bölge ilanına gitmesi asla kabul edilebilir  durumlar değildir. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, bu hukuksuz adımları ile Türkiye’yi Akdeniz’de İskenderun Körfezi yakınındaki deniz alanında sınırlandırmayı ve sıkıştırmayı amaçlamaktadır.

Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin tek taraflı olarak ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölge, KKTC’nin yetki alanlarını da kapsamakta olup, bu vahim durum Kıbrıslı soydaşlarımızın da haklarının gasp edilmesi anlamını taşımaktadır.

Türkiye’nin ve KKTC’nin Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerini korumak hepimizin asli görevi olup, uluslararası baskılarla Türkiye ve KKTC’nin haklarının gasp edilmesine kesinlikle göz yumulamaz.

Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin, şimdiye kadar Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmediği halde Türkiye’nin haklarını ihlal ederek ve KKTC’nin varlığını hiçe sayarak tek taraflı olarak İsrail ve diğer ülkelerle deniz yetki alanı belirlemesi gayri hukukidir.

Bu noktada ABD Yönetimi’nin de 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uyguladığı baskıcı tutumu yeniden uygulamaya koymaya çalışması ve Türkiye’ye açıkça tehditte bulunarak; Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ın iddia ettiği tek taraflı ve gayri hukuki Münhasır Ekonomik Bölge’yi kabul etmesini, burada sondaj yapmamasını, bu durumunun kendileri için son derece önemli olduğunu, sözde münhasır bölgelerin Rum tarafına ait olduğunu ifade etmesi alenen uluslararası hukukun ihlali anlamına gelmektedir.  ABD Yönetimi’nin bu adımı Türkiye’ye karşı dostane bir tavır içinde olmadığının göstergesidir.

Benzer şekilde Avrupa Birliği’nin de, Doğu Akdeniz’deki zengin hidrokarbon yataklarını göz önüne alarak, KKTC’nin meşru haklarını görmezden gelmesi, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne ekonomik destek vermesi ve bu zengin enerji kaynaklarının Avrupa’ya ulaştırılması için gösterdiği çaba maksatlıdır ve kabul edilmesi mümkün değildir.

Doğu Akdeniz’de son günlerde çok sıcak gelişmeler yaşanırken, Türkiye’deki tüm siyasi partilerin bu konuda duyarlı olmaları ve geç kalmadan gerekli tepkileri ortaya koymaları gerekmektedir.  

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda olduğu gibi Türkiye’nin ve KKTC’nin uluslararası hak ve menfaatlerini korumak üzere atacağı tüm adımlarda Yeniden Refah Partisi olarak arkasında olduğumuzu ifade etmek isteriz.

Dr. Fatih Erbakan

Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

GENEL BAŞKANIMIZIN BAYRAM TEBRİK MEKTUBU

Değerli Kardeşim;

 

Bizler ülkemizin ve milletimizin geleceği için yola çıkmış bir siyasi partiyiz. Yeni kurulan, yeni bir yolculuğa başlayan ama tecrübe sahibi bir kadroyuz. Ülkemizin ve milletimizin karşı karşıya kaldığı sorunları gören, bu sorunların kaynağını bilen, çözümü için sözü ve projesi olan bir siyasi hareketiz.

 

Bugüne kadar yapılan bütün hizmetler için, bu hizmetleri yapanlara teşekkür ediyoruz. Yapılan her hayırlı hizmeti, atılan her olumlu adımı takdir ediyoruz. Türkiye’nin geleceğe doğru yürüyüşünde katkı sahibi olan her bir insanı tebrik ediyor ve hayırla yâd ediyoruz.

 

Ancak bugün yapılan hizmetlerin yeterli olmadığını, yapılması gereken bir çok hizmetin yapılmadığını, bazı yanlış adımların nasıl ağır sonuçlar ortaya çıkardığını ve bu sonuçların aziz milletimizi ve vatanımızı nasıl büyük sıkıntılarla karşı karşıya bıraktığını çok açık bir şekilde görüyoruz.

 

Bizler Yeniden Refah Partisi olarak, yapılmayanı yapmak, eksik olanı tamamlamak, Yeniden Büyük Türkiye’nin temellerini oluşturacak projeleri hayata geçirmek için çalışıyoruz. Bir ülkenin zenginliğinin ancak üreterek olacağı açık gerçeği ile geleceği planlıyoruz. Maddi zenginlik için yüksek katma değerli ürünler üretecek, toplumsal zenginlik için ahlâki, manevi ve bilimsel kalitesi yüksek insanlar yetiştireceğiz.

 

Bir taraftan ülkemizin geleceği için çalışırken, bir taraftan da mazlum coğrafyalara umut olacak, onların kurtuluşuna vesile olacak bir dış politika perspektifi geliştireceğiz. Türkiye’nin öncülüğünde oluşturulacak D-8 gibi yeni uluslararası birliklerle Avrupa Birliği’nin, ABD’nin ve diğer tüm küresel güçlerin Türkiye’yi bekâ sorunu ile karşı karşıya bırakan, İslam coğrafyasını kana bulayan planlarını bertaraf edecek adımları atacağız.

 

Oluşturacağımız dış politika perspektifi ve kurulacak olan D-60 ve İslam Birliği, dünya Siyonizminin köleleştirmeye çalıştığı bütün insanlığın kurtuluşu ve Adil Bir Dünya düzeninin kuruluşu için en büyük umut olacaktır.

 

Ülkemizin köklü geçmişi, milletimizin inancı, bilgi birikimi ve irfânı bu büyük hedefleri gerçekleştirmek için yeterlidir. Yeniden Refah Partisi olarak biz, bu dinamikleri harekete geçirecek kıvılcım olma azmi ile hareket ediyoruz.

 

Ramazan Ayı’nın rahmet, mağfiret ve bereket dolu manevi iklimini soluduğumuz bu günlerde en büyük duamız Vatanımızın ve Aziz Milletimizin bekasının daim olması, ümmetin birlik olmasıdır.

 

Ramazan Ayı’nı ailenizle, akrabalarınızla, komşularınızla huzur içerisinde geçirmenizi temenni ediyorum. 

En sevinçli günlerimizden olan Ramazan Bayramınızı tebrik ediyorum.

 

Dr. Fatih ERBAKAN

Genel Başkan

23 HAZİRAN İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLIĞI SEÇİMİ SONUÇLARI İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME

23 HAZİRAN İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLIĞI SEÇİMİ SONUÇLARI İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME

 

Ülkemiz uzun süreli bir seçim atmosferini 23 Haziran İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi ile birlikte geride bıraktı. Önceki dönemden oldukça farklı, yeni bir siyasi tablonun oluştuğu seçim sonuçlarının İstanbul’umuz, ülkemiz ve milletimiz için hayırlı olmasını temenni ediyoruz. Bu seçimde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen Sayın Ekrem İmamoğlu’nu tebrik ediyoruz.

 

Türkiye’de 3 Kasım 2002 seçimleri ile iktidara gelen AK Parti 23 Haziran İstanbul seçiminde ciddi bir oy ve güven kaybı ile karşı karşıya kaldı. AK Parti 31 Mart Yerel Seçimi’nde kazanmış olduğu Fatih, Eyüp Sultan, Zeytinburnu ve Üsküdar ilçeleri de dâhil olmak üzere çok sayıda ilçede CHP’nin gerisine düştü, İstanbul’da Ak Parti’nin önde olduğu sadece 11 ilçe kaldı. Güngören ve Kağıthane gibi ilçelerde ise CHP ile aradaki farkın %1’in altında olduğu görülmektedir. Ayrıca Ak Parti adayı Sn. Binali Yıldırım’ın oylarının 31 Mart’la kıyaslandığında ciddi şekilde düştüğünün görülmesi, 31 Mart’ta Sn. Yıldırım ve Sn. İmamoğlu arasındaki çok cüzi farkın, 23 Haziran seçiminde 60 katına çıkarak 800 bini aşması son derece dikkat çekicidir.

 

Bu sonuçlar, Türkiye’de seçmen psikolojisinin mevcut iktidarla ilgili olarak ciddi bir kırılma yaşadığını, vatandaşın artık iktidarın kendisine anlattıklarına temkinli yaklaşmaya başladığını ve hatta iktidarın her söylediğini sorgusuz-sualsiz kabullenmediğini açıkça ortaya koymakta ve artık siyasette yeni bir dönemin başladığını işaret etmektedir. 

 

Ayrıca hem 31 Mart seçimlerinde hem de 23 Haziran İstanbul seçiminde seçmenin %16-17’lik kısmının (bu oran İstanbul için 1,5 milyonun üzerinde oya tekabül ediyor) sandığa gitmemesi milletimizin çok önemli bir bölümünün seçimlere giren mevcut partilerin hiçbirinin sorunlarına çözüm getiremeyeceğine inandığını ve siyaseten bir arayış içinde olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

 

Ortaya çıkan bu tablonun elbette ki bu sonucu ortaya çıkaran süreç ile birlikte değerlendirilmesi gereklidir.

 

Uzun süreli iktidarlarda görülen temel sorunlar söz konusu süreçte yoğun bir şekilde yaşanmış, Türkiye’nin merkezi yönetiminde ve yerel yönetimlerde milletin iktidar partisine yıllardır verdiği çok büyük desteğin ve bu desteğin sağladığı gücün ortaya çıkardığı psikoloji ile oluşan yönetimsel ve kişisel davranış şekillerinin milletimiz üzerinde oluşturduğu olumsuz etkiler sandığa açık şekilde yansımıştır.

 

Gerek Yerel Yönetimlerde yapılan yanlışlar, gerekse Merkezi Yönetimin izlediği politikalar neticesinde ortaya çıkan başta ekonomik olmak üzere temel sorunlar milletimizin  bu seçimde oy verme kararını ciddi şekilde etkilemiştir.

 

Milletimizin devleti ve belediyeleri yönetenlerden beklentisi açıktır;

 

Yetkiyi milletin verdiğinin ve bu yetkinin süreli olduğunun unutulmaması, verilen yetkinin millet için kullanılması, açık ve şeffaf bir yönetim ortaya konulması, gönlünü millete açan tevazu sahibi bir yönetim anlayışının benimsenmesi, milletin emaneti olana millet adına sahip çıkılması, kişisel çıkarları değil ülkemizin geleceğini ve milletimizin refahını önceleyen icraatların yapılması, adaletten asla taviz verilmemesi, toplumsal huzurun korunması.

 

Türkiye yerel seçimlere büyük bir ekonomik kriz içerisinde girdi. 17 yıllık AK Parti iktidarı boyunca ortaya konulan üretim-istihdam-ihracatı öncelemek yerine borç, faiz, beton ve çimentoya dayalı ekonomi politikasının ve gelir-servet dağılımında adaleti sağlamaya yönelik adımların atılmamasının sonucu olarak ortaya çıkan olumsuz tablo, giderek artan genç işsizlik oranının, hayat pahalılığının, piyasalardaki ölümcül durgunluğun son dönemde dayanılmaz boyuta ulaşması toplumun bütün kesimlerini ciddi şekilde etkilemiş, alınan pansuman tedbirler krizin çözülmesinde etkili olamamış, ekonomi yönetimi sorunları çözememiş, milletimize güven verememiş ve kriz giderek daha da ağırlaşmıştır.

 

Dış politikada dile getirilen sözler her ne kadar hak ve adaleti gözeten milli bir söylem olarak kayıtlara geçse de fiiliyatta atılan adımlar sonuçları itibari ile bu sözlerin taşıdığı manadan oldukça uzak kalmıştır. ABD’nin Irak operasyonlarına, NATO’nun Libya operasyonuna ve Büyük Ortadoğu Projesi’ne verilen destekler bunun başlıca örnekleridir. Özellikle Suriye konusunda daha işin en başında yapılan yanlışlar Suriye’de yüzbinlerce insanın hayatını kaybetmesi, milyonlarcasının ülkesini terk etmesinin yanı sıra Türkiye’yi büyük bir mülteci krizi ile baş başa bırakmış, bu kriz ülkemizde önemli bir sosyo-ekonomik bir sorun olarak milletimizi olumsuz etkilemiştir.

 

Türkiye’de Siyonizm’in bir planı olarak ortaya çıkartılan PKK terör örgütünün  ülkemize ve başta Kürt kardeşlerimiz olmak üzere tüm milletimize yaşattığı büyük acıların ortadan kaldırılması ve milletimizin her bir ferdinin temel hak ve hürriyetlerinin tam olarak sağlanması ve korunması için atılması zaten zorunlu olan, devletin temel görevlerinden olan terörle mücadele adımlarının, bir seçim kartı haline getirilip, propaganda malzemesi yapılması, “biz gidersek, başka kimse terörle mücadele etmez” havasının oluşturulmaya çalışılması en büyük yanlışlardan biri olmuştur.

 

Daha sonrasında bu tutumla tamamen çelişecek şekilde, İstanbul’daki Kürt kökenli seçmenlerin oylarının alınabilmesine yönelik olarak PKK elebaşının mektubunun devlet televizyonunda yayınlanması, bununla da kalmayıp seçimin hemen öncesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin talebi ile “kırmızı bülten”le aranan Osman Öcalan’ın devlete ait bir televizyon kanalında yayına çıkarılması, iktidar İstanbul Seçimini kazanabilmek için terör örgütünden ve elebaşlarından yardım istiyor görüntüsünü ortaya koymuş ve milletimizin ciddi şekilde tepkisini toplamıştır.  Kendisini ülkemizin en milliyetçi ve vatansever partisi olarak tanımlayan MHP’nin bu olan bitenlere sessiz kalması ve hatta “bebek katili” olarak tanımladıkları kişi ile avukatlarının görüşmesine onay vermesi de parti tabanını Cumhur İttifakı’ndan soğutmuştur.

 

Yerel Yönetimlerde alt yapı ve üst yapı hizmetlerinde belli bir başarı sağlanmış olsa da, belediye bütçelerinin tam ve verimli bir şekilde kullanılmaması, belediyelerin de aynen merkezi hükümet gibi çok ciddi bir borç yükü altına sokulması, küçük ilçe belediyelerinin dahi borçlarının yüzlerce trilyonla ifade edilmesi, il belediyelerinde borçların milyarlarla ölçülmesi, Belediye Başkanlarının ve belediye bürokratlarının tevazudan ve alçakgönüllülükten uzak yaklaşımları, giderek milletten uzaklaşan tavırları, belli bir zümre ile olan kapalı sosyal ve ekonomik ilişkiler ağları, sürekli artan suiistimal iddiaları, Belediye Başkanlık makamlarının erişilemez görüntüsü, seçim sonucunu etkileyen temel unsurlardan olmuştur.

 

Yapılan yanlışların düzeltilmesi konusunda dile getirilen tüm iyi niyetli uyarılara kulakların tıkanması, iyi niyetli tüm uyarıların arkasında bir kötü niyet ve kasıt aranması, iktidarın sahip olduğu orantısız medya gücü ile kontrolsüz ve dayatmacı bir dilin kullanılması, yine iktidarın elindeki orantısız ekonomik gücün pervasız ve umarsızca kullanılması, devlet ve belediye imkanlarının seçim çalışmalarında muhalefete karşı bir avantaj olarak hukuku ve hakkaniyet ölçüsünü zedeleyecek bir şekilde seferber edilmesi vatandaşı rahatsız etmiş ve sonucu etkileyen temel nedenler olarak ortaya çıkmıştır.

 

17 yıldır seçim kaybetmeyen bir iktidarın böylesine açık bir seçim yenilgisini çok iyi analiz edip, bir an önce halkın verdiği mesajı doğru şekilde anlaması ve kalan Hükümet sürelerini iyi değerlendirmeleri kendileri ve Milletimiz adına hayırlı olacaktır.

Seçim artık geride kalmıştır. Bugün artık yeni şeyler söyleme zamanıdır. İyiyi, güzeli, doğruyu, faydalıyı, adil olanı yeni ve temiz bir lisan ile söyleme zamanıdır. Geçmişte denenmemiş yeni bir lider, yeni bir vizyon, yeni ve temiz bir kadro ile milletimizin beklentilerini karşılayacak yeni hedefler belirleme zamanıdır. Siyasette kişisel çıkar ve menfaatleri gözetmek yerine, milletin ve ülkenin beklentilerini ve çıkarlarını önceleyen bir anlayışı oluşturma zamanıdır.

 

Milletimizin beklentisini karşılayacak, Türkiye’yi ekonomik olarak ayağa kaldıracak, vatandaşın geçim derdini sona erdirecek, üreticinin yüzünü güldürecek, alın terinin hakkını verecek ve mutfaktaki yangını sona erdirecek projeleri oluşturma ve adımları atma zamanıdır. Türkiye’mizi en hızlı ve güçlü adımlarla borç-faiz kıskacından kurtarıp üretim, istihdam, katma değerli ihracat dönemine geçirme vaktidir.  Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan sistem yerine gelir ve servet dağılımında adaleti sağlayacak, nimet-külfet dengesini oluşturacak bir sisteme geçme vaktidir. Kaynak ihtiyacını sadece borçlanma ile, millete yük yükleyerek karşılayan yönetim anlayışı yerine, borçsuz-vergisiz-zamsız kaynak paketleri oluşturabilen ve bu kaynakları adil bir şekilde milletin hizmetine sunan yeni bir anlayışın acilen hakim kılınması şarttır.

 

Zedelenen adalet duygusunu yeniden sağlam bir zemine oturtmanın ve adalet mekanizmasına duyulan güveni artırmanın zamanıdır. Kişiye göre, partiye göre, imtiyazlara göre karar veren hukuk sistemi yerine, hakkı ve haklılığı üstün tutan hukuk sisteminin oluşturulması şarttır.

 

Dış politikada sadece ‘Yara sarma’ adımları, zulme ve sömürüye karşı sadece ‘sözel siyaset’ yerine, Türkiye’nin çevresinde ve İslam coğrafyasında yanan ateşi fiilen söndürecek dış politika perspektifini oluşturma zamanıdır.

 

İstikrarsız, düşük kaliteli, sadece diploma ve diplomalı işsiz üreten, gençlerimize bilimsel bilgi ile birlikte ahlak ve maneviyat aşılamayı göz ardı eden eğitim sistemi yerine, ahlaki, manevi, bilimsel kalitesi yüksek nesiller yetiştirecek eğitim sistemine geçilmesi elzemdir.

 

Başta dünyanın başşehri İstanbul olmak üzere, tüm belediyeleri, milletimizin hak ettiği hizmeti yeniden alabilmeleri adına tekrar kazanmak ve tekrar Milli Görüş anlayışı ile yönetmek için bugünden çalışmaya başlama zamanıdır.

 

Yeniden Refah Partisi olarak kurulduğumuz günden bu yana bu hedefler doğrultusunda var gücümüzle çalışmaktayız.

 

Ruhumuzdaki heyecan 1994’e değil, 1969’a dayanmaktadır.

 

Azmimiz aynı azim, İdealimiz aynı ideal, samimiyetimiz aynı samimiyet, mücadelemiz de aynı şekilde milletimiz için, insanlık için hak ve adalet mücadelesidir.

 

Bu ideali canlı tutan, bu samimiyeti tüm Anadolu’yu ve Trakya’yı adım adım gezerek milletimize ulaştıran, gelecek biziz ve umut bizdedir heyecanı ile çalışan, sadece teşhis yapmak yerine tedaviyi de ortaya koyan, siyasete nezaket ve zerafet kazandıran, tevazusu ve alçakgönüllülüğüyle Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan, Türkiye’nin geleceğini sağlam temeller üzerine inşa edecek ve ülkemizi “Yeniden Büyük Türkiye” hedefine ulaştıracak projelerle her geçen gün milletimizin umudu haline gelmektedir.

 

Yeniden Refah Partisi olarak biz milletimiz, ülkemiz, mazlum Müslümanlar ve bütün insanlık için çalışıyoruz.

 

 “Milletimiz İçin Biz Varız” diyerek çalışıyoruz.

 

Aziz milletimizin kıymetli evlatlarının da desteğiyle, en kısa sürede belediyelerde ve merkezi iktidarda milletimiz tarafından özlenen anlayışı ve hizmetleri yeniden, “Yeniden Refah Partisi” ile getireceğimize, olan inancımız tamdır.

 

YENİDEN REFAH PARTİSİ

ABD'nin TÜRKİYE'yi F-35 PROJESİNDEN ÇIKARMASI İLE İLGİLİ BASIN AÇIKLAMASI

BASIN AÇIKLAMASI
 
ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un Türkiye’nin Rusya’dan ‘S-400 Savunma Sistemi’ni satın almasından dolayı ‘Ortak F-35 Programı’ndan çıkarıldığına dair basın açıklaması ile dışa bağımlı savunma sistemlerinin çözüm olmadığı bir kez daha ortaya çıkmış oldu. 
 
Bu noktada F-35’lerin Türkiye’ye teslimatının askıya alınması ile ilgili açıklamayı, en üst düzeydeki bir ABD yetkilisi yerine, ABD Savunma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ellen Lord’un yapması da aslında ülkemiz açısından üzerinde durulması gereken bir husustur. 
 
CAATSA (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası)’nın en az beş maddesinin  uygulanması halinde bile Türkiye’yi ciddi anlamda etkileyeceği ayan beyan ortadadır.  Çünkü Türkiye sadece F-35’in bazı parçalarının Türkiye’de üretilmesine son verilmesi açısından yara almayacak, ayrıca F-16, CH-47 ve UH-60’ın Türkiye tarafından üretilen parçaları da bundan  etkilenecektir.
 
Bu yaptırımın Uluslararası Acil Ekonomik Güçler Yasası (IEEPA) gereğince,  ikili ilişkiler başta olmak üzere, ülke ekonomisi üzerinde de ciddi baskılar ve yaralar oluşturacağı muhakkaktır.
 
Bu cümleden olarak, TBMM’de temsil edilen tüm siyasi partilerin TBMM’yi olağanüstü toplantıya çağırarak, ABD’nin S-400 konusunda aldığı karar karşısında İsrail’i İran’a karşı korumaya yönelik olarak Malatya Kürecik'te konuşlandırılan ABD yapımı AN/TPY-2 radarının acilen devre dışı bırakılması ve ABD tarafından ileride atılması muhtemel diğer adımlara karşı da başta İncirlik Üssü’nün kapatılması olmak üzere, mukabil eylem planlarının hazır hale getirilmesi Türkiye açısından hayati önem taşımaktadır.
 
Türkiye açısından büyük öneme haiz olan bir durumda ve özellikle de ABD karşısında hamaset, edebiyat ve kınama mesajları ile bir sonuca gitmenin mümkün olamayacağı açıkça ortadadır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ABD’nin uyguladığı ambargoya karşı ABD’nin İncirlik Üssü’nü hiç tereddüt etmeden kapatan dönemin koalisyon hükümetinin gösterdiği kararlı tutumun aynen uygulanması artık kaçınılmazdır.
 
Türkiye’nin, kendi toprakları üzerinde ABD’nin çıkarlarını korumak yerine, kendi güvenliğini ve menfaatlerini önceleyecek fiili adımları atması ve her zaman ifade ettiğimiz gibi, kendi ‘Yerli ve Milli’ savunma sistemleri üretimine hızlı ve güçlü bir şekilde yönelmesi bir zorunluluktur. 
 
Türkiye’nin ‘yağmurdan kaçarken doluya tutulmaması’ açısından, Rusya’dan S-400 alımı gibi palyatif çözümlere sığınmak yerine mutlak suretle kendi yerli savunma sistemini oluşturmaya odaklanması gerekmektedir. 
 
Ayrıca  ABD tarafından açıklanan bu karar dolayısıyla Türkiye’nin 9 milyar dolarlık kayba uğraması konusunda da yetkililerin kamuoyunu aydınlatıcı, ayrıntılı bir açıklamada bulunması zaruridir. 
 
Dr. Fatih Erbakan
Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

TÜRKİYE VAR OLDUKÇA, KKTC'de VAR OLACAKTIR

Türkiye var oldukça, KKTC de var olacaktır.  

Millet olarak 2. Viyana Kuşatması ile sonuçlanan seferimizden tam  üç asır sonra ilk defa toprak kazandığımız “Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 45. Yıl dönümü” hayırlı olsun. 

20 Temmuz 1878, Kıbrıs’ta Osmanlı bayrağının indirilerek yerine İngiliz bayrağının göndere asıldığı tarihtir. Bu olaydan yaklaşık bir asır sonra,  20 Temmuz 1974’te ise Kıbrıs Barış Harekâtı yapıldı ve Türk bayrağı yeniden Kıbrıs’ta dalgalanmaya başladı. 

Şanlı Kıbrıs zaferimiz tarihi gerçeklerin de açıkça gösterdiği gibi; ABD ve Avrupa Devletleri başta olmak üzere dış güçlerin bütün tehdit ve engellemelerine rağmen Milli Görüş Lideri ve dönemin Başbakan Yardımcısı Merhum Erbakan Hocamız’ın cesareti, kararlılığı ve TBMM kürsüsünde ifade ettiği “Bana ne Amerika’dan” sözünün fiilen uygulanması ve Mehmetçiğimizin benzersiz kahramanlığı ve fedakarlığı sonucunda kazanılmıştır. 

Kıbrıs Zaferi milletimize ve tüm İslam Alemi’ne yüzyıllar sonra yeniden özgüven kazandırmış çok büyük mana içeren tarihi bir olaydır.  Millet olarak gerçekten inanır ve istersek, Cenabı Allah’ın da yardımıyla tüm zorluklara rağmen küresel güçlerin planlarını bozabileceğimizi, zulmü fiilen ortadan kaldırmaya muktedir olabileceğimizi ispatlayan bir destandır. 

1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile  adada yaşanan katliamlar sona ermiş, bugüne kadar bir tane Kıbrıs’lı Türk kardeşimizin burnu dahi kanamamıştır. Bugün Kıbrıs Türkleri, egemen bir toplum olarak, kendi ay yıldızlı bayrağını özgürce dalgalandırmakta, kendi limanlarını, kendi hava alanını özgürce kullanabilmektedir.

Geçmişteki acı tecrübeleri yeniden yaşamamak için bugün Kıbrıs’ta yapılması gereken; masa başında tavizler vermek ve AB normları temelinde Rumlarla birleşmek değil, adada Türklerin 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı’yla yeniden elde ettikleri haklarının aynen korunmasıdır. Bunun için de; KKTC’nin bağımsız ve ayrı bir devlet olarak varlığını devam ettirmesi, adada şehit kanıyla alınmış bir karış topraktan dahi asla vazgeçilmemesi ve adadaki Türk askeri varlığının eksilmeden devam etmesi şarttır. 

Buna ilaveten, KKTC’nin başta Türk devletleri ve tüm İslam ülkeleri tarafından resmi olarak tanınması için gerekli adımların atılması, KKTC’nin kendi kendine yetebilmesi için adada maddi kalkınma hamlelerinin acilen başlatılması gereklidir. 

Milletimizin önümüzdeki dönemde de aynı inanç, cesaret ve kararlılıkla başta İslam Alemi olmak üzere yeryüzündeki tüm zulümlerin, haksızlıkların ve sömürünün fiilen ortadan kaldırılmasına vesile olmasını diliyor, bu vesile ile “Başbakan Vekili” sıfatıyla Kıbrıs Barış Harekâtı’nın emrini veren Merhum Erbakan Hocamızı, harekat esnasında şehit düşen tüm kahraman askerlerimizi, Kıbrıs’lı mücahitleri rahmetle anıyoruz,  Cenabı Allah’dan makamlarının ali olmasını niyaz ediyoruz, hayatta olan gazilerimize de hayırlı uzun ömürler diliyoruz. 

Türkiye var oldukça, KKTC de var olacaktır.

Dr. Fatih Erbakan 
Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

İŞGALCİ İSRAİL’İN SUR BAHİR’DEKİ FİLİSTİNLİLERE AİT KONUTLARI HUKUKSUZ ŞEKİLDE YIKMASINI ŞİDDETLE KINIYORUZ

İŞGALCİ İSRAİL’İN SUR BAHİR’DEKİ FİLİSTİNLİLERE AİT KONUTLARI HUKUKSUZ ŞEKİLDE YIKMASINI ŞİDDETLE KINIYORUZ

 

İşgalci Siyonist İsrail Devleti’nin uluslararası hukuku hiçe sayan bir şekilde  güvenlik duvarına yakın olukları iddiasıyla Filistin İdaresi’nin egemenliği altındaki Doğu Kudüs’ün Sur Bahir bölgesinde yer alan Filistinlilere ait konutları yıkması tam bir insanlık suçudur.

 

İşgalci İsrail’in bu tutumu tamamen Filistinlileri Kudüs’ten uzaklaştırmaya yönelik planlı bir adımdır.

 

Sözde İsrail-Filistin sorununun çözümü için ortaya konmaya çalışılan "Yüzyılın Anlaşması"(Safka el Karn) planını devreye sokmaya çalışan ABD ve İsrail ittifakının gerçek amacı da Filistinlilere yönelik konut yıkımı ile bir kez daha ortaya çıkmıştır.

 

1967 yılında meydana gelen “Altı Gün Savaşı” sırasında Filistin’in Batı Şeria bölgesinde hiçbir Yahudi yerleşim alanı olmamasına rağmen, ilerleyen zaman içerisinde İsrail’in işgal planı dâhilinde bu bölgenin %60’ı işgal edilmiş oldu. Keza Doğu Kudüs’te de benzer şekilde Filistinlilerin evleri yıkılmakta ve yerlerine işgal konutları inşa edilmektedir.

 

BM 4. Cenevre Konvansiyonu’nun  işgal altındaki topraklar üzerinde yerleşim yeri kurulmasını yasaklamasına rağmen,  işgal göz göre göre tüm hızıyla devam etmektedir.

 

Müslüman Ülkelerin bu duruma sessiz kalması durumunda yakın bir gelecekte Kudüs’teki işgalci İsrail’in yeni yerleşim birimleri tüm demografik yapıyı bozacak ve İsrail’in hedefi gerçekleşmiş olacaktır.

BM ve AB’nin bu gayri kanuni yıkım ile ilgili cılız açıklamalarını görmezden gelen İsrail’in amacının barış olmadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır.

 

Bütün bu kötü niyetli adımlara rağmen, Trump ‘ın damadı ve Başdanışmanı Yahudi asıllı Kushner’in bu ay sonuna doğru “Refah İçin Barış” kapsamında, ABD'nin Orta Doğu Özel Temsilcisi Jason Greenblatt, Dışişleri yetkilisi Brian Hook ve yardımcısı Avi Berkowitz ile birlikte Ortadoğu’da mekik diplomasisi için bazı ülkelerle temaslarda bulunacak olmaları tamamıyla gayri samimi olup, sadece İsrail’in çıkarlarına hizmet amaçlı  adımlardır.

 

Sonuç olarak, işgalci İsrail’in Filistin topraklarına yönelik bu tecavüzkâr tutumunu şiddetle kınıyor, bir an önce Filistinlilerin haklarının korunabilmesi için başta Türkiye olmak üzere tüm İslam Âlemi’nin gerekli somut adımları atmasını bekliyoruz.

 

Dr. Fatih Erbakan

Yeniden Refah Partisi

Genel Başkanı

 

1. OLAĞAN BÜYÜK KONGRE İLANI

1. OLAĞAN BÜYÜK KONGRE İLANI

Yeniden Refah Partisi 1. Olağan Kongresi 17 Kasım 2019 Pazar günü Saat: 09.00'da ANKARA (Arena) KAPALI SPOR SALONU'nda (Hipodrom Caddesi, Ankara Spor Salonu, Gar Meydanı, Ulus/Altındağ/Ankara) toplanacaktır. İlk toplantıda çoğunluğun sağlanamaması halinde ikinci toplantı 24 Kasım 2019 günü Saat: 09.00'da aynı yerde yapılacaktır. Tüzüğümüzün 12. maddesi uyarınca tebliğ yerine geçmek üzere ilan olunur.

1. OLAĞAN BÜYÜK KONGRE DELEGE LİSTESİ İLANI

17 Kasım 2019 Pazar günü gerçekleştirilecek 1. Olağan Büyük Kongre'nin Ankara/Çankaya İlçe Seçim Kurulunca onaylanan Büyük Kongre Delege Listesi 10-11-12 Kasım 2019 tarihlerinde Yeniden Refah Partisi Genel Merkezi'nde (Balgat-Çankaya/Ankara) askıya çıkarılmıştır. 

Kongre Delegelerinin ilan edilen tarihlerde listeleri kontrol etmeleri ilan olunur.

 

YENİDEN REFAH PARTİSİ

MUSTAFA BALBAY'A CEVABIMIZDIR.

Teşkilatlarımızın büyük gayreti ve milletimizin büyük teveccühü ve yaklaşık 40.000 kişinin katılımı ile gerçekleştirdiğimiz 1. Olağan Kongremiz’in, Türkiye’nin gündeminde önemli bir yer tuttuğuna ve kongre sonrası Yeniden Refah Partimiz’in geniş kitleler tarafından konuşulmaya başlandığına şahitlik ediyoruz.

Türkiye’de siyasi tablonun yeniden şekillenmeye başladığı bir zamanda, Yeniden Refah Partimiz’in kuruluşunun üzerinden henüz bir sene geçmiş olmasına rağmen, böylesi muazzam bir kongreyle sesini duyurması Türk siyasetinin alternatifsiz olmadığını göstermiş ve bazı kesimlerde paniğe ve şaşkınlığa yol açmıştır.

Uzun zamandır partimizin ve Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan’ın adını televizyonlarda zikretmemeye özen gösterenler, Yeniden Refah Partimiz’i yok saymaya çalışanlar, bu son ruh haliyle artık başka taktikler denemeye başlamışlardır.

21 Kasım 2019 Perşembe akşamı Habertürk Televizyonu’nda yayınlanan Mehmet Akif Ersoy’un “Nedir Ne Değildir” adlı programında CHP Eski Milletvekili Sn. Mustafa Balbay’ın sözleri maalesef bu yaklaşımın bir sonucudur. Sn. Mustafa Balbay’ın “Fatih Erbakan ilk seçimlerde Ak Parti’den milletvekili olacak. Yeniden Refah Partisi Cumhurbaşkanının organizasyonudur” sözleri, kaynağının nereye dayandığını çok iyi bildiğimiz ve cevap vermeyi gerektirmeyecek kadar boş ve ezbere söylenmiş sözler olsa da, “susmak, kabul etmektir” sözüne muhatap olmamak adına açıklama yapmayı gerekli görüyoruz.

Sn. Mustafa Balbay zahmet gösterip bir gazeteci ve siyasetçi gözüyle Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan’ın kongre konuşmasını ve bugüne kadar ülkemizin dört bir yanında yapmış olduğu konuşmaları dinlemiş olsaydı programda söylediği sözlerden kendisi de eminiz ki mahcubiyet duyardı. Partimizin kurulduğu günden bu yana teşkilatlarımızın hangi zorlukların üstesinden gelerek bu günlere geldiğini görebilse, eminiz ki bu sözleri söylediğine pişman olurdu.

Bu vesileyle şu gerçeği bir kez daha vurguluyoruz; biz Yeniden Refah Partisi olarak ne iktidarın ne de muhalefetin arka bahçesi ya da koltuk değneği değiliz, biz siyaseti milletimize, ülkemize, başta İslam coğrafyası olmak üzere bütün mazlumlara ve ezilenlere hizmet etmek üzere yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz. Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da “hayra motor, şerre fren olma” anlayışıyla, “doğrunun yanında, yanlışın karşısında durma” düsturuyla mücadelemize devam edeceğiz.

TEŞEKKÜRLER TÜRKİYE

Aziz Milletimiz tam 50 seneden beri duyduğu güven ve beslediği muhabbet ile 'Erbakan' ismini ve 'Millî Görüş' hareketini daima müstesna bir yerde tutmuştur.

Bunun temel sebebi, her şart altında inancından, davasından asla taviz vermeyen, milletin ve ülkemizin haklarını önceleyen, 'Yaşanabilir Türkiye', 'Yeniden Büyük Türkiye', 'Yeni ve Âdil Bir Dünya' için, ırkçı emperyalizm ve işbirlikçilerine rağmen, tüm engelleme çabalarına rağmen, atılması gereken adımları atmaktan bir an dahi tereddüt etmemesi, bedel ödemekten hiçbir zaman korkmaması, milletimize hizmet için sürekli çalışmasıdır.

Erbakan Hocamızın vefatının ardından oluşan siyasî atmosfer yeni bir siyasî adımı zorlaştırıcı bir çok unsur içerse de, bizler için Millî Görüş'ün hakkıyla temsil edilmesi, ülkemiz, milletimiz ve İslam Alemi için atılması gereken adımların atılabilmesi, Millî Görüş prensiplerine uymayan adımların neticesinde ortaya çıkan tahribatın ortadan kaldırılması için insiyatif almak, sadece elimizi değil, gövdemizi de bu ağır sorumluluğun altına koymak ihtiyacı doğdu.

Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan liderliğinde, Erbakan Hocamızın evlatları ve talebeleri olarak bu sorumluluğu bir görev şuuruyla yüklenerek 23 Kasım 2018 Cuma günü Ankara Hacı Bayram Veli Camii avlusunda bir Cuma namazı sonrası onbinlerce şuurlu insanımızla birlikte ettiğimiz dualarla kuruluş dilekçemizi verdik.

Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan il il, ilçe ilçe memleketimizin dört bir yanında katıldığı programlar ve yaptığı konuşmalarla Milli Görüş'ün ikinci 40 yılının kilometre taşlarını döşedi. Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan katıldığı her etkinlikte doğruları takdir eden, eksiklikler için uyaran, yanlışları da yerden yere vurmak yerine doğrusunu öneren, çözüm üreten, devlet adamına yakışan duruşuyla milletimizin takdirlerini topladı.

Partimizin kurulduğu ilk günden itibaren milletimizin gösterdiği büyük teveccüh, teşkilatlarımızın üstün gayretleri ve en başta Cenabı Allah’ın yardımı sonucunda 17 Kasım 2019 günü Ankara’da, Türk siyasi tarihinde ve Milli Görüş tarihinde bir dönüm noktası olarak yerini alacak muazzam bir kongre gerçekleştirdik.

Bu bir yıllık süre içerisinde 80 il ve 700'den fazla ilçede teşkilatlanmasını tamamlamış, Büyük Kongresini en mükemmel şekilde yapmış ve seçimlere girmeye hazır bir parti haline geldik. Geldiğimiz bu noktada milletimizin partimize teveccühü, teşkilatlarımızın heyecanı da her geçen gün katlanarak artmaktadır. Cenabı Allah’a bütün bu sebeplerden ötürü sonsuz şükürler ediyoruz.

Yeniden Refah Partimizin 1. kuruluş yıldönümü vesilesi ile, kurulduğumuz günden itibaren ülkemizin her noktasında her türlü zorluğa rağmen, inançla, azimle, aşkla, gece gündüz demeden çalışan tüm teşkilât mensuplarımıza, nice isimsiz kahramanlara, tüm üyelerimize, 1. Olağan Büyük Kongremize katılan tüm gönüldaşlarımıza, tüm üyelerimize, her geçen gün artan teveccühleri ve destekleri için tüm halkımıza şükranlarımızı sunuyoruz.

Yaşanabilir Türkiye'yi kurduğumuz, Yeniden Büyük Türkiye'yi inşa ettiğimiz, Yeni ve Âdil Bir Dünya'yı hayata geçirdiğimiz günleri bir an önce görmek için, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da hep birlikte çalışmaya devam edeceğiz.

Gücünü medya patronlarından, holdinglerden ve dış güçlerden değil, önce Allah’tan sonra da bu aziz milletten alan Yeniden Refah Partimiz’i milletimizin ve tüm insanlığın kurtuluşu için bir an evvel iktidara taşıyacağız.

Bugün 1 yaşına basan ancak tam 50 senelik birikime sahip olan Yeniden Refah Partimiz milletimize, İslam Alemi’ne ve tüm insanlığa hayırlı olsun inşallah.

'Çocuklarımızı emanet ettiğimiz, ülkemizin geleceğine yön veren öğretmenlerimizdir.'

'Çocuklarımızı emanet ettiğimiz, ülkemizin geleceğine yön veren öğretmenlerimizdir.'

Bir ülkenin en büyük gücü parası, topu, tankı, tüfeği değil inançlı ve eğitimli gençleridir.
Geleceğimizin teminatı olacak bir gençliği yetiştirmek gibi ulvî bir sorurumluluğu üstlenen öğretmenlerimizin üzerinde gerçekten ağır bir görev vardır.
Böylesi ağır bir görevi yerine getirebilmek için elbette tüm öğretmenlerimiz vefâkârca, cefâkârca, canla başla çalışmaktalar. Bu büyük gayret elbette her türlü takdirin üzerindedir.
Fakat; aslolan öğretmenlerimizin bu ağır sorumluluklarını yerine getirirken devlet ve millet olarak yanında olmaktır.
Ahlâkî ve manevî bozulmanın ulaştığı seviye, insan ilişkilerinde yaşanan bozulma hep birlikte daha kalıcı çözümler üretmemizi zorunlu kılıyor. Öğretmenlerimizin bu çok önemli vazifelerini yaparken ihtiyaç duydukları maddî ve teknik imkânların yanısıra 'Önce ahlâk ve maneviyat' anlayışını önceleyerek eğitim sistemimiz yeniden dizayn edilmeli.
Yapılan araştırmalar öğretmenlerimizin maddî ve manevî bir çok zorlukla baş etmek zorunda olduklarını gösteriyor.

Biz Yeniden Refah Partisi olarak öğretmenlerimizin maaşlarını milletvekili maaşları seviyesine getireceğiz. Öğretmenlerimiz doktora seviyesinde bir eğitimin ardından göreve başlayacak.

Çünkü bizler 'Yeniden Büyük Türkiye' hedefine ancak kaliteli nesillerle ulaşılabileceğinin bilinci ile hareket ederek, yukarıda ifade ettiğimiz gibi öncelikle gerekli altyapıyı hızla inşa edeceğiz.
Öğretmenlerimize ve eğitime gereken önemi ve desteği vererek, 'Yaşanabilir Türkiye', 'Yeniden Büyük Türkiye', 'Yeni ve Âdil Bir Dünya'yı hep birlikte kuracağız.
Bu vesile ile tüm öğretmenlerimize şükranlarımızı sunuyor, hak ettikleri ekonomik ve sosyal açıdan rahat bir hayata bir an önce kavuşmaları için elimizden geleni yapacağımıza söz veriyoruz.

ABD - İRAN GERİLİMİ

ABD - İRAN GERİLİMİ

 

Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan kaosun asıl sebebi Irkçı Emperyalizm’in yüzyıllardır ajandasında bulunan ana hedeflerine ulaşması için kurgulanan “Büyük Ortadoğu Projesi” nin adım adım uygulanmasıdır. 


Bugün BOP doğrultusunda Ortadoğu’yu büyük bir felaketin içerisine sürükleyen küresel güçlerin ana hedeflerinde ise, planları önünde en büyük engel olarak gördükleri D-8 üyesi ülkelerden İran ve Türkiye yer almaktadır.

Bunu 11 Eylül 2001 saldırısı sonrası ortaya çıkan gelişmelerden ve son yıllarda dış güçler tarafından atılan adımlardan kolayca anlamak mümkündür.

Kendisini başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyanın jandarması olarak gören ve yıllardır bölge ülkelerini maksatlı olarak askeri ve siyasi adımlarla karıştıran ABD’nin son günlerde İran’a karşı uyguladığı politikalar ve özellikle Kasım Süleymani suikasti iki ülke arasında ve tüm bölgede gerginliğin daha da tırmanmasına neden olmuştur.

“Irak’a demokrasi ve insan hakları getireceğiz” gerekçesiyle Irak topraklarını işgal edenler, Irak’ta bir milyon insanı katlettiler. Milyonlarca insanı evinden, yurdundan ettiler, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Irak’ı üçe böldüler ve yaşanmaz hale getirdiler. Neredeyse 10 bin km uzaktan bu coğrafyaya gelip, yıllardır bütün bu ifsadı gerçekleştirenler “İran’lı komutanın Irak’ta ne işi var” diyerek İran Devrim Muhafızları kumandanına suikast düzenlediler.

Irkçı Emperyalist ajanda doğrultusunda bölgeyi dizayn etmeye çalışan güçlerin asıl hedefi, Milli Görüş olarak 50 senedir ifade ettiğimiz gibi İran ve arkasından da Türkiye’dir.

Bu sebeple ABD Yönetimi’nin tüm bu haksız ve hukuksuz adımlarına rağmen, küresel güçlerin oyununa gelmemek son derece büyük önem arzetmektedir. Çünkü onlar her zaman olduğu gibi çatışmayı körüklemek ve gerilimi tırmandırmak istemektedirler.

İran, ABD yönetimi’nin uluslararası hukuku hiçe sayarak üst düzey bir İranlı yetkiliye düzenlediği saldırıya karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. Maddesi’nden doğan ‘meşru müdafa’ hakkını kullanarak karşılık vermiştir, ancak İran’ın burada durması ve karşılıklı şiddet ve çatışmayı artıracak, küresel güçlerin yürütmek istedikleri plana fayda sağlayabilecek ilave adımlardan kaçınması gereklidir.

Yeniden Refah Partisi olarak diyoruz ki, Müslüman ülkelerin , “D-8 Teşkilatı” bağlamında hareket etmek suretiyle hiçbir küresel dış etkenin dayatmacı ve müdahaleci rolü olmaksızın, kendi sorunlarına kendi aralarında kalıcı çözümler ortaya koymaları şarttır.

Bugün İslam Alemi olarak ayrıştığımız noktalar üzerinden kavga etme ve ayrı düşme günü değil, sayısız ortak noktamız üzerinden birlik olarak, Irkçı Emperyalist oyunları bozma ve bölgemizdeki istila güçlerinin tahakkümünden kurtulma günüdür.

Dr. Fatih Erbakan
Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

Haftalık Değerlendirme Raporu - Siyasî İşler Başkanlığı - 13.01.2020

SN. CUMHURBAŞKANI’NIN “ASGARİ ÜCRET JESTİ” BEKLENTİLERİ KARŞILAMADI

Çalışanlarımızı açlık sınırının altında ezdirmeyeceğiz, enflasyon canavarına kurban etmeyeceğiz diyerek bir aylık müzakere sürecini başlatan AK PARTİ - MHP koalisyon Hükümeti’nin Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Sn. Selçuk, Asgari ücreti 2324 TL olarak açıklayınca Milyonlarca emekçimiz büyük hayal kırıklığına uğradı ve Hükümet yetkililerinin söylediklerinin tam tersine, Asgari ücretin Emekçinin lehine değil, işverenlerin çıkarları doğrultusunda “AÇLIĞA TERK ÜCRETİ” olarak belirlendiği maalesef ortaya çıktı.

Meydana gelen büyük hayal kırıklığını ve yüksek sesli itirazları duyan Sn. Cumhurbaşkanımız, “HELE BİR ÖNÜMEZE GELSİN, BİZ DE GEREĞİNİ YAPAR EKSİĞİ TAMAMLAR YANLIŞI DÜZELTİRİZ” demişti.

CUMHURUN BAŞINDAN GELEN BU AÇIKLAMA EMEKÇİLERİN TEKRAR UMUTLANMASINA SEBEP OLDU VE İFADE EDİLEN JESTIN ILANI İÇİN GERI SAYIM BAŞLADI..

Milletimiz Havalimanının en büyüğünü, Tünelin en büyüğünü, Adliyelerin en büyüğünü yapan Sn. Cumhurbaşkanının jesti de ona göre olur ve böylece emekçilerimiz rahat bir nefes alabilirler diye düşündü..

O gün geldi çattı ve MHP - Ak parti Hükümeti’nin eksiğini tamamlayacak, hatasını düzeltecek olan CUMHURBAŞKANI’NIN BÜYÜK JESTİ AÇIKLANDI..

Keşke jest sözü verilmeseydi, keşke emekçiler boşuna hayal kurmasaydı.
Milletin gözünde yüce bir dağ olan CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMI asgari ücretliye aylık olarak tam tamına “300 gr. Antep Fıstığı” vererek milyonlarca insanımızı maalesef ki hayal kırıklığına uğrattı.

Biz bu noktada Sn. Cumhurbaşkanı’nın çaresizliğine mi yoksa milletin mağduriyetine mi üzülelim gerçekten şaşırdık. Bu son yaşananlardan sonra anlaşıldı ki Sn. Erdoğan gerçekten de yalnız kalmış durumdadır.

Bu nasıl bir siyaset anlayışı, bu nasıl bir ekip ruhu, bunlar nasıl ekonomi kurmayları ki, CUMHURUN BAŞINI CUMHURUN KARŞISINDA BU KADAR MAHCUP DURUMA DÜŞÜREBİLİYOR..

Milli Görüş’ün İkinci 40 yıl yolculuğunu başlattığımız gün söyledik ve şimdi tekrar söylüyoruz;

MİLLETİMİZİN, ÜLKEMİZİN VE TÜRKİYE SİYASETİNİN MİLLİ GÖRÜŞ RUHUNA, YENİDEN REFAH PARTİSİ’NE her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı var..

Ömerler ocağı, aziz Milletimizin tek kurtuluş kapısı olan Milli Görüş iktidarına az kaldı. Bizim iktidarımızda babayiğitliği, fedakarlığı emekçiden veya işverenden, özel sektörden beklemeyeceğiz.

Biz Yeniden Refah iktidarında;

• Hükümet olarak kendimiz “babayiğitlik” yapacağız.
• Asgari ücrete ilk senemizde %50, sonraki senelerde de mutlaka gerçek enflasyon oranının üzerinde zam yapacağız
• Asgari ücretten vergi almayarak da hem işverenin, hem de işçinin yüzünü güldüreceğiz..
• Bu atılacak adımların maliyetini de borçla-vergiyle değil, “Milli Kaynak Paketlerimiz” ile karşılayacağız
Biz Yeniden Refah olarak; “Önce Millet” diyeceğiz ve bu ülkede başka kesimleri de mağdur etmeden, ezilen milyonların derdine derman olacağız.


İŞSİZLİK ORANLARI SÜREKLİ ARTIYOR
TÜİK; Eylül, Ekim ve Kasım aylarını kapsayan Ekim 2019 dönemine dair işsizlik rakamlarını açıkladı.
Buna göre 15 yaş üzerindeki işsiz sayısı, önceki yılın aynı dönemine göre 608 binlik artışla 4 milyon 396 bin kişiye yükseldi. Aynı dönemde istihdam edilenlerin sayısı 527 bin kişi azalarak 28 milyon 343 bine düştü. İstihdam oranı, 1,6’lık azalışla yüzde 45,9 olarak kayda geçti.
Verilere göre 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki yılın aynı dönemine göre 3 puan artışla, yüzde 25,3 olarak kayda geçti. Genç istihdam oranı ise 1,9 puan azalarak yüzde 32,8 oldu.
Bu rakamlardan da görüleceği gibi ülkemizde hem genç işsizlik hem de toplam işsizlik oranı giderek artmakta, istihdam ise azalmaktadır.
“Üretim, istihdam ve ihracat odaklı” bir ekonomi yerine, hali hazırda uygulanan “borç-faiz-vergi-trafik cezası odaklı” bir ekonomi ile ülkemizin bu girdaptan kurtulması mümkün değildir.
BU TABLO ÜLKEMİZDE SOSYAL PATLAMALARI, YOKSULLUK VE SEFALETİ KAÇINILMAZ KILMAKTADIR …
Çözüm; bir an evvel devlet tarafından milli kaynak paketleri ile kaynak üretilmesi, bu kaynakların üretim ve istihdamı teşvik edecek şekilde kullanılması, vatandaşlarımızın alnının teriyle, bileğinin hakkıyla rızkını temin edip, kimseye muhtaç olmadan, onurlu bir şekilde yaşamını sürdürebileceği ortamın oluşturulmasıdır.

ABD YÖNETİMİ’NİN DÜZENLEDİĞİ SUİKAST SONRASINDA ORTAYA ÇIKAN GERİLİM
Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan kaosun asıl sebebi Irkçı Emperyalizm’in yüzyıllardır ajandasında bulunan ana hedeflerine ulaşması için kurgulanan “Büyük Ortadoğu Projesi” nin adım adım uygulanmasıdır.

Bugün BOP doğrultusunda Ortadoğu’yu büyük bir felaketin içerisine sürükleyen küresel güçlerin ana hedeflerinde ise, planları önünde en büyük engel olarak gördükleri D-8 üyesi ülkelerden İran ve Türkiye yer almaktadır.

Kendisini başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyanın jandarması olarak gören ve yıllardır bölge ülkelerini maksatlı olarak askeri ve siyasi adımlarla karıştıran ABD’nin son günlerde İran’a karşı uyguladığı politikalar ve özellikle Kasım Süleymani suikasti iki ülke arasında ve tüm bölgede gerginliğin daha da tırmanmasına neden olmuştur.

“Irak’a demokrasi ve insan hakları getireceğiz” gerekçesiyle Irak topraklarını işgal edenler, Irak’ta bir milyon insanı katlettiler. Milyonlarca insanı evinden, yurdundan ettiler, bütün bunlar yetmiyormuş gibi Irak’ı üçe böldüler ve yaşanmaz hale getirdiler. Neredeyse 10 bin km uzaktan bu coğrafyaya gelip, yıllardır bütün bu ifsadı gerçekleştirenler “İran’lı komutanın Irak’ta ne işi var” diyerek İran Devrim Muhafızları kumandanına suikast düzenlediler.

Irkçı Emperyalist ajanda doğrultusunda bölgeyi dizayn etmeye çalışan güçlerin asıl hedefi, Milli Görüş olarak 50 senedir ifade ettiğimiz gibi İran ve arkasından da Türkiye’dir.
Bu sebeple ABD Yönetimi’nin tüm bu haksız ve hukuksuz adımlarına rağmen, küresel güçlerin oyununa gelmemek son derece büyük önem arz etmektedir. Çünkü onlar her zaman olduğu gibi çatışmayı körüklemek ve gerilimi tırmandırmak istemektedirler.

İran, ABD Yönetimi’nin uluslararası hukuku hiçe sayarak üst düzey bir İranlı yetkiliye düzenlediği saldırıya karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. Maddesi’nden doğan ‘meşru müdafaa’ hakkını kullanarak karşılık vermiştir, ancak İran’ın burada durması ve karşılıklı şiddet ve çatışmayı artıracak, küresel güçlerin yürütmek istedikleri plana fayda sağlayabilecek ilave adımlardan kaçınması gereklidir.

Yeniden Refah Partisi olarak diyoruz ki, Müslüman ülkelerin, “D-8 Teşkilatı” bağlamında hareket etmek suretiyle hiçbir küresel dış etkenin dayatmacı ve müdahaleci rolü olmaksızın, kendi sorunlarına kendi aralarında kalıcı çözümler ortaya koymaları şarttır.

Bugün İslam Alemi olarak ayrıştığımız noktalar üzerinden kavga etme ve ayrı düşme günü değil, sayısız ortak noktamız üzerinden birlik olarak, Irkçı Emperyalist oyunları bozma ve bölgemizdeki istila güçlerinin tahakkümünden kurtulma günüdür.

“TC VATANDAŞLIĞI” PARA KARŞILIĞINDA SATILMAMALIDIR
Avrupa’da bazı ülkelerde mali krizler neticesinde, krizleri aşabilmek ve ülkelerine sermaye girişleri sağlayabilmek adına yabancılara vatandaşlık hakları yürürlüğe girmiş veya var olan usuller değiştirilmiştir. Türkiye’de de sırayla 1.000.000, 500.000 ve 250.000 dolara kadar taşınmaz satın alma veya 1.000.000 ve 500.000 dolarlık yatırım yapma yoluyla yabancılara vatandaşlık hakkı tanınmıştır.
Vatanımızın gerçek sahipleri aziz şehitlerimizdir. Aziz şehitlerimizden devraldığımız bu vatan toprağını sadece evlat ve torunlarımıza teslim edebilmek, bunu yaparken de Yaşanabilir ve Yeniden Büyük Türkiye olarak teslim etmek istiyoruz. Şehitlerimizin kanıyla sahip çıkılan, korunan bu vatan topraklarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının, bir eşya gibi bir ticari emtia gibi değerlendirilmesi ne bu ülkenin büyüklüğüne ne tarihine ne de aziz şehitlerimizin hatırasına uygundur. Finansal gerekçelerle şu kadar paralık toprak alırsan sana Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını veriyorum vaadi, sözü gün gelir, akşam olur sabah olur başımıza dert, insanımıza gam olur. Ülkemize para girişi olması için aziz şehitlerimizin hatırası olan vatan toprağımızı bir hiç para uğruna yabancılara satarak hemencecik kuralları ve bekleme süresi gevşek bir şekilde ülkemizin ve milletimizin geleceği açısından başvurulmamalıdır.
Nitekim Avrupa Birliği üyesi bazı ülkelerin bu ve benzer uygulamalarını, Avrupa Parlamentosu 2014 Ocak ayında “Satılık AB Vatandaşlığı" başlıklı bir müzakere düzenleyerek konuyu gündemine almıştır. AB Parlamentosu bu konuda aldığı ilke kararında, "Birlik vatandaşlığının sağladığı hakların insanlık onurunu temel aldığı ve hiçbir fiyat karşılığı alınması ya da satılmasının mümkün olmadığı da belirtilmiştir.
İngiltere, Kanada Belçika ve Macaristan gibi bazı devletler direkt vatandaşlık yerine, öngörülen yatırım miktarının gerçekleştirilmesi halinde yabancıya vize ve ikamet izni vermektedir. Yabancının daha sonra (Örneğin Kanada 5 yıl ikamet etme şartının sonunda vatandaşlık talebini sadece değerlendirmektedir) vatandaşlık başvurusuna imkân vererek değerlendirme sonucuna göre karar verilmektedir. Bütün Avrupalı ülkeler Vatandaşlık başvurusu ve kabulünde kademeli bir süreç öngörmüşlerdir.
Ülkemizde de 250.000 $ bedelli bir gayrimenkul alımı veya yatırım yapılması karşılığı direkt vatandaşlık verilmesi yerine vize ve ikamet verilmesi daha uygun olduğu kanaatindeyiz.
Ayrıca bunun ekonomik gerekçelerle uygulanması da kabul edilemez. Çünkü, üretmeden, bilgiden, teknolojiden, tarımdan Milli Gelir kazanamadan yabancıların dünya ülkelerine nazaran cüzi miktarlarla satın alacağı vatandaşlık gibi uygulamalar ekonomik krizlere çözüm olamaz. Ekonomimizin düzelmesinin temel çözümü üretim ekonomisini, tarım ve bilgi ekonomisini icra etmekten geçmektedir. Üretmeyen bir milletin ayakta kalması mümkün değildir. Bunun için tıpkı Rahmetli Erbakan Hocamızın Başbakanlığında yaptığı ve başardığı gibi Milli Kaynak Paketlerimizin acil olarak hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Bu vesileyle aziz milletimize, iktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasetçilere diyoruz ki 250.000 $ karşılığında yabancılara vatandaşlık verilmesine ve Türk vatandaşlığının paraya konu edilmesine Milli güvenliğimiz açısından sakıncalar doğuracağından taraf değiliz. Bu işi neticeleriyle beraber Milli bir politika olarak görmemekteyiz. Özellikle Emperyalist güçlerin güzel vatanımız üzerindeki yüzyıllardır süregelen emellerini dikkate aldığımızda, konunun önemi daha da artmaktadır.

Haftalık Değerlendirme Raporu - Siyasî İşler Başkanlığı - 25.01.2020

ELAZIĞ DEPREMİ VE BEKLENEN MARMARA DEPREMİ
Öncelikle merkez üssü Elazığ’ın Sivrice ilçesi olan depremde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza da acil şifalar diliyoruz. Vefat eden vatandaşlarımızın yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz. Tüm Milli Görüş camiası olarak can kaybının artmaması için dua ediyoruz. Depremden etkilenen tüm vatandaşlarımıza ve tüm milletimize geçmiş olsun, Cenabı Allah ülkemizi, milletimizi her türlü afetlerden, bela ve musibetlerden muhafaza buyursun.
Bu ülkede artık hiç kimse İstanbul’u da doğrudan etkileyecek Marmara Depremi olacak mı olmayacak mı diye sormuyor, “Ne zaman olacak ?” ve “Kaç Şiddetinde olacak ?” diye soruyor.
1999 Marmara Depremi “7,4 şiddetinde” oldu ve TAM 17500 VATANDAŞIMIZ HAYATINI KAYBETTİ.
Japonya’da 2011 yılında gerçekleşen “8,9 şiddetindeki” depremde 1999 Marmara Depremi’nden tam 40 kat daha şiddetli olduğu halde yaklaşık 1000 kişi hayatını kaybetti.
Bizim yaşadığımız depremde 17500 insanımızı kaybediyoruz, onlar bizden 40 kat şiddetli depremde sadece 1000 insan kaybediyor …!!
2017 yılında Meksika’nın başkenti Mexico City’de gerçekleşen ve aşağı yukarı Marmara Depremi ile yanı şiddette olan depremde, sadece 250 Meksika’lı hayatını kaybediyor.
Aynı şiddetteki depremde bizde 17500 kayıp, Meksika’da 250 kayıp ...!!
Ülkemiz topraklarının %90’ı deprem kuşağında yer alıyor ve nüfusumuzun %95’i bu deprem bölgelerinde yaşıyor. Nüfusun, sanayinin, teknoloji altyapımızın en yoğun olarak yer aldığı ‘Marmara Bölgesi’ ise en riskli deprem bölgelerinden bir tanesi.
1999 Marmara Depremi sonrasında, dönemin Hükümeti, ihmal edilenleri, yapılan yanlışları, yapılması gerekenleri tespit etti ve “Deprem Yönetmeliği” hazırlandı. Bu yönetmelik doğrultusunda İstanbul’da vatandaşlarımızın deprem anında bulunduğu binalardan kaçıp toplanacağı “493 Adet” bölge belirlendi. Bu alanlar park-bahçe, okul bahçesi gibi yerler değil, sahra hastaneleri, konteynır kentler kurulabilecek devasa alanlardı. 2020 yılına kadar da bu alanların artan nüfus göz önüne alınarak 693 adede çıkarılması planlandı.
PEKİ 2002 YILI SONUNDA İKTİDARA GELEN AK PARTİ NE YAPTI ??
Tespit edilmiş “acil toplanma ve yaşama alanları”nın büyük bölümünde site, AVM ve rezidans yapılması için inşaat ruhsatı verdi … Mevcut iktidar bununla ilgili sorulara da “deprem anında çocuk parklarına, okul bahçelerine sığınırız” cevabını verdi.
Uzmanlar yapıların % 70’inin kaçak ve ruhsatsız olduğu İstanbul’da olası büyük bir depremde, 10 bin civarında binanın tamamen çökeceğini, 50-60 bin binanın (yani yüz binlerce konutun) ağır hasar göreceğini, Allah vermesin 50 binden fazla insanın öleceğini; kent altyapısının tahrip olacağını ve ekonomik kaybın 30 ila 50 milyar dolar civarında olacağını belirtmektedirler. Tüm bu riskler niteliksiz ve tedbirsiz yapılaşmanın hızla sürmesi ile giderek artmaktadır.
AK Parti Çevre Şehir ve Kültür Başkanlığı Eğitim ve İstişare Toplantısı'nda konuşma yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Dikey mimari değil, yatay mimari istiyoruz, Dikey mimari ile şehirlerimize ihanet etmiş oluyoruz.” dedi.
Şimdi buradan yetkililere soruyoruz;
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ifadelerinden sonra;

- Şehirlerimize “ihanet eden” kaç Ak Partili veya diğer partilerden belediye başkanı ve idareciler hakkında siyasi veya idari işlem yapıldı ...
- NEREDEYSE HERGÜN beşik gibi sallanan ülkemizde, Anadolu'da onlarca il ve ilçede İmar rantı dışında hiç bir işe yaramayan, kentlerimize ihanet olarak nitelendirdiğiniz çok katlı yüksek binaların DEPREME karşı dayanıklılığı ne kadar denetledi ...
- Çok büyük çapta görüntü kirliliği oluşturan, trafik sorununu daha da artıran, şehirlerimize ihanet anlamına gelen bu “rant kuleleri” olası büyük bir depremde Allah vermesin toplu mezarlara dönüşürse mi aklınız başınıza gelecek ...
- ŞU ANDA İSTANBUL’DA 693 ADET OLMASI GEREKEN DEVASA BOYUTTA “DEPREM SONRASI TOPLANMA” ALANLARIMIZ NEREDE ??
- 17 SENELİK AK PARTİ İKTİDARI BOYUNCA TOPLANAN MİLYARLARCA LİRALIK DEPREM VERGİLERİ İLE DEPREM İÇİN NE YAPILDI ??
- Allah vermesin 2011’de Japonya’da yaşanan deprem kadar şiddetli bir felaketle karşılaşırsak, İstanbul’lunun hali ne olacak??
- Allah göstermesin, bu sefer de, tedbirsizlik ve ihmal yüzünden yüz bin insanımızı mı kaybedeceğiz ??
YETKİLİLERDEN BU SORULARIN CEVAPLARINI İSTİYORUZ VE DEPREM TEDBİRLERİ İÇİN GEREKEN ADIMLARI EN ACİL ŞEKİLDE ATMALARINI BEKLİYORUZ.
AYRICA;
“Türkiye Deprem Haritası”na göre 50 il, “Birinci Dereceden Deprem Bölgesi” içinde yer almaktadır. Fakat mevcut deprem yasası milli gelirden % 67 gibi en yüksek pay alan “19 il”i kapsamış, yapı denetiminin ticarileştirilmeye en uygun olduğu iller seçilmiştir. “Birinci Dereceden Deprem Bölgesi” içinde yer alan diğer illerimiz ise yapı denetimi ve deprem tedbirleri açısından üvey evlat konumuna itilmiştir. Önemli depremler yaşayan birçok ilimiz yapı denetimi dışında tutulmuştur.
Bu yanlıştan da acilen dönülmelidir ...!!

İNSANLIĞIN YÜZ KARASI GUANTANAMO ON SEKİZİNCİ YILINDA
On sekiz yıldan beri hücrelerde tutulan ve hiçbir mahkemeye çıkarılmayan Guantanamo Körfezinde yer alan esir kampındaki tutukluların sistematik işkenceye tabi tutulmaları insan hakları ihlali olduğu halde bu konuda sessiz kalınması kabul edilebilir bir yaklaşım olmasa gerek.
İsrail’in Filistinlilere yönelik işkencelerini konu alan ve 1987 yılında İsrail Parlamentosu tarafından kurulan Landau Komisyonu’nun raporunda yer alan Şin Bet’in şiddet yöntemlerini göz ardı eden ve ABD Senatosu’nun insan haklarına yönelik kararına rağmen İsrail’e yardım etmeyi sürdüren bir anlayışın Guantanamo’daki işkencelere son verip burayı kapatmasını beklemek söz konusu olmasa gerek.
ABD, kendi toprakları içerisinde işkenceye izin vermediği için Küba’daki Guantanamo Körfezi’nde yer alan Deniz Üssü’nü işkence merkezi olarak kullanmayı yeğlemektedir.
2010 yılında serbest bırakılmasına karar verildiği halde tutuklulardan El Bihani, hala keyfi olarak Guantanamo’da gözetim altında tutulmaya devam etmektedir. Benzer şekilde 40 kişi daha Guantanamo’da suçsuz yere gözetim altında suçsuz yere gün saymaya devam etmektedirler.
Barack Obama, 2008 yılında ABD Başkanı olarak seçildiğinde Guantanamo’yu kapatacağını kesin bir dille açıklamıştı. Fakat bu vaat gerçekleşmedi. Trump ise, başkanlık seçimleri sırasında Evanjelistlere göz kırparak Guantanamo’nun kapatılmayacağını ifade ederek despotik anlayışını ortaya koymuş oldu.
Bush’un ifadesiyle ‘savaş suçlusu’ olarak Guantanamo’da gözetim altında tutulan bu insanların mahkeme huzuruna çıkarılmamalarının tek nedeni gerçeklerin ortaya çıkması korkusudur. Bu durum ABD’nin prestijini yerle bir edeceği vehmi ile insanlar hala gözetim altında tutulmaya devam edilmektedir.
Pakistan asıllı İngiliz vatandaşı Muazzam Beg, üç yıl süreyle Afganistan’daki Kandahar ve Bagram’da gözetim altında tutulduktan sonra Guantanamo’ya getirilip sorgulandıktan sonra suçsuzluğu ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine İngiliz vatandaşı olması hesabıyla de serbest bırakılması sağlanmış idi. Fakat diğer tutukluların ise böyle bir imkânları hiç olmadı.
Bu arada, Guantanamo gerçeğini gün yüzüne çıkaran Horton’un Haziran 2006’da Harper’s Magazine’de yer alan yazısından da anlaşılacağı üzere, bir kısım tutuklunun uğradıkları işkenceler sonucu yaşamlarını yitirdikleri anlaşılmaktadır. Keza, ICRC’nin Amerikan basınına sızan raporuna göre de bu merkezdeki işkenceler en ince detaya kadar anlatılmış idi.
Sonuç olarak ABD yönetimi, Guantanamo’yu sırf Müslümanlara yönelik algı operasyonu amaçlı olarak açık tutmaya devam etmekte olduğu artık daha çok mübeyyin olmuştur. Guantanamo JTF-GTMO (Guantanamo Müşterek Görev Gücü) tarafından sevk ve idare edilen gözaltı kampı; sözde ‘küresel terörle savaş’ amaçlı olmasına rağmen, salt Müslümanlara yönelik ‘black site’ (kara merkez) olarak ifade edilen tecrit amaçlı bir işkence merkezi olarak ifade edilebilir.

TÜRKİYE KUCAKLAYICI POLİTİKALARLA LİBYA’DAKİ SORUNU ÇÖZMELİ
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice'nin Libya'yı; "Büyük Ortadoğu Projesi’nin model ülkesi” ilan etmesi halâ hafızalardadır .
Dış Güçler bu plan doğrultusunda Libya’ya her ne kadar kitabına uydursalar da aslında hukuksuz bir şekilde saldırdılar ve yine Kaddafi'yi hukuksuz bir şekilde iktidardan düşürdüler. Böylece aynen Irak’ta olduğu gibi o günden bu yana Libya’da siyasi istikrar bir türlü sağlanamadı. Şu anda tam da küresel güçlerin istediği gibi ikiye bölünmüş bir Libya ve birden fazla yönetim bulunuyor.
Hükümet Suriye politikasından dersler çıkararak Libya konusunda adım atmalıdır. Türkiye’nin kardeş kanı akıtacak değil, Libya’nın bütünlüğünü önceleyecek politikalar izlemesi gereklidir.
Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, defaten Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti ile General Hafter öncülüğündeki Libya Ulusal Ordusu arasında arabuluculuk girişiminin mümkün olamayacağını ifade ederken; “Bir tarafta meşru hükümet var, diğer tarafta darbeci var. Meşru Hükümet ile darbeci arasında arabuluculuk yapılabilir mi? Uluslararası hukukta da böyle bir şey söz konusu değil” şeklinde kesin cümleler kullanırken, Halife Hafter’i da PKK ile eşdeğer çizgide göstermeye çalışıyordu.
Bütün bu açıklamalara rağmen, Sayın Erdoğan ve Sayın Putin arasında varılan ortak karar gereği Libya’da ateşkes sağlanması konusunda yapılan girişim ve çağrı karşısında General Hafter’ın, Türkiye ve Rusya’nın ateşkes çağrısını kabul etmesiyle Türk-Rus bakanların ve üst düzey yetililerin öncülüğünde Ulusal Mutabakat Hükümeti ile Akile Salih başkanlığındaki Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi ve ‘Libya Ulusal Ordusu‘ başında yer alan General General Hafter ve Libya Siyasi Anlaşması gereği 17Aralık 2015’te kurulan Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni temsilen Başbakanı Fayez Mustafa al-Sarraç Moskova’da bir araya gelerek mutabakat metni üzerinde görüşmeler yaptı.
Başbakan Fayez al Sarraç metni imzalarken, General Halife Hafter ise istediği bir günlük düşünme süresi sonunda anlaşmayı imzalamadan Libya’ya geri döndü.
Burada bir gerçeğe vurgu yapmak gerekirse, Hafter anlaşmayı imzalamadan Türkiye’de bunun iç politika malzemesi yapılıp kazanılmış bir zafer gibi ortaya konulması son derece aceleci bir yaklaşım olmuş oldu. Buna ilaveten, General Halife Hafter’i he defasında ‘darbeci’ olarak ilan eden Sayın Cumhurbaşkanı adına Moskova görüşmelerinde kendisini birinci elden muhatap alan bakan ve yetkililerimiz bir bakıma General Halife Hafter’i legalize etmiş oldu.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Halife Hafter kaçtı” söylemi ise sadece iç politikaya yönelik bir tepkiden öteye gidememektir.
Libya’da taraf olup, tarafsız bir çözüm ortaya koymanın mümkün olamayacağının altını özellikle çizmek istiyoruz. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını da önceleyerek kucaklayıcı politikalarla Libya’daki sorunun çözümüne ön ayak olması artık kaçınılmaz bir gerçektir.
Suriye’de “Katil Esed gitsin” diye başlatılan ve sonu felakete dönüşen maceranın bir benzeri de Libya’da “Gayrimeşru Hafter gitsin” denilerek başlatılmamalıdır.
Libya ile ‘361 yıllık ortak geçmişimiz’ var. Elbette Türkiye Libya da olmalı, Ancak bu Kaddafi Libya’sının vaktinde bizimle olduğu şekilde olmalı. Biz Libya’da kardeş kavgasına taraf olmamalıyız. Libya halkının en çok güven duyduğu ülke olarak orada olmalıyız. Kan akmasının önüne geçip, küresel güçlerin oyununu bozan olarak orada olmalıyız. Diplomasi yolunu çalıştırmalıyız, arabulucu olmalıyız.

"TAYYİP ERDOĞAN GİTSİN, NASIL GİDERSE GİTSİN" MUHALEFETİ YAPMIYORUZ!
AK Parti Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan "Maalesef gençlerimiz genç yaşta evlenmiyor. Çoğu 30'u aşkın yaşta evleniyor ya da çoğu evde kalıyor. Böyle bir şey olur mu ya? Evlilik dışı hayat biçimi özendirilmeye çalışılıyor. Aman bunlara dikkat edin" dedi.
Muhalefet lideri gibi konuşan, 18 yıllık tek başına iktidarın sahibi bu açıklamayı yaparken neyi amaçlıyor?
Yeniden Refah Partisi Sosyal İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Dr. Şeref Menteşe, Cumhurbaşkanının "evlilik dışı hayat özendiriliyor" açıklamasına dair bir açıklama yaptı. Dr. Menteşe açıklamasında şu görüşlere yer verdi; " Bir taraftan Cedav ve İstanbul sözleşmesi diğer taraftan 6284 sayılı Aileyi yıkma, evin ERKEĞİNİ itibarsızlaştırma kanunu; bırakın gençleri, 40 yıllık evli, torun sahibi ailelerimizin yuvasını dağıtırken, Ak Parti MHP koalisyonu yeni başkanlık sistemiyle hiç kimseye nasip olmayan yetki ve güce sahip olabiliriz ancak KADEM'E gücümüz yetmiyor demek mi istiyor?
KADEM’İN zorlaması ile hükumet politikası olarak Millete dayatılan sözleşme hükümleri ile ev hayvanları kadar dahi itibari kalmayan, hak ve hukukundan mahrum bırakılan erkeklerimizin, mevcut şartlarda evlenmesini beklemek veya evliliklerini sağlıklı yürütmelerini temenni etmek en hafif deyimle saflıktır. Kaldı ki, Ülkemizin ekonomisi ve mevcut AK PARTİ - MHP koalisyon Hükümeti’nin belirlediği asgari ücret bırakın yuva kurmayı, yuva kurma hayalini dahi yıkıyor.
Sayın Ak Parti Genel Başkanı’nın yaptığı açıklamadan anlaşılıyor ki, AK Parti ve çözüm ortağı MHP cumhurun halinden, sıkıntısından bihaber bir hayat sürdürüyorlar.
Bilmiyorlar ki, bu milletin düğünlerinde kilolarca altın toplanmıyor. Bir düğün ve yuva kurmak en az 100.000 TL'ye mal oluyor. İşsiz veya asgari ücretli milyonlarca gencimizin böyle bir masrafı karşılamasının imkanı yoktur.
Yeniden REFAH Partisi başkaları gibi YIKICI blok içerisinde yer alıp bir an önce "Tayyip Erdoğan gitsin de, nasıl giderse gitsin" muhalefeti yapmıyor. Biz Tayyip Bey seçilmiş CUMHURBAŞKANIMIZ kimliği ve sorumluluğuyla bu milletin derdinden haberdar olsun. Ak Parti’de ve koalisyon ortağı MHP’de bulamadığı “94 Ruhu”na sahip Yeniden REFAH kadrolarının ve Millî Görüş Lideri Dr. Fatih ERBAKAN'IN hazırladığı çözüm projelerini uygulasın, bu millet refaha kavuşsun, aileler huzur bulsun, adalet tam manasıyla tesis edilsin anlayışıyla, “yeni nesil siyaset” yapıyoruz.
“94 Ruhu”nun PARTİSİ, “Ömerler Ocağı” Yeniden REFAH Partisi, geleceğimizin sigortası, aziz milletimizin hizmetkarıdır.
Gençlerimize sadece “evlenin” demek yetmez. Milyonlarca gencimiz evlenmek, yuva kurmak için doğru insanı bulsalar bile iş-aş engeline takılıyorlar evlenmiyorlar.
Bu nedenle biz üretim ve istihdam hamlemizle öncelikle o evlenemeyen gençlere daimî bir iş vereceğiz, bu gençler para biriktirecek ki evlilik yoluna girmeye cesaret edebilsinler.
Bir milyon gencimize istihdam projemizi verelim kullansınlar, yeter ki gençlerimizi bu buhrandan kurtaralım.
Yeniden REFAH PARTİSİ tüm Ömerleriyle 7/24 millete ve tüm insanlığa hizmet vermeye hazır.
AZ kaldı, Ömer kopyaları gidecek, gerçek Ömerler gelecek !

HALK SİZE ARTIK GÜVEN DUYMUYOR
Halk artık bu iktidara güven duymuyor. Yapılan anketler de gösteriyor ki, halkımız artık desteğini de iktidardan çekiyor. Ak Parti’nin son dönemde bir milyona yakın üyesini kaybettiği gerçeği karşımızda duruyor. Doğal olarak bu durum sizi geriyor ve özgüven eksikliğine neden oluyor. Bunu Grup Başkanvekili düzeyinde bizzat kendilerinin itiraf etmeleri tükenmişliğin göstergesidir.
Ak Parti’nin tabanı vatana ve millete hizmet edersiniz niyetiyle, “Bunlar Erbakan’ın talebeleri” diye bugüne kadar hiçbir siyasi iktidara nasip olmayan bir süreyle size güven ve desteğini esirgemedi, ancak gelinen süreçte siz Erbakan Hocamız’ın çizgisinden ayrıldınız ve büyük ölçüde sermayeye hizmet eder hale geldiniz. “Millet için siyaset” diyerek iktidara geldiniz, milletin asla ulaşamadığı siyasetçiye dönüşüp, sermayeye hizmet eder hale geldiniz.
Küresel güçlere söylemde “hayır” dediniz, ama fiiliyatta “küresel güçlerin” ajandasına tabi oldunuz. Memura, işçiye, esnafa “yanınızdayız” diyerek güven verdiniz, iktidara gelince borç-faiz ekonomisini uygulayarak faizci sermayenin ve banka sisteminin planlarına tabi oldunuz. Sokakta siyasete başladınız ama şimdi siyaseti lüks salonlarda devam ettiriyorsunuz. Eskiden halkın, esnafın, simitçinin elini sıkarak, çayını içerek selam vererek siyaset yapıyordunuz, şimdi en lüks makam araçlarında dolaşıyor, simitçi görmeyen caddelerde hayat sürüyorsunuz. Bunca yılın sonunda zihni, aklı, güveni incitilmiş bir halk bıraktınız geride. Bu halk artık size güvenmiyor.
Siyaset halka takiyye yaparak asla yürümez. Siyaset güven vermek makamıdır. Halka güven verirsiniz, halk sizi iktidara taşır. Görüyoruz ki Ak Parti ve MHP Koalisyon Hükümeti ve siyaseti artık halkın desteğini kaybetmiştir.
Halkın Ak Partiye yıllardır verdiği kredi onları Erbakan’ın talebesi olarak görmesinden kaynaklanmıştır. “Millî Görüş gömleğini çıkartmakla övünen Ak Partili siyasetçilere halkın artık güven duymadığının bizatihi Grup Başkanvekili tarafından itiraf edilmesi çok önemlidir. Milletimiz, güveneceği adresini “yeniden” bulmuş, yeniden bu milletin içinden çıkan, Millî Görüş’ün hakiki temsilcisi, ikinci kırk yılın başlangıcını yapan Erbakan’ın etrafında kenetlenmeye başlamıştır.

KUDÜS’Ü İLHAK ETMEYE YÖNELİK ‘YÜZYILIN ÇÖZÜMÜ’ PLANINI ŞİDDETLE TELİN VE RED EDİYORUZ

Siyonist İsrail Devleti’nin 1967 Savaşı’ndan beri devam eden saldırgan tutumu ve işgalci tavrı doğrultusunda, ABD Başkanı Donald Trump İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Beyaz Saray’da yaptığı açıklamada ‘Yüzyılın Anlaşması’ planı adı altında bir bakıma “Büyük İsrail’in Kurulması Planı’nı ilan ederek istikrarsızlığın, kaosun ve şiddetin artması için ciddi bir adım daha atmış oldu.
ABD Başkanı Trump’ın Filistinlilerin ve tüm Müslümanların kalbi konumundaki Kudüs’ün nihai statüsü konusunda “Kudüs, tamamen İsrail'in başkenti olacak” şeklindeki açıklaması, binlerce yıldır adım adım uygulanan Siyonist planın bir sonucudur.
Bu son adım açık bir şekilde Filistin Devleti’ni ve oradaki Müslüman varlığını tamamen yok edip, Dünya Siyonizm’inin 5000 seneden fazla süredir ulaşmak istediği başkenti Kudüs olan ‘Büyük İsrail’ hedefine ulaşmak için atılmış bilinçli bir adımdır.
Milli Görüş olarak elli yıldan beri ABD Devleti’nin arkasındaki görünmez gücün Siyonizm olduğunu söylüyor, Dünya Siyonizm’inin ve Siyonist İsrail Devleti’nin amaçlarını ve hedeflerini tek tek açıklayarak en önemli uyarı vazifesini yapıyoruz. Konunun önemi ve haklılığımız bu son gelişmeyle bir kez daha ortaya çıkmıştır.
İsrail-Filistin görüşmelerinde ABD Başkanı Donald Trump’ın arabulucu olarak görevlendirdiği Jason Greenbaltt, Temmuz 2019’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kalabalık bir topluluğa yaptığı açıklamada; ABD’nin İsrail-Filistin konusunda ‘uluslararası uzlaşma’ hikâyesine artık inanmadığını ve bundan böyle Washington’un iki devletli çözümün sözcülüğünü yapmayacağını ifade ediyordu.
‘Yüzyılın Çözümü’ adı altında Siyonist İsrail Devleti’nin, Kudüs’ün güvenlik bariyerinin dışında kalan bir alanın silahsız ve “kontrollü” Filistin Devleti’nin başkenti olmasını kabul etmesi Filistin’in ve İslam Âlemi’nin Kudüs ve Mescid-i Aksa üzerindeki etkisini tamamen ortadan kaldırmaya yöneliktir.
Kudüs’ün bağımsız bir Filistin Devleti’nin başkenti olmadığı her türlü planın çözümsüzlük ve kaostan başka bir şey ortaya koyamayacağı gayet aşikârdır.
Filistin halkının geleceğini tayin etme hakkı Trump ve Netanyahu’nun değil, ancak ve ancak Filistinliler ’indir. İşgalci İsrail Devleti’nin yetmiş yıllık sorunu görmezden gelerek çözüm adı altında çözümsüzlük önermesi konuyu iyice içinden çıkılmaz bir noktaya getirecektir.
Sonuç olarak, Filistin sorununun tek taraflı ve hukukun üstünlüğü ilkesinden çok, “üstünlerin hukuku” ilkesine göre, hakkı değil kuvveti üstün tutarak çözüme kavuşturulması asla mümkün değildir.
Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sadece kınama ve telin etme yerine, Birleşmiş Milletler nezdinde ve uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli fiili adımları atmalıdır. Ve daha da önemlisi tüm bu sorunların asıl çözümü olan D-8 Organizasyonu’nun kuruluş amaçlarına uygun şekilde çalışması ve D-60 Hedef’ine bir an evvel ulaşılması için çaba sarf etmelidir.
Biz Yeniden Refah Partisi olarak böyle bir karara şiddetle karşı olduğumuzu ifade etmek istiyoruz. İşgalci İsrail Devleti’nin işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria başta olmak üzere, 1967 savaşından bugüne kadar işgal ettiği alanları ve Müslümanların kutsalı olan Kudüs’ü tamamen Siyonist İsrail egemenliği altına alma girişimini şiddetle telin ediyoruz ve Milli Görüş Lideri Merhum Erbakan Hocamız ’ın meşhur sözünü tekrar ediyoruz;
“Amerika İsrail’i bu kadar seviyorsa, kendi eyaletlerinden bir tanesini İsrail’e versin”

Dr. Fatih Erbakan
Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı

HÜKÜMET, AB VE ORTADOĞU POLİTİKALARINI YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMELİ

İngiltere’nin Brexit kararı Türkiye açısından birçok konuda dersler çıkarılması gereken bir adımdır. Şöyle ki, İngiltere, AB’de iken Schengen anlaşmasına onay vermedi. Dublin anlaşmasını yaptı. Euro’yu kabul etmedi Sterlin’de kaldı ve üçüncü olarak da AB’nin bütçesine ülkelerin belirli kıstaslara göre para ödemesinin dışına çıkarak kendine özel bir statü getirtti. Buna mukabil Türkiye ise; daha AB’ye girmeden, Gümrük Birliği, İstanbul Sözleşmesi gibi kritik kararlara imza atarak bir bakıma teslimiyetçilik ruhunu öncelemiştir. Bütün tek taraflı adımlara rağmen, Türkiye’nin yıllardan beri kapısında beklediği Avrupa Birliği, Avrupa’da siyasi arenada söz sahibi olan ve yabancı düşmanlığı retorikleriyle ön plana çıkan radikal siyasi akımların etkisiyle Türkiye’yi bağrında barındırması söz konusu değildir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin bundan böyle Türkiye’ye karşı içi boş söylemlerden daha fazla bir şey ifade etmeyeceği gerçeğini göz ardı etmemek gerekir kanaatini taşıyoruz.
Bu gerçekten hareketle, Türkiye’de nabza göre şerbet vermeye çalışan ve birçok konuya el atan Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ’ın, asıl yapması gereken şey, Avrupa Birliği Bakanlığı’nı bir an önce lağvetmesi ve yerine D-8 Bakanlığı’nı ihdas etmesi kaçınılmaz bir gereklilik olsa gerek.

Diğer yandan, ABD ayaklı bir çözüm için Kuzey Doğu Suriye’de öngörülen güvenlik mimarisinin(güvenli bölge) şekillenmesinde örümcek ağı örgülü yeni bir sorun üretme merkezine karşı hükümet, toplumun beklentileri ölçüsünde hareketle ‘Türkiye inisiyatifli’ güçlü bir politik irade ortaya koyması artık kaçınılmazdır.
Bunun dışında Capitol Hill tarafından önerilen yapısal ve stratejik çözüm yaklaşımları, ABD perspektifli olmaktan öteye gidemeyeceği gibi, Türkiye’ye karşı yeni kriz kuşağı oluşturmaya yönelik derin ve kalıcı etkiler bırakabilecek tuzaklarla dolu düzeydedir. Türkiye, ABD ve Rusya önerileri dışında güçlü bir güven platformu bağlamında bölgedeki güvenliği önceleyen çözümleri ortaya koyamadığı müddetçe bölgede sulh ve sükûndan bahsetmek pek mümkün olmasa gerek.
Bu nedenle, hükümetin Ortadoğu’daki sorunlara taraf olmaktan çok, Türkiye öncülüğünde, D-8 vizyonlu çözüme taraf olması yönünde güçlü adımlar atmasını ve tüm bölge ülkelerini kapsayacak alternatif aksiyoner bir yaklaşımla “barış-kardeşlik platformu” oluşturmasını zaruri görüp, bölgemizde ileriye yönelik çatışmaların çözümleri de bu yönde mümkün kılınabilir bir pratiğin ortaya çıkabileceği kanaati içerisindeyiz.
Dışa bağlı çok yönlü karar mekanizmalarının ortaya koyacakları tek yanlı ve yeni çatışma ortamlarını tetiklemeye yönelik yaklaşımlarla bölgemizde yeniden istikrarın sağlanması asla mümkün görülmemektedir.
Bu arada Yeniden Refah Partisi olarak ABD’nin İsrail güdümünde aldığı sözde “Yüzyılın Çözümü” kararına da şiddetle karşı olduğumuzu ifade etmek istiyoruz. İşgalci İsrail’in, işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria başta olmak üzere, 1967 Savaşı'ndan bugüne kadar işgal ettiği alanları ve Müslümanların kutsalı olan Kudüs'ü tamamen Siyonist İsrail egemenliği altına alma girişimini şiddetle telin ettiğimizi ifade etmek istiyoruz.
Ez cümle, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Trump ve Netanyahu’nun aldıkları tek yanlı kararı sadece kınama ve telin etme yerine, Birleşmiş Milletler nezdinde ve uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli fiili adımları atmalıdır. Daha da önemlisi tüm bu sorunların asıl çözümü olan D-8 Organizasyonu'nun kuruluş amaçlarına uygun şekilde çalışması ve 'D-60' hedefine bir an evvel ulaşılması için çaba sarf etmelidir.

Doğan Bekin
Genel Başkan Yardımcısı

Haftalık Değerlendirme Raporu - Siyasî İşler Başkanlığı - 03.02.2020

DEPREM
Geçtiğimiz hafta yaşadığımız, merkez üssü Elazığ’ın Sivrice İlçesi olan ve bölgedeki pek çok yerleşim yerini etkileyen depremde hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.
Vefat edenlerin ailelerine, yakınlarına Cenabı Allah’tan sabrı cemil niyaz ediyoruz.
Depremden etkilenen bütün vatandaşlarımıza ve tüm milletimize geçmiş olsun, hepimizin başı sağ olsun.
Yeniden Refah Partimiz’in bölgedeki tüm teşkilat mensupları deprem sonrası yardım ve kurtarma çalışmaları için bütün imkanlarıyla seferber oldular. Kendilerine buradan özel olarak teşekkür ediyoruz. Allah onlardan razı olsun.

BU VESİLEYLE ELBETTE Kİ UYARI VAZİFEMİZİ DE YAPMAMIZ GEREKLİDİR.
1999 Marmara Depremi “7,4 şiddetinde” oldu ve TAM 17500 VATANDAŞIMIZ HAYATINI KAYBETTİ.
Japonya’da 2011 yılında gerçekleşen “8,9 şiddetindeki” depremde 1999 Marmara Depremi’nden tam 40 kat daha şiddetli olduğu halde yaklaşık 1000 kişi hayatını kaybetti.
Bizim yaşadığımız depremde 17500 insanımızı kaybediyoruz, onlar bizden 40 kat şiddetli depremde sadece 1000 insan kaybediyor …!!
2017 yılında Meksika’nın başkenti Mexico City’de gerçekleşen ve aşağı yukarı Marmara Depremi ile aynı şiddette olan depremde, sadece 250 Meksika’lı hayatını kaybediyor.
Aynı şiddetteki depremde bizde 17500 kayıp, Meksika’da 250 kayıp ...!!
BU GERÇEKLER “DEPREM DEĞİL, TEDBİRSİZLİK ÖLDÜRÜR” SÖZÜNÜ DOĞRULAMAKTADIR.
PEKİ, BİZ TÜRKİYE OLARAK TEDBİRLİMİYİZ ??
MAALESEF HAYIR …
Ülkemiz topraklarının %90’ı deprem kuşağında yer alıyor ve nüfusumuzun %95’i bu deprem bölgelerinde yaşıyor.
Bu deprem bölgelerindeki binaların %70’i ortanın üzerindeki şiddette depreme dayanıksız durumda …!!
Uzmanlar aynı şekilde yapıların % 70’inin kaçak ve ruhsatsız olduğu İstanbul’da olası büyük bir depremde;
10 bin civarında binanın tamamen çökeceğini, 50-60 bin binanın (yani yüz binlerce konutun) ağır hasar göreceğini, Allah vermesin 50 binden fazla insanın öleceğini; kent altyapısının tahrip olacağını ve ekonomik kaybın 30 ila 50 milyar dolar civarında olacağını belirtmektedirler.
BİZİM BUGÜNDEN TEZİ YOK, EN ACİL ŞEKİLDE, DEPREME YÖNELİK TEDBİRLERİMİZİ ALMAMIZ GEREKLİDİR.
EVET; KADERİN ÖNÜNE ASLA GEÇİLMEZ, ANCAK “TEDBİRE TEVESSÜL” İNANCIMIZIN GEREĞİDİR.

- Hükümet, belediyeler ve özel sektör hep birlikte seferber olarak, İstanbul da dahil olmak üzere ülke genelindeki %70’i “orta ve yüksek şiddetteki depremlere dayanıksız” yapı stoğumuz en acil şekilde yenilenerek depreme dayanıklı hale getirilmelidir.
- Çadır kentlerin, sahra hastanelerinin kurulabileceği boyutta, son derece geniş alana sahip “DEPREM SONRASI TOPLANMA” ALANLARIMIZI başta İstanbul olmak üzere tüm illerimizde hazırlamamız gereklidir.

- KANAL İSTANBUL gibi “uçuk ve çılgın projelere”, ayıracağımız kaynağı ve mesaiyi DEPREM TEDBİRLERİ için ayırmalıyız.

- MİLLETİMİZDEN TOPLANAN MİLYARLARCA LİRALIK DEPREM VERGİLERİNİN MUTLAKA AMACA UYGUN ŞEKİLDE KULLANILMASI GEREKLİDİR.

- “Türkiye Deprem Haritası”na göre 50 il, “Birinci Dereceden Deprem Bölgesi” içinde yer almaktadır. Fakat mevcut deprem yasası milli gelirden % 67 gibi en yüksek pay alan “19 il”i kapsamış, yapı denetiminin ticarileştirilmeye en uygun olduğu iller seçilmiştir.
“Birinci Dereceden Deprem Bölgesi” içinde yer alan diğer illerimiz ise yapı denetimi ve deprem tedbirleri açısından üvey evlat konumuna itilmiştir.
Önemli depremler yaşayan birçok ilimiz yapı denetimi dışında tutulmuştur.
Bu yanlıştan, bu adaletsizlikten de acilen dönülmelidir...!!
“Bizim Anadolu şehirlerindeki insanlarımız, İstanbul’daki insanımızdan daha mı değersiz ?? ”

- Yapı denetimlerinin sadece ticari maksatla ve “dostlar alışverişte görsünler” mantığıyla değil, en ciddi ve kapsamlı şekilde uygulanması sağlanmalıdır.

- Deprem açısından riskli bölgelerde yapılaşmaya kesinlikle dur denilmelidir.
- Özellikle öğrencilerimizden başlayarak, “Depremden Korunma” eğitimleri düzenli ve ciddi şekilde verilmelidir.
…………………………………………………………….

BU HAFTA İÇERİSİNDE YAŞADIĞIMIZ MG’Ü, BİZLERİ BİR KEZ DAHA HAKLI ÇIKARAN İKİ OLAY;
- “Trump’ın açıkladığı Yüzyılın Planı”

- Yunanlı parlamenterin Avrupa Parlamentosu’nda bayrağımıza yönelik alçak saldırısı

“50 SENEDEN BERİ SÖYLÜYORUZ” HASHTAG’İNİ BOŞUNA YAPMIYORUZ.
EVET, MİLLİ GÖRÜŞ 50 SENEDEN BERİ SÖYLÜYOR VE YAŞANAN OLAYLAR MİLLİ GÖRÜŞ’Ü SÜREKLİ HAKLI ÇIKARIYOR”

“YÜZYILIN PLANI”
Siyonist İsrail Devleti’nin kurulduğu günden beri devam eden saldırgan tutumu ve işgalci tavrı doğrultusunda;
ABD Başkanı Trump İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte Beyaz Saray’da yaptığı açıklamada ‘Yüzyılın Anlaşması’ planını ilan ettiler.
Trump’ın; “Kudüs, tamamen İsrail'in başkenti olacak” şeklindeki açıklaması, binlerce yıldır adım adım uygulanan Siyonist planın bir sonucudur.
Bu son adım Filistin Devleti’ni ve oradaki Müslüman varlığını tamamen yok edip, Dünya Siyonizmi’nin 5000 seneden fazla süredir ulaşmak istediği başkenti Kudüs olan ‘Büyük İsrail’ hedefine ulaşmak için atılmış bilinçli bir adımdır.

Biz Milli Görüş olarak elli yıldan beri;
- ABD Devleti’nin arkasındaki görünmez gücün Siyonizm olduğunu söylüyoruz,
- ABD’de Siyonizm’in onayı olmadan ‘başkan adayı’ olmanın mümkün olmadığını ifade ediyoruz,
- Ve ayrıca Dünya Siyonizmi’nin ve Siyonist İsrail Devleti’nin amaçlarını ve hedeflerini tek tek açıklayarak tüm insanlığa en önemli uyarı vazifesini yapıyoruz.

Trump ve Netenyahu tarafından açıklanan “Yüzyılın Planı”, MİLLİ GÖRÜŞ’ün haklılığını, ferasetini bir kez daha göstermiştir.

Her zaman söylediğimiz gibi; Filistin halkının geleceğini tayin etme hakkı Trump ve Netanyahu’nun değil, ancak ve ancak Filistinliler’indir ...!!
İşgalci İsrail Devleti’nin asıl hedefi olan “Büyük İsrail” yolunda attığı bu adımlar asla kabul edilemez ...!!
Biz Yeniden Refah Partisi olarak böyle bir karara şiddetle karşı olduğumuzu en yüksek sesle ifade ediyoruz ...!!
İşgalci İsrail Devleti’nin işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria başta olmak üzere, kurulduğu günden bugüne kadar işgal ettiği alanları ve Müslümanların kutsalı olan Kudüs’ü tamamen Siyonist İsrail egemenliği altına alma girişimini şiddetle telin ediyoruz …!!
Ve Milli Görüş Lideri Merhum Erbakan Hocamız’ın meşhur sözünü tekrar ediyoruz;
“Amerika İsrail’i bu kadar seviyorsa, kendi eyaletlerinden bir tanesini İsrail’e versin”

Bu noktada Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti sadece kınama ve telin etme yerine, tüm bu sorunların asıl çözümü olan D-8 Organizasyonu’nun kuruluş amaçlarına uygun şekilde çalışması ve D-60 Hedefi’ne bir an evvel ulaşılması için çaba sarf etmelidir.
ÇÜNKÜ YİNE 50 SENEDEN BERİ SÖYLEDİĞİMİZ GİBİ SİYONİST İSRAİL DEVLETİ LAFTAN ANLAMAZ, KINAMAKTAN ANLAMAZ, TELİN ETMEKTEN ANLAMAZ, SADECE “GÜÇTEN ANLAR” …

O’NUN ANLAYACAĞI GÜCÜ ORTAYA KOYMAK İÇİN DE;
- EKONOMİK VE TEKNOLOJİK BAKIMDAN GÜÇLÜ TR KURULMASI
- D-8 ORGANİZASYONU’NUN TR’NİN ÖNCÜLÜĞÜNDE KURULUŞ AMAÇLARINA UYGUN ŞEKİLDE ÇALIŞTIRILMASI
- TÜRKİYE’NİN ÖNCÜLÜĞÜNDE D-60’IN KURULMASI GEREKLİDİR.

Biz Türkiye’nin öncülüğünde İslam Alemi olarak;
- Hep birlikte ortak hareket edip, stratejik zenginliklerimizi zulme karşı “yaptırım gücü” olarak kullanmadan,
- Batıdan bağımsız savunma sanayimizi kurmadan, savunma teknolojilerimizi kendimiz geliştirmeden,
- Kendi bağımsız bankacılık ve finans sistemimizi kurmadan,
- USD’nın dünyadaki hakimiyetini ortadan kaldırmadan,
Mescidi Aksa’yı da, Kudüs’ü de, Filistin’i de kurtaramayız…
Tüm bu adımların atılmasını sağlamak da öncelikle Türkiye’nin görevidir.

YENİDEN REFAH PARTİSİ OLARAK;
- İşte bu adımların atılması gerektiğini en güçlü şekilde tüm dünyaya haykırmak için,
- MİLLİ GÖRÜŞ Lideri Merhum Erbakan Hocamız’ın “Amerika İsrail’i bu kadar seviyorsa, kendi eyaletlerinden bir tanesini İsrail’e versin” sözünü tüm dünyaya bir kez daha haykırmak için,
- Kudüs’ün ve Mescidi Aksa’nın sahipsiz olmadığını ortaya koymak için,

9 Şubat Pazar günü, saat 14’de, Sakarya Kent Meydanı’nda “SENİNLEYİZ KUDÜS” mitingimizi on binlerin katılımıyla gerçekleştireceğiz İnşallah …!!
Tüm Teşkilatlarımızı, tüm milletimizi 9 Şubat’ta, Sakarya Kent Meydanı’na bekliyoruz …!!

AZİZ MİLLETİMİZ VAR OLDUĞU MÜDDETÇE,
MİLLİ GÖRÜŞ VAR OLDUĞU MÜDDETÇE,
SİYONİZM HEDEFİNE ULAŞAMAYACAK İNŞALLAH …!!
…………………………………………………………



Bu hafta yaşadığımız diğer önemli gündem maddesi AVRUPA PARLAMENTOSU’nda yaşanan olaydır.

Irkçı Yunan milletvekili Ioannis Lagos, Avrupa Parlamentosu’nda (AP) Yunan adalarındaki göçmenlerin durumuna ilişkin oturumda Türk bayrağını yırtıp çöpe attı.
Bu “utanmazca, küstahça hareketi” elbette ki en şiddetli şekilde kınıyoruz.
Şanlı bayrağımıza yapılan bu “ahlaksız saldırıyı” millet olarak kabullenemiyoruz.

Peki bu noktada,
Üyesi olmadığımız halde AB’nin dayattığı tüm kanunları ve düzenlemeleri Milletimize dahi sormadan, jet hızıyla yasalaştıran, adeta emir telakki edercesine uygulayan Ak Parti – MHP Koalisyon Hükümeti’ne ne demeli ??

İşte 18 senedir peşinden koştuğunuz, bütün taleplerini yerine getirdiğiniz AB’nin hali …
İşte “Biz İslam Birliği’ne inanmıyoruz” deyip, inanarak ve azimle içine girmeye çalıştığınız adamların hali…

AVRUPA BİRLİĞİ’ne de buradan sesleniyoruz ve diyoruz ki;
Eyy AB haddini bil ve şımarık, ırkçı, edepsiz çocuklarına sahip çık …!!

Uğrunda gözünü kırpmadan canını veren ŞEHİTLERİMİZİN kefen örtüsü olan şanlı bayrağımıza yapılan bu saldırı;
Avrupa Birliği ile olan tüm ilişkileri askıya almayı gerektirir…!!

- O edepsiz vekil AB parlamentosundan derhal MEN edilmeli,
- YUNAN DEVLETİ AZİZ MİLLETİMİZDEN VE DEVLETİMİZDEN ÖZÜR DİLEMELİ VE HATTA TAZMİNAT ÖDEMELİDİR.

- AB Parlamentosu bundan böyle bu gibi bir ahlaksızlığın yasanmayacagina dair KESİN TEMİNAT vermelidir.

Yunanistan’ın marifetleri bununla da sınırlı değil …
Yunanistan yıllardır burnumuzun dibindeki Ege Adaları’nı işgal etme ve silahlandırma faaliyeti içerisinde.

Yıllardır aklı selim herkes iktidarı uyardı ... İktidara sordu ...
EGE ADALARI’NDA OLUP BİTENLERE HÜKUMET NEDEN GÖZ YUMUYOR DEDİLER ...
BÜTÜN BUNLAR AK PARTİ- MHP KOALİSYON HÜKÜMETİ TARAFINDAN YA İNKAR EDİLDİ, YA DA DUYMAZDAN GELINDI ...

Geçtiğimiz günlerde Milli Savunma Bakanı Sn. Hulusi Akar:

“Ege'de uluslararası anlaşmalarla belirlenen gayri askeri statüdeki 23 adadan 16’sı “gayri askeri” statüde ada olmasına rağmen, Yunanistan tarafından SILAHLANDIRILMIŞTIR” şeklinde bir açıklama yaptı.
Yunanistan’ın uluslararası hukuka, imzaladığı anlaşmalara ve iyi komşuluk ilişkilere aykırı davrandığını açıkladı.

“Bir gece ansızın gider Şam da cuma namazı kılarız” diyen siyasi irade ...
SİZ neyi bekliyorsunuz ...
Neden bu noktada sorumluluklarınızı yerine getirmiyorsunuz..?

O koltuklarda oturuyorsanız, bin yıllık devlet olma geleneğimizi ve aziz milletimizi layıkıyla temsil edin...
Bu milleti bir avuç çapulcuya ezdirmeyin...
Derhal o adalar silahtan arındırılsın, yoksa da gereği neyse yapılsın…
Şahsiyetli dış politika bunu gerektirir.

Eğer siz şahsiyetli dış politika uygulayamayacaksanız, biz en kısa zamanda gelip, aynen Kıbrıs Harekatı’nda olduğu gibi şahsiyetli dış politika nasıl uygulanır tüm dünyaya gösteririz ...!!

HÜKÜMET, AB VE ORTADOĞU POLİTİKALARINI YENİDEN GÖZDEN GEÇİRMELİ
İngiltere’nin Brexit kararı Türkiye açısından birçok konuda dersler çıkarılması gereken bir adımdır. Şöyle ki, İngiltere, AB’de iken Schengen anlaşmasına onay vermedi. Dublin anlaşmasını yaptı. Euro’yu kabul etmedi Sterlin’de kaldı ve üçüncü olarak da AB’nin bütçesine ülkelerin belirli kıstaslara göre para ödemesinin dışına çıkarak kendine özel bir statü getirtti. Buna mukabil Türkiye ise; daha AB’ye girmeden, Gümrük Birliği, İstanbul Sözleşmesi gibi kritik kararlara imza atarak bir bakıma teslimiyetçilik ruhunu öncelemiştir. Bütün tek taraflı adımlara rağmen, Türkiye’nin yıllardan beri kapısında beklediği Avrupa Birliği, Avrupa’da siyasi arenada söz sahibi olan ve yabancı düşmanlığı retorikleriyle ön plana çıkan radikal siyasi akımların etkisiyle Türkiye’yi bağrında barındırması söz konusu değildir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin bundan böyle Türkiye’ye karşı içi boş söylemlerden daha fazla bir şey ifade etmeyeceği gerçeğini göz ardı etmemek gerekir kanaatini taşıyoruz.
Bu gerçekten hareketle, Türkiye’de nabza göre şerbet vermeye çalışan ve birçok konuya el atan Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ’ın, asıl yapması gereken şey, Avrupa Birliği Bakanlığı’nı bir an önce lağvetmesi ve yerine D-8 Bakanlığı’nı ihdas etmesi kaçınılmaz bir gereklilik olsa gerek.

Diğer yandan, ABD ayaklı bir çözüm için Kuzey Doğu Suriye’de öngörülen güvenlik mimarisinin(güvenli bölge) şekillenmesinde örümcek ağı örgülü yeni bir sorun üretme merkezine karşı hükümet, toplumun beklentileri ölçüsünde hareketle ‘Türkiye inisiyatifli’ güçlü bir politik irade ortaya koyması artık kaçınılmazdır.
Bunun dışında Capitol Hill tarafından önerilen yapısal ve stratejik çözüm yaklaşımları, ABD perspektifli olmaktan öteye gidemeyeceği gibi, Türkiye’ye karşı yeni kriz kuşağı oluşturmaya yönelik derin ve kalıcı etkiler bırakabilecek tuzaklarla dolu düzeydedir. Türkiye, ABD ve Rusya önerileri dışında güçlü bir güven platformu bağlamında bölgedeki güvenliği önceleyen çözümleri ortaya koyamadığı müddetçe bölgede sulh ve sükûndan bahsetmek pek mümkün olmasa gerek.
Bu nedenle, hükümetin Ortadoğu’daki sorunlara taraf olmaktan çok, Türkiye öncülüğünde, D-8 vizyonlu çözüme taraf olması yönünde güçlü adımlar atmasını ve tüm bölge ülkelerini kapsayacak alternatif aksiyoner bir yaklaşımla “barış-kardeşlik platformu” oluşturmasını zaruri görüp, bölgemizde ileriye yönelik çatışmaların çözümleri de bu yönde mümkün kılınabilir bir pratiğin ortaya çıkabileceği kanaati içerisindeyiz.
Dışa bağlı çok yönlü karar mekanizmalarının ortaya koyacakları tek yanlı ve yeni çatışma ortamlarını tetiklemeye yönelik yaklaşımlarla bölgemizde yeniden istikrarın sağlanması asla mümkün görülmemektedir.
Bu arada Yeniden Refah Partisi olarak ABD’nin İsrail güdümünde aldığı sözde “Yüzyılın Çözümü” kararına da şiddetle karşı olduğumuzu ifade etmek istiyoruz. İşgalci İsrail’in, işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria başta olmak üzere, 1967 Savaşı'ndan bugüne kadar işgal ettiği alanları ve Müslümanların kutsalı olan Kudüs'ü tamamen Siyonist İsrail egemenliği altına alma girişimini şiddetle telin ettiğimizi, asla kabul etmediğimizi ifade etmek istiyoruz.
Ez cümle, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Trump ve Netanyahu’nun aldıkları tek yanlı kararı sadece kınama ve telin etme yerine, Birleşmiş Milletler nezdinde ve uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli fiili adımları atmalıdır. Daha da önemlisi tüm bu sorunların asıl çözümü olan D-8 Organizasyonu'nun kuruluş amaçlarına uygun şekilde çalışması ve 'D-60' hedefine bir an evvel ulaşılması için çaba sarf etmelidir.

Haftalık Değerlendirme Raporu - Siyasî İşler Başkanlığı - 13.02.2020

TRUMP’IN AÇIKLADIĞI “YÜZYILIN PLANI”
 
Siyonizmin maşası ABD Başkanı Trump, Kudüs ve Filistin’le ilgili olarak, "Yüzyılın Planı" adı altında bir plan ilan etmeye kalkmış, ‘Büyük İsrail’ yolunda bir adım daha atmaya yeltenmiştir.
Dünya Siyonizmi tarafından atılan bu adım karşısında tüm İslam Alemi olarak yapmamız gereken; boş laflar, sözlü kınamalar ve ağlayıp - sızlanma yerine, mutlaka fiili adımlar atmak ve yaptırımlar ortaya koymaktır. Gün kıyama kalkma ve mutlaka “fiili adımlar” atma günüdür.
Kudüs’ün hamisi “Sultan Abdulhamid Han'ın torunları olarak, bu kıyamı en güçlü şekilde bizlerin yapması gereklidir.
 
"SİYONİZMİN MAŞASI TRUMP, BÜTÜN YAKIN ÇEVRESİ VE ÇALIŞMA EKİBİ SİYONİSTLERDEN OLUŞAN TRUMP, AÇIKLAMIŞ OLDUĞU BU PLANLA, KENDİSİNİ BAŞKANLIK KOLTUĞUNA OTURTAN DÜNYA SİYONİZMİNE, SİYONİST EFENDİLERİNE DİYET BORCUNU ÖDÜYOR.
 
Çok iyi biliyoruz ki; bu iş Kudüs'le ve Filistin’le bitmiyor, bunun arkasından sıra Suriye'nin, Irak'ın, İran’ın ve Türkiye'nin önemli bir kısmının yutularak, Büyük İsrail'in kurulmasına geliyor Allah muhafaza buyursun. Bugün Kudüs'ü, Filistin'i yutmaya çalışan bu canavarın bir sonra ki hedefi; Türkiye'yi, İran'ı ve bölgedeki diğer Müslüman ülkeleri de yutmak ve Büyük İsrail hedefine ulaşmaktır. Bundan 120 sene önce, Basel'de 1897'de toplanan Dünya Siyonist Kongresi işte bu hedef için toplanmış, 1948'de bölgenin çıbanbaşı, “İsrail Devleti” asıl olarak bu hedef için kurulmuştur.
 
MİLLİ GÖRÜŞ OLARAK, “50 SENEDEN BERİ SÖYLÜYORUZ”;
 
Nil-Fırat arasındaki coğrafyada yer alan tüm ülkelerin neredeyse kılcal damarlarına kadar haritaları ve bütün özellikleri çıkarılmış, adeta röntgenleri çekilerek ameliyat masasına yatırılmıştır. Bu ameliyat masasında bizleri etnik ve mezhep temelli olarak bölüp-parçalayıp, Büyük İsrail hedefine ulaşmak peşindeler. Bugün Suriye, Irak, Mısır, Sudan, Yemen ve Libya’da yaşanan olayların, çatışmaların ve bölünmelerin nedeni işte budur. Bundan sonraki hedef “Türkiye ve İran”dır …!!
 
SİYONİZM İNANCININ GEREĞİNİ, TİYNETİNİN GEREĞİNİ 5000 SENEDİR YAPIYOR VE YAPACAK, İSTEDİĞİNİZ KADAR KINAYIN, LANETLEYİN, TELİN EDİN,
ONLAR ÜZERİNE DÜŞENİ YAPIYOR DA, ASIL ÖNEMLİ OLAN BİZ NE YAPIYORUZ ? MÜSLÜMAN ÜLKELERİN YÖNETİCİLERİ NE YAPIYOR ?
1948'DE İSRAİL'İN KURULMASINDAN BU YANA HABİRE TOPLANTI YAPIYORLAR.
 
Toplan, konuş, konuş, konuş, en sonunda da bir bildiri yayınlayıp dağıl. Bildiride de diyor ki; "1967 sınırlarına riayet edilsin"
 
NE 1967'SİYMİŞ, NE SINIRIYMIŞ, NE İSRAİLİYMİŞ ...
 
Bölgeyi 70 senedir kana bulayan bu çıban başının, bu kanserli hücrenin bölgeden kaldırılıp atılması lazım. Alaska'ya mı gider, ABD'nin bir başka eyaletine mi gider, nereye gidiyorsa gitsin.
 
ALSIN ABD, ÇOK SEVDİĞİ İSRAİL'İ ABD’YE TAŞISIN...!!
 
70 senedir göreceğimizi gördük, 1967 sınırlarına da dönülse, 1948'deki ilk kuruluşuna da dönülse, bunun zararından kurtulamayız, denenmiş bir daha denenmez, İsrail bu bölgenin kanserli hücresidir, bir an evvel buradan uzaklaştırılması gereklidir. Kudüs’e ve Mescid-i Aksa’ya yönelik bu tecavüzler asla ve asla kabul edilemez !!
 
YİNE “50 SENEDEN BERİ SÖYLEDİĞİMİZ” GİBİ; FİLİSTİN BİR İSLAM TOPRAĞIDIR, KUDÜS DE SADECE VE SADECE İSLAMINDIR.
BU NOKTADA ATILMASI GEREKEN ADIMLAR DA BELLİDİR;
 
- Bu haksız ve hukuksuz adımlarından dolayı ABD ve İsrail’e derhal “nota” verilecek,
- ABD'nin “İncirlik Üssü” derhal, bugünden tezi yok kapatılacak,
- ABD'nin, sırf İsrail'i İran'ın füze saldırılarına karşı korumak için kurduğu “Malatya Kürecik Füze Kalkanı” derhal kapatılacak,
- ABD'nin sadece Türkiye'deki değil, bütün Müslüman ülkelerdeki üsleri derhal kapatılacak,
- Petrol başta olmak üzere bütün stratejik maddelerin ABD ve İsrail'e satışı bütün Müslüman ülkeler tarafından durdurulacak,
- Müslüman ülkelerin hava sahaları, karasuları ve limanları ABD ve İsrail'e kapatılacak,
- ABD ve İsrail firmalarının bütün Müslüman ülkelerde devletle yapmış olduğu kontratlar derhal iptal edilecek,
- ABD ve İsrail mallarının Müslüman ülkelere ithalatı devlet eliyle yasaklanacak.
- MÜSLÜMAN DEVLETLER ABD DOLARI İLE TİCARETİ DURDURUP, KENDİ ORTAK PARA BİRİMLERİNE GEÇMEK İÇİN GEREKLİ ÇALIŞMAYI EN ACİL ŞEKİLDE YAPACAKLAR.
İŞTE BU ADIMLAR ATILIRSA, ABD'DE, İSRAİL'DE, SİYONİZM'DE DÜNYANIN KAÇ BUCAK OLDUĞUNU ANLARLAR. BUNLARI YAPMADAN, İSTEDİĞİNİZ KADAR KINAYIN, İSTEDİĞİNİZ KADAR MASAL ANLATIN, FAYDASI OLMAZ.
 
YENİDEN REFAH PARTİSİ GENEL BAŞKANI DR. FATİH ERBAKAN BERABERİNDEKİ HEYETLE GENEL BAŞKAN SEÇİLDİKTEN SONRA İLK DIŞ ZİYARETİNİ KKTC’YE GERÇEKLEŞTİRDİ
 
Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Dr. Fatih Erbakan, KKTC’ye yaptığı ziyareti basın toplantısında değerlendirdi:
Lefkoşa'da bir otelde  düzenlediği basın toplantısında Erbakan, Siyonist güçlerin Afrika ve Kırgızistan’da nasıl yaptıysa, Kıbrıs çevresindeki doğal zenginliklere aynı şekilde göz diktiğini, KKTC ve Türkiye’nin kimsenin hakkına göz dikmediği gibi bu zenginlikler üzerindeki haklarından vazgeçmeyeceğini ifade etti. 
Erbakan, parti yetkilileriyle birlikte düzenlediği basın toplantısında Refah Partisi merhum lideri Necmettin Erbakan’ın 30-40 yıl önceden Kıbrıs’ın öneminin farkında olarak tüm dünyanın tehdit ve baskılarına da göğüs gererek Kıbrıs’a harekât yapılmasına vesile olduğunu da hatırlattı. 
 
KURULTAY SONRASI İLK ZİYARET KKTC’YE
 
Türkiye’nin Kıbrıs’ı vücudunun bir parçası olarak gördüğünü ve hiçbir zaman taviz vermemesi gerektiğini kaydeden Erbakan, Türk devlet geleneğinin bir devamı olarak partisinin yaptığı ilk kurultayın ardından ilk ziyareti KKTC’ye gerçekleştirdiğini anlattı. KKTC’de yaptıkları temaslarla ilgili bilgi veren Erbakan, Kıbrıs’ın stratejik önemi yanında şehit kanlarıyla sulanmış bir Ada ve Türk ecdadından ve Hz. Muhammed’den bir emanet olduğunu söyledi. 
Erbakan, Kıbrıs etrafındaki doğalgaz rezervlerinin Avrupa’nın 30-40, Türkiye’nin ise 500 yıllık ihtiyacını karşılayacak trilyonlarca dolarlık bir potansiyeli olduğundan bahsetti.
 
"TÜRK TARAFI KİMSENİN HAKKINI YEMEYECEĞİ GİBİ AKDENİZ’DEKİ HAKLARINI YEDİRMEMELİ"
 
Rum tarafının EASTMED projesiyle bu doğalgazı İtalya üzerinden Avrupa’ya ulaştırmaya çalışarak KKTC ve Türkiye’ye pay vermeme çabasında olduğunu kaydeden Erbakan, Türk tarafının kimsenin hakkında gözü olmadığı gibi, kimseye de kendi hakkını yedirmemesi gerektiğini vurguladı.
 
"KIBRIS TÜRKÜNÜN KAZANIMLARI TAVİZ OLARAK VERİLMEMELİ… 'BİRLEŞİK KIBRIS' PLANLARINA KARŞI ÇIKILMALI"
 
Erbakan ayrıca, 1974 Barış Harekâtı’yla elde edilen kazanımların masada hiçbir tavize karşılık verilemeyeceğini, KKTC’nin müstakil bir devlet olarak yaşamaya devam etmesi ve iki toplumlu "Birleşik Kıbrıs" öngören barış planlarına da karşı çıkılması gerektiği görüşünü ifade etti.
Rum tarafının izlediği politikaları ve zihniyeti eleştiren Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Dr. Fatih Erbakan, silahlanmasının da sürdüğünü kaydetti.
Dış güçlerin Kıbrıs’ta ikiyüzlü politika izlediğini belirten Erbakan, Yemen’i, Suriye’yi, Sudan’ı, Libya’yı bölmek isteyenlerin, Kıbrıs’ı ise ısrarla birleştirmeye çalıştığını ve Kıbrıs’ta İsrail bünyesi altında azınlık Filistin Devleti gibi yapmayı hedeflediklerini vurguladı.
Kıbrıs’taki Türk askeri varlığının tek bir askerin dahi Adadan çıkmadan devam ettirilmesi, ayrıca iş, istihdam, üretim imkânları ve refah düzeyinin artırılması vb. maddi kalkınma yanında, manevi bir imar hamlesi de yapılması gerektiğini kaydeden Erbakan, yeni nesillerin bu manevi bilinçle yetiştirilmesi gerekliliğine de vurgu yaptı.
 
"KKTC, TÜM MÜSLÜMAN ÜLKELER VE TÜM TÜRKÎ CUMHURİYETLER TARAFINDAN TANINMALI"
 
Erbakan, KKTC’nin başta İslam ülkeleri ve Türkî cumhuriyetler tarafından tanınması ve bu eksiklik ve aksaklığın ortadan kaldırılması gerektiğini de ekledi.
Erbakan Akdeniz’deki sondaj çalışmalarıyla ilgili bir soruya karşılık, Rum kesiminin 2004 yılında bu çalışmaların startını verdiğini Türk tarafınınsa bu konuda adım atmakta biraz geç kaldığını söyleyerek, hem Türk tarafının hakkı olan parsellerde başka devletlerin de hakkı bulunduğunu, aynı zamanda Rum parselinde olan bölümlerde daha büyük potansiyel bulunması gibi sorunlar yaşandığını ifade etti.
 
"KKTC  AKDENİZ'DEKİ ZENGİNLİKLE KATAR VE KUVEYT'TEN DAHA ZENGİN OLABİLİR" 
 
Dünyadaki büyük güçlerin Afrika’nın ve Kırgızistan'ın doğal kaynaklarını sömürdüğü gibi Kıbrıs’taki kaynakları da sömürmek istediğini kaydeden Erbakan, aynı oyunun şimdi Kıbrıs’ta oynanmak istendiğini, bölge ülkeleriyle oturulup bu imkânın masada değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Akdeniz’de muazzam bir potansiyelin söz konusu olduğunu yineleyen Erbakan, KKTC’nin Katar ve Kuveyt’ten daha zengin olabileceğini ifade etti. 
Kıbrıs konusunda söze Kıbrıs davasının bayraktarları olan üç önemli, tarihi şahsiyete Cenab-ı Allah’dan rahmet dileyerek başlamak gereklidir;
 
Bu şahsiyetlerden birincisi; Dr. Fazıl Küçük Bey’dir.
Bu şahsiyetlerden ikincisi; Rauf Denktaş'dır,
Kıbrıs Davası konusunda rahmetle ve minnetle anmamız gereken üçüncü şahsiyet; 1974 Barış Harekatı’nın asıl mimarı olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dır.
Cenab-ı Allah bu üç dava adamına da, Fazıl Küçük Bey’e, merhum Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Bey’e ve merhum Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a gani gani rahmet etsin ve onları cennetinde buluştursun inşallah.
1963, 1964, 1967 ve 1974’te Türklere yönelik şiddet politikalarını ve katliamları tetiklemiş ve Kıbrıs’taki Türk Toplumu’nu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir. Adanın İngiliz Yönetimi'ne devredildiği 1878'den itibaren tam 100 senelik bütün bu sıkıntıların ve zulümlerin arkasından başlatılması emri bizzat Başbakan vekili Necmettin Erbakan tarafından verilen “20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı” ise Kıbrıs Türkleri’nin yaşamında ve Kıbrıs Davası’nın tarihi akışında bir dönüm noktası olmuştur.
1878-1974 yılları arasında neredeyse 100 sene boyunca, zorunlu göçe zorlanan,zulme, baskıya ve asimilasyona maruz kalan Kıbrıs Türkleri tam bir asırlık sıkıntı ve mücadelenin sonunda bu harekatla rahat nefes almıştır. 1974 Barış Harekatı ile bugüne kadar 41 yıldır huzur içerisinde olan Kıbrıslı soydaşlarımız,
bugün ne yazık ki, 1960 yılındaki "Birleşik Kıbrıs" tuzağında olduğu gibi, AB (Avrupa Birliği)'ne girmek adına Rumların insafına terkedilmeye çalışılmaktadır.
Oysa ki her iki toplumun bir arada yaşayamayacağı, 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti" ile ortaya çıkmıştır. Rumlar bu tarihten itibaren 1963, 1964, 1967, 1974 yıllarında defalarca katliamlar gerçekleştirmiş, kadın çocuk demeden binlerce Kıbrıslı Türk’ü katletmişlerdir. Dolayısıyla her iki toplumu tek çatı altında bir araya getirecek bir anlaşma Kıbrıs Türkü’nün faydasına değil, zararına bir gelişmedir. Birleşmiş Milletler, Kıbrıs’ta, tek federal çatı altında faaliyet gösteren, tek egemenlikle iki toplumlu, “Birleşik Kıbrıs”ı yeniden hayata geçirmek gerektiğini belirtip, asıl ana hedefin 1960’ta kurulan "Kıbrıs Cumhuriyeti"ni yeniden kurmak olduğunu açıkça ifade etmektedir. Bunun anlamı, KKTC’nin lağvedilmesi, Kıbrıslı Türklerin 74 Barış Harekatıyla elde ettikleri bütün kazanımları kaybetmeleri ve 1960 da olduğu gibi yeniden Rumların yönetimine ve insafına terk edilmeleri demektir. Bu şehit kanıyla alınan Kıbrıs'ın bir Rum adası haline gelmesi ve Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin Rum zulmüne yeniden terkedilmeleri demektir ki, böyle bir durum asla ve asla kabul edilemez.
 
KIBRIS’IN MANEVİ ÖNEMİ
-
Ecdadımızın emanetidir. Ada, Osmanlı’nın fethettiği 1571 yılından beri İslam toprağıdır. Her köşesinde ecdad yadigarı eserler ve kabirler bulunmaktadır.
-
Şehitlerimizin emaneti. Hem Osmanlı’nın adayı fethi sırasında şehit düşen, hem de 1974 Barış Harekatı sırasında şehit düşen şehitlerimizin bize emanetidir.
-
Peygamberimiz SAV’in emaneti. Kıbrıs’ın her köşesinde Sahabe kabirleri ve Larnaka’da Peygamberimiz SAV’in süt teyzesinin kabri (Hala Sultan Türbesi) yer
almaktadır.
-
Bir Vakıf Medeniyeti olan Osmanlı Devleti bakiyesi üzerine kurulmuş olan Kıbrıs’ta Maraş Bölgesi başta olmak üzere, Rumların almakta ısrarcı olduğu birçok yerleşim bölgesinin vakıf arazileri olduğu açık bir gerçektir.
 
KIBRIS’IN EKONOMİK ÖNEMİ
 
Uzmanlar Doğu Akdeniz’de piyasa değeri Trilyonlarca $’ı bulan hidrokarbon kaynaklarının bulunduğunu ifade etmektedir. Yapılan sondajlar da çok ciddi kaynakların olduğunu teyit etmektedir. ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi (USGS-US Geological Survey) tarafından yayımlanan raporda, Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan Levant Havzası’nda 3,45 trilyon metreküp (122 trilyon kübik feetlik) doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol bulunduğunun tahmin edildiği belirtilmektedir. Bu tahmin dünyanın en büyük doğalgaz yataklarından birinin Doğu Akdeniz’de bulunduğuna
işaret etmektedir. Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervinin, Türkiye’nin yaklaşık 572 yıllık, Avrupa’nın ise 30 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılayabilecek seviyede olduğu anlaşılmaktadır GKRY’nin 2003 yılında KKTC ve soydaşlarımızın haklarını yok sayarak Kıbrıs’ın tek egemen gücü gibi hareket ederek, Kıbrıs çevresindeki sularda ‘Munhasır Ekonomik Bölge’ ilan edip, Mısır, İsrail gibi kıyıdaş ülkelerle deniz yetki anlaşmaları yapması son derece hukuksuz bir uygulamadır.
GKRY’nin bu tavrı “BM Deniz Hukuku Sözleşmesi”ne aykırıdır. GKRY’nin, söz konusu yetki alanlarını parselleyerek buralarda sondaj ve hidrokarbon aramaya
yabancı enerji şirketlerini davet etmesi kabul edilebilecek bir durum değildir. Daha da önemlisi, 2004 yılında hazırlanan sözde ‘Sevilla Haritası’ KKTC ile Türkiye arasındaki bağlantıyı koparmaya yönelik sinsi bir adımdır. Bu harita KKTC’yi yok saymakta ve Türkiye’yi de İskenderun Körfezi’ne hapsetmeyi amaçlamaktadır. Türkiye Devleti’nin, KKTC’nin hak ve menfaatlerini koruma konusunda azami hassasiyeti göstermesi büyük önem oluşturmaktadır.
Türkiye’yi Sevilla Haritası ile İskenderun Körfezine hapsederek EAST-MED’in gerçekleşmesini planlayan AB, İsrail ve GKRY, Türkiye’nin son Libya ile yaptığı anlaşma ile bu yanlış kararından rücu etmesini bekliyoruz.
Yeniden Refah Partisi olarak diyoruz ki, Doğu Akdeniz’de KKTC ve Türkiye’nin çıkarlarının göz ardı edildiği, hiçbir hukuki dayanağı olmayan tek yanlı çözümlerin oldu bittiye getirilmesi karşısında Kıbrıslı kardeşlerimizin haklarının korunması konusunda yanlarında yer alacağımızı ifade etmek istiyoruz.
 
KIBRIS’IN STRATEJİK ÖNEMİ
 
Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, son derece büyük stratejik öneme sahip bir coğrafyadır. Adanın, Orta Doğu’da ortaya çıkmış kriz, gerginlik ve çatışmalarda etkin roller oynadığı bilinmektedir. (Örneğin; ABD, 1980’li yılların ilk yarısında Lübnan’da yaşanan kanlı olaylar sırasında, bu ülkedeki vatandaşlarını Kıbrıs Adası üzerinden tahliye edebilmiştir.) Bu örnekler, Doğu Akdeniz’in ve Kıbrıs Adası’nın Orta Doğu’ya hâkimiyet ve istikrarda ne kadar önemli rol oynadığının bir göstergesidir.
Diğer yandan Kıbrıs dünya deniz ulaşımı açısından büyük öneme sahiptir. Akdeniz’de yılda ortalama 220 binden fazla gemi seyir halinde bulunmakta, dünya denizlerinin sadece % 1’ini kapsayan bir deniz alanı olmasına rağmen dünya deniz trafiğinin 1/3’ü Akdeniz’de gerçekleşmektedir. Kıbrıs Adası bu trafiğin tam ortasında yer almaktadır.
 
Kıbrıs;
-
İsrail’in Güvenliği
 
İsrail’in Akdeniz üzerinden dünyaya açılması akımından önem arz etmektedir. Bu sebeple ABD ve İsrail Kıbrıs’la ilgili konulara fazlasıyla ilgi göstermekte ve müdahil olmaktadır. Kıbrıs Adası aynı zamanda dünyanın en büyük doğal “uçak gemisi” durumundadır. Balistik füzelerin ve savaş uçaklarının Kıbrıs’tan; Kuzey Afrika, Güney Avrupa, Ortadoğu ve Anadolu’ya rahatlıkla ulaşması mümkündür.
 
BÜTÜN BU SEBEPLER NEDENİYLE Türkiye'nin;
-
Kıbrıs Türkü’nün 1974 Barış Harekatı’yla elde ettiği tüm kazanımların korunması,
-
KKTC’nin bağımsız ve müstakil bir devlet olarak korunması,
-
Bu konuda Batı’nın dayattığı, adanın ‘Rum hakimiyeti altında tek devlet’ haline
gelmesi yönündeki planları asla kabul etmemesi,
-
Adadaki Türk askeri varlığının eksilmeden devam etmesi,
-
KKTC’de maddi ve manevi kalkınma hamlelerini en hızlı şekilde gerçekleştirmesi,
-
KKTC’nin başta Türk ve İslam ülkeleri olmak üzere, tüm dünya tarafından
tanınması için gerekli adımları atması GEREKLİDİR.
 
HALKIN GERÇEK GÜNDEMİ: YOKSULLUK
 
İşte daha bugün Sn. Cumhurbaşkanı Meclis Grup Toplantısı’nda konuşmasını yaptığı sırada bir vatandaş “çocuklarım aç” diye bağırarak “ülkemizin gerçek gündemi”ni, asıl meseleyi en yüksek sesle dile getirmiş oldu.
Türkiye’de yoksulluk meselesine bakıldığında, son yıllarda çok daha fazla vatandaşımızı etkisi altına aldığı açıkça görülmektedir. Türkiye’de gelir ve servet dağılımı dengesizliğinin artarak devam ettiğini izan sahibi her insan görebilmektedir. Mevcut sosyal güvenlik ve yardım sistemi ise yoksul kesimleri korumakta yetersiz kalmıştır.
Bunlarla birlikte kalkınma açısından büyük öneme haiz eğitimli gençler arasında işsizlik oranı %30’lara yaklaşmıştır. Bunların tümünü ifade eden ve Birleşmiş Milletler tarafından geliştirilen ‘İnsani Gelişme Endeksi’nde de ülkeler sıralamasında Türkiye oldukça gerilere düşmüştür. Bütün bunların sonucunda yoksulluğun meydana getirdiği yıkımın sosyolojik ve psikolojik sonuçları ülkemizde açıkça yaşanır hale gelmiştir. Ülkemizin her köşesinde işsizlik ve yoksulluk nedeniyle intiharlar, boşanmalar giderek artmaktadır. Eğer bir toplumda yoksullukla birlikte güçlü bir sosyal dayanışma duygusu, bunu sağlayan kurumlar, aile ve akrabalık temelinde yardımlaşma var ise yoksulluk ve bunun sonuçları tehlikeli boyutlara ulaşmayabiliyor. Türk toplumunda yoksulluğun doğurduğu sonuçlar başka ülkelerdeki kadar tehlikeli boyutlara ulaşmamışsa, bu dinamiklerin etkisi büyük olmuştur. Fakat bu süreç tüm toplumu ve aile
kurumunu yorgun düşürmüş, sosyal patlamaların zeminini oluşturmaya başlamıştır. Bu noktada yapılması gereken; “Borç-Faiz-Vergi-Trafik Cezası Ekonomisi”nden, “Üretim-İstihdam-İhracat Ekonomisi”ne geçilmesi, köprü-otoyol-park-bahçe gibi altyapı hizmetlerinin yanında asıl olarak üretime,
istihdama, ihracata, teknoloji ve sanayiye yönelik adımların atılması,
-
Kaliteli Nesil (Ahlaki ve manevi kalitesi yüksek, aynı zamanda bilimsel ve teknik kalitesi yükseknesiller) yetiştirmek,
-
Kaliteli Ürün (Katma değerli ihracat ürünü) üretmektir. Bu hamleleri gerçekleştirmek için gereken kaynak da borçla, vergiyle, trafik cezasıyla, devlet varlıklarını satıp yok ederek değil, Cenabı Allah’ın bu ülkeye vermiş olduğu zenginlikleri mali kaynağa dönüştürerek
bulunmalıdır.
 
YOKSULLUK ANCAK KAYNAK ÜRETEREK VE BU KAYNAKLA MADDİ VE MANEVİ KALKINMA HAMLELERİNİ GERÇEKLEŞTİREREK ÇÖZÜLÜR. ÇARE MİLLİ GÖRÜŞTÜR, ÇARE ADİL EKONOMİK DÜZENDİR.
 
Bu gerçeği sadece biz söylemiyoruz, 54. Hükümetin Başbakanı Erbakan Hocamız’ın ekonomi alanındaki Milli Görüş uygulamaları, “Milli Kaynak Paketleri”, “Havuz Sistemi” ve “Denk Bütçe” ile borç ve faiz ekonomisinin önlenmesi ve bunların sonucunda emekli-memur-işçi kesimlerinin refah düzeyinin
rekor seviyede artması bu gerçeğin tam bir ispatıdır. 
 
EKONOMİDE DERHAL ADİL EKONOMİK DÜZEN UYGULAMALARINA GEÇİLMELİDİR
 
Adil Ekonomik Düzen'de "istediğin müesseseye imkân ver, geliştir; istediğin müesseseyi batır" gibi zulmü sağlayan faydasız kurum ve mekanizmalar ortadan kaldırılır. Şu anki mevcut düzen, dürüst, faydalı ve adil bir düzen değildir. Devlet müesseselerden birini tutsa, karşı tarafın hem iradesine hem rızasına sınır
koyacaktır. Mevcut düzende krediler ancak zengin olan bir avuç insana gider ve kredi miktarı da mahduttur. Bunun neticesinde özel teşebbüs sadece belli bir zümreye tanınan hak gibi olur ve tekeller teşekkül eder. Bu nedenle bu mevcut düzen, özel teşebbüs düzeni olmaktan çok, tekelci bir düzendir.
Hâlbuki Adil Ekonomik Düzen'de dürüst her müteşebbise faizsiz kredi imkânı vardır. Böylece Adil Ekonomik Düzen'de daha yaygın ve rekabete dayanan özel teşebbüs mevcuttur. İşte bu bakımdan; Adil Ekonomik Düzen, gerçek anlamda serbest bir ekonomi düzenidir. 1974-1977 'deki ağır sanayi hamlesi o gün için mutlaka yapılması gereken hamleydi. Adil Düzen tam manası ile iktidar olmadığından (Milli Selamet Partisi iktidar ortağıdır o günlerde) şartlar içinde bu çok hızlı adım ancak böyle atılabilirdi. Bununla birlikte bütün ağır sanayi tesislerinin kararnamelerinde “bu tesisler bittikten sonra öncelikle içinde çalışan işçiler ve yöre halkı olmak üzere, özel teşebbüse devredilecekleri” hükmü yer almaktadır. Ancak böyle bir anlayışla o günkü şartlarda Doğu ve
Güneydoğu’ya yatırım yapma imkânı sağlanmıştır.
Adil Ekonomik Düzen, Hızlı Kalkınmayı Sağlayan Düzendir. Hızlı kalkınma; süratli, rantabl ve yeterli ölçüde gerçekleştirilecek yatırımla sağlanabilir. Şimdiki düzen ile bunu sağlamak mümkün değildir. Bugünkü düzende; bankaların ve devletin yüksek faizle para toplaması kaynakların yatırıma yönelmesini
önler. Yatırımlar yüksek faiz sebebi ile çok pahalılaşır, aynı şekilde faiz ve haksız vergi sebebi ile üç misli işletme sermayesine ihtiyaç duyulması üretimi çok pahalılaştırır. İçeride üretim yapma yerine ithal mala yönelme olur. Bu da memleketi borç batağına iter. İktidarın özel teşebbüslere iş projeleri sunması, projeleri varsa kredisiz destekler vermesi, destekleri tüm yurtta yaygınlaştırması ve böylece ülkemizde var olan yoğun işsizliğin önüne geçilmesi, bölgesel
kalkınmayı da sağlaması gerekmektedir.
Şimdiki düzende özel teşebbüsün iş görmesi mümkün değil. Ekonomik istikrarsızlık vardır. Yarın döviz kurunun ne kadar olacağı, hangi vergilerin konacağı, hangi teşviklerin verilip, hangilerinin kaldırılacağı belli olmadığı için, özel teşebbüsün güveni yoktur. Her şey ilgililerin iki dudağı arasındadır. Bu sistem
müdahaleci ve engelleyici sistemdir. Keyfilik ve kayırmacılık yaygındır.
Adil Ekonomik Düzen'de istikrar var; Vergi bellidir. Kur bellidir. Para ancak mal karşılığı piyasaya çıkar, faiz yoktur. Bu istikrarlı zeminde özel ve tüzel kişiler kaynaklarının en iyi şekilde kullanılmasında serbestçe aktif rol oynarlar. Adil Ekonomik Düzen'de her müteşebbis, devlet hizmetinden yararlanır. Kişi ve kurumlar arasında fark gözetilmez. Herkes istediği projeyi seçer ve yapar. Gereken teminatları veren müteşebbise faizsiz kredi verilir. Adil Düzen, gerçek anlamda tekelden arındırılmış özel teşebbüsçü bir düzendir. Ekonomide faizci kapitalist ve neo-liberal politikalardan vazgeçilip, Adil Ekonomik Düzene geçilmelidir. Milletimiz ve tüm insanlık için de tek çıkar yol budur.
 
NÜFUSUMUZUN YAŞLANMASI İLE OLUŞACAK SOSYAL VE SIHHİ SORUNLARA TEDBİRLER ALINMALIDIR
 
Önümüzdeki yıllar içinde dünya nüfus yapısında hızlı değişimler olacağı tahmin edilmektedir. Yaş yapısındaki en önemli değişim çocuk-yaşlı dengesinde gerçekleşecek ve 2050 yılında tarihte ilk kez yaşlı sayısı, çocuk sayısına ulaşacaktır. Nüfus içinde yaşlıların oranının artışı ile birlikte, onların sağlık ve sosyal
gereksinimlerinin karşılanamaması önümüzdeki yıllarda gelişmekte olan ülkeler için önemli bir sorun olarak ortaya çıkacaktır.
Dünyada yaşlı nüfusun artış hızı (%2,1), genel nüfus artış hızından (%1,2) daha fazladır. Nüfus artış hızının azalması sonucu, 2050 yılında 11 ülkenin (Japonya, Rusya, Ukrayna gibi) nüfusu şimdiki nüfuslarının altına düşecektir. Diğer taraftan bu ülkelerde yaşayan yaşlıların nüfus içindeki payı daha da artacaktır. 
Yaşlı popülasyonda 80 yaş üstünde bulunanların nüfus artış hızı ise %4,3’tür. Dünya nüfusu son 100 yıl içinde (1950-2050) dörde katlanırken yaşlı nüfusun 10 kez artacak olması dikkat çekicidir. Dünyada en fazla yaşlı artışı 2008- 2040 arasında %316 ile Singapur’da gerçekleşecektir (2,4,6). Şekil 2’de yaşlıların 
nüfus içindeki yüzdelerinin 100 yıllık süreçteki değişimleri izlenmektedir. 2000 yılında yaşlı nüfusun %62’si gelişmekte olan ülkelerde yaşıyorken 2030’da bu oran %75-80’e ulaşacaktır. Günümüzde sayısal olarak en fazla yaşlı (106 milyon) Çin’de yaşamaktadır. Ardından Hindistan (59,6 milyon), Amerika
Birleşik Devletleri (38,7 milyon) ve Japonya (27,7 milyon) gelmektedir. Türkiye’de yaşayan yaşlı sayısı 5.1 milyondur ve dünya sıralamasında 19 sırada bulunmaktadır. 2050 yılında gelişmekte olan ülkelerden Çin (437 milyon), Hindistan (324 milyon), Endonezya (70 milyon) ve Brezilya’da (58 milyon) yaşayan yaşlı sayıları, dünyada ilk sıralara yerleşecektir.
Türkiye, yaşlanma sürecinin hızla gerçekleşeceği ülkelerden birisidir. 2008-2040 arasında Türkiye’de yaşlı nüfusta, %201’lik bir artış beklenmektedir. Yaşlılık endeksi 2025 yılında 21,2’ye çıkacağı tahmin edilmektedir. Türkiye’de ortalama yaş, 2000 yılında 26 iken, 2020’de 34 ve 2040’ta 42 olacağı tahmin
edilmektedir.
Demografik değişim sürecinde nüfusun yaşlanmasıyla birlikte kamunun tasarruf oranının daha da düşmesi, sağlık ve emeklilik ücretleri gibi harcamaların ise ciddi ölçüde artması beklenmektedir. 65 ve üzeri yaş grubunda görülen hızlı nüfus artışı, önümüzdeki dönemde sosyal güvenlik sistemleri açısından
en önemli tehditlerden birisi olarak görülmektedir. Yaşlı nüfus ekonomik faaliyetlerin dışında kalan veya işgücüne katılımları sınırlı olan gruplardan birisidir.
Uzun yıllardır nüfusun yaşlanması ile karşı karşıya olan endüstrileşmiş ülkelerde bu nüfus grubunun sağlık, sosyal ve ekonomik gereksinimleri ve beklentileri belirlenmiş ve sorunların büyük kısmı çözülmüştür. Diğer taraftan nüfusun yaşlanması sürecinin çok daha hızlı olması beklenen ve halen
gelişmekte olan ülkelerde önemli problemler yaşanacaktır. Önümüzdeki birkaç on yıl içinde beklenen sorunlara hazırlıkların yapılması, yaşlılığa yönelik sağlık politikalarının ve sosyal politikaların gözden geçirilip yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Bu konularla alakalı yeni kurumların kurulması, kurulan bu kurumların gerekli ilmi çalışmaları yaparak gerekli tedbirleri hayata geçirmeleri gerekmektedir.
 
UZAY, ARTIK MİLLET VE DEVLETÇE YÜKSEK İLGİ ALANIMIZDIR
 
Uzay; Soğuk Savaş döneminde yaşandığı gibi ülkelerin üstünlük göstergesi veya prestij alanı olmaktan çoktan çıkmıştır. Teknolojik gelişmelerin artmasıyla güvenliğe, ekonomiye, çevre ve kalkınmaya katkı fırsatı ve potansiyeli taşıyan hayatî öneme sahip bir alan hâline gelmiştir. Amerika’da Mars’a yolculuk ve
Mars’ta yerleşim alanları kurma üzerine, “Uzay Hukuku” üzerine ciddi çalışmalar yapılmakta, Çin Ay’ın karanlık yüzüne araç göndererek enerji kaynağı olacak maddeler aramaktadır. Uzay teknolojilerinin maliyetinin ve üretim sürelerinin azalmasıyla, uzayla ilgili çalışmalar teknik yetenekleri az olan devletlerin, gelişmekte olan devletlerin, küçük firmaların ve üniversitelerin dahi yetenek kapsamına girmiştir. Türkiye’nin ve diğer gelişmekte olan ülkelerin uzay faaliyetlerinde bulunmalarının önemi giderek artmaktadır.
Uzay çalışmalarında kurumsal olarak ülkemiz uzun yıllar sadece seyirci konumunda kalmıştır. Yakın zamana kadar uzay çalışmalarını düzenleyecek bir merkezi kurum mevcut değilken, 2018 Aralık ayında Türkiye Uzay Ajansı’nın kurulmasını, bu boşluğu doldurma niyetiyle ve yeni kurulacak kurumlar
ile bu boşluğu dolduracak nitelikte olacağı umudu ile olumlu karşılamaktayız. Ancak yeni gelişmeler, uzay çalışmalarını teşvik eden devletler ve Uluslararası kurumlar yeni bir döneme başlanıldığını haber vermektedir. Bu yeni gelişme ile uluslararası işbirlikleri de artmıştır. Birleşmiş Milletler’in ve Japonya gibi bazı devletlerin hem uydu tasarım ve üretiminde hem de ücretsiz fırlatma konusunda verdiği destek uzaya ilk adım atanlar için önemli bir rol üstlenmiştir. Bu konuda tecrübesi olmayan devlet ve şirketlerin birçok ülkeden daha ileri gidebileceği de öngörülmektedir.
Uzay çalışmalarında geç kalmış bir ülke olarak uzay, ülkemiz için sivil ekonomik yararları yanında büyük askerî önem de taşımaktadır. Uzay keşif, istihbarat, seyrüsefer ve haberleşme alanlarında askerî kuvvetlere, yeryüzünden elde edilemeyecek üst düzeyde üstünlükler sağlar. Uzay artık ülkelerin ana gündemi olmaya başlamıştır. Amerika yıllarda uzak uzayda hayat aramakta değişik gezegenler ile ilgili çok yoğun çalışmalar yapmaktadır. Ülkemizin uzay çalışmalarında geride kalması düşünülemez.
Uzayın kullanımı, ihtiyaçlara cevap bulabilme durumu birçok sivil ortamda artık dünyanın diğer güncel sorunları ile birlikte ele alınmaktadır. İklim değişikliği, çevre kirliliği, tarım ve doğal kaynakların sürdürülebilirliği, enerji ve toplumsal kalkınma artık uzay teknolojilerinden alınacak ve oradan gelecek verilerle izlenebilir ve öngörülebilir olmaktadır. Uzaydan yapılabilecek gözlem bu konularda çok önemli bilgiler sağlarken, haberleşme ve seyrüsefer hizmetleri ile de sürdürülebilir kalkınmaya da önemli katkılar vereceği bilinmektedir.
Yüce Rabbimiz “Göğü sağlam yaptık, biz genişleticiyiz.” (Zariyat Suresi, 47.Ayet) buyurmaktadır. Geniş bir uzayda yüzlerce yıl dünyaya adalet dağıtan milletimizin olmaması düşünülemez. Milli ve manevi kaidelerimize uygun bir şekilde, adaleti gözeterek ve kul haklarına riayet ederek uzayda var olmak için
gerekli çalışmaların yapılması son derece önemlidir.
Milli Görüş’ün uzay ile ilgili planının olmaması düşünülemez. Uzay zalimlerin, dünyayı zaten ifsad etmiş olanların, kuvveti üstün tutanların hakim olduğu bir alan olarak bırakılamaz. Biz Allah’ın izniyle Milli Görüş iktidarında uzayı tüm milletler için kullanılabilir kılacağız. Uzayda var olan tüm imkânları insanlığın
hizmetine sunacağız. Bu imkanların tüm insanlık tarafından adil şekilde paylaşılması için gereken düzenlemeleri yapacağız.

MUSTAFA AKINCI'NIN AÇIKLAMALARI ASLA KABUL EDİLEMEZ!


Yeniden Refah Partisi Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan’ın ilk yurt dışı ziyaretini KKTC’ye yapmış olması büyük anlam taşımaktadır. Söz konusu resmi ziyaret Türk Dışişleri Bakanlığı Büyükelçiliği ve KKTC Ankara Büyükelçiliğinin bilgileri dahilinde yapılmış olup, Boğaz Şehitliği, Dr.Fazıl Küçük’ün anıt mezarı, Rauf Raif Denktaş’ın mezarı ve KKTC’deki tüm resmi makamlar teamüller gereği protokol sırasına göre nezaketen ziyaret edilmiş olup partimiz ve ziyaretimizle ilgili görüşlerimizi KKTC’de Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan’ın çıktığı TV programında ve yaptığı basın toplantısında açıkça ortaya koymuştur.
Bu nedenle KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mustafa Akıncı’nın Türkiye’ye yönelik talihsiz açıklamalarını tasvip etmenin mümkün olmadığını açıkça ifade etmek isteriz. Sayın Akıncı’nın KKTC’deki sol cenahın oylarını konsolide edebilmek adına Türkiye’yi seçim malzemesi yapmaya kalkışması siyasi etik açısından asla kabul edilebilir bir durum değildir.
KKTC’nin varlığını anlayabilmek için öncelikli olarak EOKA’nın faaliyetleri , ENOSIS planları ve Megalo Idea’yı iyi kavramak gerektiğine inanıyoruz. Sayın Akıncı’nın 2015’ten günümüze kadar mevkidaşı Nicos Anastadsiadis ile yapmakta olduğu müzakereler hiçbir sonuç vermediği gibi, son yapılan Montana Crane zirvesi de tamamen çökmüştür.
Bütün bunlara rağmen Sayın Akıncı ,Türkiye’yi suçlayıcı açıklamalarla başarısızlıklarını örtbas etmesi mümkün değildir. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile huzur ve barışa kavuşan Kıbrıslı Türk kardeşlerimizin haklarının korunması olmasa olmaz önceliğimizdir.

Doğan BEKİN
Yeniden Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı

Haftalık Değerlendirme Raporu - Siyasî İşler Başkanlığı (17.02.2020)

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 6
17.02.2020
 
 
ACI GERÇEKLER
Geçen hafta Sn. Cumhurbaşkanı TBMM’de Ak Parti Grup Toplantısı’nda konuşmasını yaparken, bir
vatandaşımız Sn. Erdoğan’ın gözlerinin içine bakarak; “işsizim … çocuklarım aç…” diye yüksek sesle haykırdı …
Bu olay maalesef Türkiye’nin acı gerçeklerini apaçık bir şekilde bir kez daha ortaya koymuştur … Ülkemizde artık ANASOL-D Hükümeti’nin son günlerinde yaşanan “Başbakanlık binası önünde yazar kasa fırlatma eylemi”ni andıran olayları yaşamaya başladık …
 
Bu olayın öncesinde Kocaeli’de bir vatandaşımızın cebinde pazara gidecek kadar dahi parası olmadığı için evinin banyosunda kendini asarak intihar etmesi,
 
Bir babanın ailesiyle birlikte siyanür içerek topluca intihar etmesi,
 
Bundan çok kısa bir süre önce de, Hatay’da bir vatandaşımızın işsizlik ve ekonomik sıkıntılar sebebiyle kendini yakarak intihara teşebbüs etmesi,
 
Ve yine birkaç gün önce Konya’da bir vatandaşın borçları yüzünden kendisini kamyona asarak intihar etmesi
 
Ve en sonunda Merhum Ecevit Dönemi’nin “yazar kasa fırlatma eylemi”ni andıran, doğrudan Sn. Cumhurbaşkanı’nın huzurunda gerçekleşen “ACI FERYAT”… İŞTE TÜRKİYE’NİN GERÇEK GÜNDEMİ VE ACI GERÇEKLERİ …
 
Bugün bu ülkede işsizlik, açlık, sefalet ve umutsuzluk sebebiyle insanlar zehir içiyor, intihar ediyor, kendin  yakarak hayatına son veriyor. MECLİSE GİDİP CUMHURBAŞKANI'NA “çocuklarım aç” diye haykırıyor, feryad ediyor.
Gelinen bu nokta, milletin bu feryadı, bu toplumsal trajedi medyada küçücük bir haber bile olmuyor. Tekstil sektörünün en önemli isimlerinden, zincir mağazalar sahibi bir işadamımız; “54 yıllık sanayiciyim. Ben böyle bir kriz görmedim. Bu böyle devam ederse, 450 alışveriş merkezi çok yakında batar.” diye açıklama yaptı;
Bu işadamının dediklerini dikkate alıp, ekonomiye çeki düzen vermesi gereken AK PARTİ - MHP Koalisyon
Hükumeti, İŞ ADAMINDAN yaptığı açıklamayı inkar etmesini istediler.
Ak Parti – MHP Koalisyon Hükümeti, Dünya'da bir ilk olarak “fiyatlar arttıkça düşen enflasyonu” icat etmişlerdi, şimdi bir ilki daha gerçekleştirerek; “işsiz sayısı arttıkça düşen işsizlik oranını” icat ettiler…!!
 
ANCAK HEPSİ NAFİLE …
RAKAMLARLA OYNAYARAK, ISMARLAMA ENFLASYON VE İŞSİZLİK RAKAMLARI AÇIKLAYARAK, VEYA MEDYA GÜCÜYLE, SOSYAL MEDYA TROLLERİYLE, ACI GERÇEKLER DEĞİŞTİRİLEMİYOR VE GİZLENEMİYOR… ALGI OPERASYONLARI VE MAAŞLI TROLLERLE BU İŞ BURAYA KADAR…
 
Eğer siz iktidar olarak “tam 18 senede” bu ülkede üretime-istihdama yönelik bir tane adım atmazsanız, devlet eliyle bir tane fabrika-sanayi tesisi açmazsanız, bir de üstüne üstlük elde olan onlarca devlet kuruluşunu satıp yok ederseniz,
 
İşçi-memur-emekliye “300 gr Antep fıstığı kadar” maaş zamları yaparsanız,
 
Emeklimize yılda %4+%4 maaş artışı verirken, aynı anda elektriğe yılda %60, doğalgaza bir ayda iki kere %15’er zam yaparsanız,
 
Tarım üretimine kotalar koyarak, mazot fiyatını 6,5 TL’ye çıkararak çiftçiyi-köylüyü perişan ederseniz,
 
Bundan dolayı milyonlarca insanı boğazına kadar kredi kartı-tüketici kredisi borçlarına batırırsanız,
 
İşvereni, özel sektörü de en ağır vergilerle, en yüksek enerji fiyatlarıyla, yüksek faiz oranlarıyla ezerseniz, OLACAĞI İŞTE BUDUR.
 
Tüm bu olaylar adeta bir laboratuvar deneyidir ve “Borç-Faiz-Zam-Vergi Ekonomisi” ile her zaman olduğu gibi, bugün de ancak iflasa ve çöküşe gidileceğini ispat etmektedir.
Bu krizlerden “aynı istikamete doğru ilerleyen, fakat farklı isimli” partilerin hiçbirisi ile kurtulamayız. Bu felaketlerden ancak “kurtuluş reçetesi”ni ortaya koymuş ve bunu uygulamış ve sonuç almış olan, MİLLİ GÖRÜŞ zihniyeti ile, O ZİHNİYETİN TEMSİLCİSİ “Yeniden Refah Partisi” ile kurtulabiliriz ...
Bu noktada yapılması gereken;
“Borç-Faiz-Vergi-Trafik Cezası Ekonomisi”nden, “Üretim-İstihdam-İhracat Ekonomisi”ne geçilmesi, köprü-otoyol-park-bahçe gibi altyapı hizmetlerinin yanında asıl olarak üretime, istihdama, ihracata, teknoloji ve sanayiye yönelik adımların atılmasıdır.
 
Yapılması gereken;
Milyonlarca genç işsizimize ekmek kapısı oluşturacak adımların atılmasıdır.
 
Yapılması gereken;
Devletin borçsuz-zamsız-vergisiz, millete yük yüklemeden, kaynak üretip, bu kaynakla dar gelirli milyonların refah seviyesini en acil şekilde artırmasıdır.
 
Yapılması gereken;
Kaliteli Nesil (Ahlaki ve manevi kalitesi yüksek, aynı zamanda bilimsel ve teknik kalitesi yüksek nesiller) yetiştirmek,
 
Kaliteli Ürün (Katma değerli ihracat ürünü) üretmektir.
 
Bu ürettiklerimizi ihraç edip, milli gelirimizi reel olarak artırmaktır.
 
Bu hamleleri gerçekleştirmek için gereken kaynak da borçla, vergiyle, trafik cezasıyla, devlet varlıklarını satıp yok ederek değil, Cenabı Allah’ın bu ülkeye vermiş olduğu zenginlikleri mali kaynağa dönüştürerek bulunmalıdır.
 
YOKSULLUK ANCAK KAYNAK ÜRETEREK VE BU KAYNAKLA MADDİ VE MANEVİ KALKINMA HAMLELERİNİ GERÇEKLEŞTİREREK ÇÖZÜLÜR. ÇARE MİLLİ GÖRÜŞTÜR, ÇARE ADİL EKONOMİK DÜZENDİR.
 
Bu gerçeği sadece biz söylemiyoruz, 54. Hükümetin Başbakanı Erbakan Hocamız’ın ekonomi alanındaki Milli Görüş uygulamaları ile, “Milli Kaynak Paketleri”, “Havuz Sistemi” ve “Denk Bütçe” ile, borç ve faiz ekonomisinin önlenmesi ve bunların sonucunda emekli-memur-işçi ve çiftçi kesimlerinin refah düzeyinin rekor seviyede artması bu gerçeğin tam bir ispatıdır.
Bu yoksulluktan, bu işsizlikten, bu perişanlıktan, bu ekonomik krizlerden kurtulmak için,
Aynı Bolluk ve Bereket dönemine yeniden kavuşmak için, herkese refah için, “Yeniden Büyük Türkiye” için, tüm milletimizi Milli Görüş’e, Yeniden Refah’a DAVET EDİYORUZ …
Yıllık ‘100 milyar $’ hacminde Kaynak Paketlerimiz hazır, projelerimiz hazır, Biz Geleceğiz ve milletimizin yüzünü yine Biz Güldüreceğiz inşallah.
 
 
TÜRKİYE’DE EVLİLİK
 
Sn. Cumhurbaşkanı’nın geçen haftalarda yaptığı bir konuşmada "Kızlarımız da erkeklerimiz de çoğu 30'u aşkın evleniyor veyahut da çoğu evde kalıyor. Böyle bir şey olur mu?" ifadelerini kullanması geniş yankı uyandırdı.
 
Evlilik Neden Geciktiriliyor?
Asgari ücretin açlık sınırında olduğu bu ülkede,
En düşük memur maaşının yoksulluk sınırının altında olduğu ülkemizde,
18 senede devletin öncülüğünde bir tane fabrika açılmamış, mevcutlar yok edilmiş, istihdam imkanı oluşturulmamış bu ülkede,
Genç İşsizlik oranının %30 olduğu ülkemizde,
Üniversite diplomalarıyla hiçbir işe girilemeyen ülkemizde, (Hele iktidara yakın adamınız, akrabanız yoksa hiçbir yere giremiyorsunuz)
Meslek Eğitimin neredeyse hiç kalmadığı ülkemizde,
Gençlerimiz daha evlenmeden, hayata başlamadan kredi kartı borcu, burs borcu, banka kredisi borcuna batarken, (Vatandaşın bankalara borcu bu iktidar döneminde neredeyse 100 misli arttı)
Bu ekonomik koşulların üstüne bir de “6284 Sayılı Kanun”, “Medyadaki ahlaki erozyon” ailenin temellerine dinamit koyarken,
 
GENÇLERİMİZ NASIL EVLENECEK, NASIL EV GEÇİNDİRECEK, BİR DE ÜSTÜNE 3 TANE ÇOCUĞA NASIL BAKACAK?
 
Gençlerimiz 25-30 yaşına gelmiş, hala işi yok, aşı yok, hala harçlık için anne-babasının eline bakıyor, bir de evlenip çocuk sahibi olmalarını nasıl isteyeceğiz …
Ülkemizde kira, elektrik, doğalgaz, su, telefon ve internet faturaları, mutfak masrafı gibi zorunlu harcamalar kadar kariyerinin başında ya da henüz çalışmaya başlamamış bir gencin altından kalkamayacağı kadar ağır bir yük oluşturuyor.
Ayrıca yüksek enflasyon nedeniyle giderek ağırlaşan düğün harcamaları evliliği olduğundan zor yapan önemli faktörlerden bir tanesidir.
 
Bize Düşen Görev;
Türkiye’de evlilik yaşının geç olması çok önemli bir meseledir. Halledilmesi gereken husus ve sorunlar hayli fazladır. Görülüyor ki iktisadi, psikolojik, sosyal, ahlaki ve dini birçok yönden sorunlar birikmiş bir halde çözülmeyi bekliyor.
Ülkemiz maddi ve manevi olarak kalkınamadıktan sonra bu problemin de çözülemeyeceği aşikardır. 
Maddi ve manevi kalkınma olmadan birçok sorunun çözülemeyeceği gibi evlilikle ilgili sorunlar da çözülemez. Faizci-Kapitalist bir ekonomi ile, borç ve faiz ekonomisi ile, inancımıza, toplumsal ahlaka aykırı yayınlar yapan medya ile, Avrupa’nın dayatmalarına göre şekillenen aile ve sosyal politikalarla iktidar bu sıkıntıların üstesinden gelemez.
Aile ve sosyal hayata ilişkin kanunlarımız kendi kültürümüze, kendi temel değerlerimize uygun şekilde düzenlenmeden, öze dönüş olmadan, maddi ve manevi kalkınma sağlanmadan bu problemin ve diğer tüm sorunlarımızın çözülemeyeceğini tüm milletimizin ve iktidarın idrak etmesi gerekmektedir.
 
KORONAVİRÜS SALGINI
Çin’de Kovid-19 salgını nedeniyle ölenlerin sayısı 1666’ya, virüsün bulaştığı kişi sayısı 68 bin 500’e çıktı. Çin’deki bu yeni salgın hastalık farklı açılardan da tartışılıyor.
Hastalığın kaynağı ve sebebi de tartışmanın odağındaki önemli bir başlık. Yarasayla başlayan yılanla süren kaynak arayışı son günlerde çoğumuzun adından ve varlığından henüz haberdar olduğu pangoline yöneldi. Bu bağlamda öne çıkan bir başka tartışma “Corona virüs biyolojik silah mı?” sorusu üzerinden ilgi görmeye başladı.
Çin daha şimdiden birkaç yüz milyar dolarlık zarara uğradı bile. Bu bir biyolojik saldırı mı ve bu saldırının sebebi “İpek Yolu” parojesini engellemek ve Çin’in ekonomik büyümesini durdurmak mı?
Siyasi dünya tarihine bakıldığında görülen şudur: Birinci Dünya Savaşı kimyasal bir savaş, İkinci Dünya Savaşının ise fizik (nükleer) savaşa evirildiğini görmekteyiz. Cephe savaşlarının bittiği bu yeni dönemde biyolojik ve zihinsel savaş ve terörün hâkim olacağı Üçüncü Dünya Savaşını yaşamaktayız.
Geçmiş yıllardaki hadiselerden hatırladığımız Irak’a saldırmak için Saddam’ın elinde biyolojik silah bulunduğu savları tamamen yalan çıksa da ABD’nin Küba’ya Dang Ateşi virüsüyle saldırısı yıllar sonra da olsa kanıtlanmış olduğu bir gerçek.
Koronavirüs Biyolojik bir silah mı sorusuna tarihte yaşananlara bakarak “evet” yanıtı verilebilir. Ancak, Corona virüs salgınına ilişkin böyle bir savı doğrulayacak kesin bir kanıt şimdilik bulunmamaktadır. 
Diğer yandan, Çin’de başlayan salgının Çin’e ve Çinlilere karşı yürütülen bir psikolojik algı eylemine dönüştüğü de kuşkusuzdur.
Yakın tarihte mikroplarla ilgili çalışmalar kapsamında sabıka dosyası kabarık olan Batılıların insanlığı utandıran söylemler yayması ironik olduğu kadar ibretlik bir gelişme olsa gerektir.
Virüs salgınının bir de ekonomik boyutu var. Virüs salgını krizinin merkezinde yer alan Hubei Eyaleti, başkenti Wuhan ile birlikte 32 milyar dolarlık ihracat gerçekleştiriyordu.
ihracatında yüzde 1,3 payı var. Çin'in toplam ihracatı 2019'da sınırlı bir gerileme göstermesine rağmen,
eyaletin ihracatı yüzde 8,7 artmıştı. Eyalet 20 milyar dolarlık ithalatını da yüzde 17 artmıştı. Bu nedenle,
karantina alınmış bölgeye ciddi ihracat yapan ülkeler de şu anda para kaybediyor. Hubei Eyaleti Çin'in
ihracatında önemli bir paya sahip olmayabilir. Bununla birlikte, Çin'in otomotiv üretiminin yüzde
16,2'sine, işlenmiş gıda üretiminin yüzde 13,5'ine, kimyevi maddeler ve metal dışı mineraller üretiminin
yüzde 7,2'sine, tekstil, demir-çelik, bilgi işlem ve telekomünikasyon cihazları ve elektronik cihazlar
üretiminin de yüzde 5'ini gerçekleştiriyor. Buna özel amaçlı maskeler de dahil. Dolayısıyla, eyalette
üretimi tamamıyla durma noktasına getirecek bir karantina, doğal olarak Çin'in milli gelirini de
etkileyecek. Nitekim, Çin 2020 yılı GSYH büyüme hızı hedefini revize etme kararı aldı.
 
 
KIBRIS’DA MARAŞ BÖLGESİ’NİN YERLEŞİME AÇILMASI
Ecdadımızın 1570-1571 yılları arasında gerçekleştirdiği ‘Kıbrıs Seferi’ sırasında Magosa ile birlikte Maraş
bölgesi 6 Ağustos 1571’de feth olundu. Fetih sonrasında Latin ve Venedikliler’in bu bölgeden ayrılması
nedeniyle buraya Anadolu’dan insanların yerleştirilebilmesi amacıyla 21 Eylül 1572 tarihinde Sultan II
Selim “Genel İskân Hükmü” adıyla bir ferman hazırlattı.
Osmanlı arşivlerine göre 17 Yüzyılın sonlarına kadar Anadolu’dan 30 civarında aile Kıbrıs geneline ve
Magosa’ya yerleşti.
İngilizler 1878 yılında Kıbrıs yönetimini Osmanlı Devleti’nden devraldığında Kıbrıs genelinde 596 Türk
mezarlığı, 400 cami ve 109 evkaf çiftliği yer almaktaydı.
Kıbrıs Vakıflar İdaresi’nin yaptığı çalışmalar sonucu bu gerçekler belgeleriyle ortaya çıkarılmıştır.
Dolayısıyla, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan beri kapalı olarak tutulan Maraş bölgesinin de önemli
Osmanlı döneminden vakıf mirası olduğu belgeleriyle ortaya konulmuştur.
Kapalı Maraş bölgesinde sadece bazı Rum mukimlerin özel gayrimenkulleri mevcut olmakla birlikte bu
hususta ilgili taraf Güney Kıbrıs Rum Yönetimi değil, doğrudan mülk sahibi ailelerdir, çünkü bu gayrimenkuller devlete ait değil, şahsa ait mülklerdir.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin iddiasına göre ise, Türkler Kıbrıs’ı 1571 yılında işgal etmiştir. Burada Rumların göz ardı ettikleri çok önemli gerçek de şudur; Rumlar o tarihte Ortodoks mezhebinden olup, Katolik Venedikli’lerin hükmü altında yaşayan bir azınlıktılar. Bu nedenle Rumlar’ın bugün Maraş konusunda söz sahibi olmaları asla söz konusu değildir. Maraş bölgesi yaklaşık 450 yıldan beri vakıf malıdır.
Kıbrıs’ta 1571 yılından beri yürürlükte olan vakıf kanunlarına göre, vakıf mülkiyetinde olan Maraş bölgesinin gayrimenkullerine başkalarının sahip olması mümkün değildir. İngiliz yönetimi döneminde, Maraş’taki  vakıf eserlerinin % 77’si  gayri kanuni olarak Kıbrıslı Rumlar tarafından işgal edilmiştir.
Kıbrıs’ta İngiliz yönetimi dönemini kapsayan 1907 yılında ‘Ahkamul Avkaf’ adıyla Vakıf Kanunu yürürlükte idi ve Maraş bölgesinin sahibi Osmanlı vakıflarıydı. 1960’ta kurulan Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960 Anayasası’nın 110 Maddesi ve kuruluş sözleşmesinin  ‘E eki’ne göre, İngiliz Kolonisi dönemindeki tüm kanuni hüküm ve sorumluluklar aynı şekilde hiçbir değişikliğe uğramadan Kıbrıs Cumhuriyeti hükümetine geçmiştir. Bu nedenle kapalı Maraş’ın gerçek sahibinin hiçbir şüpheye yer kalmadan vakıflar olduğu vakıf belgeleri, tapu senetleri ve yasal hükümler gereği açık şekilde ortadadır. Bu nedenle, bugün Maraş bölgesinde söz sahibi olan kurum “KKTC Vakıflar İdaresi”dir.
Tüm bu gerçeklere rağmen, Annan Planı çerçevesinde kapalı Maraş bölgesinin Kıbrıs Rumları’na bırakılması öngörülmekte idi. Fakat yapılan referandum sonucunda Kıbrıslı Rumlar, Annan planını kabul etmemeleri sonucu bu plan da yürürlüğe girmemiştir.
Sonuç olarak; 46 yıldır adeta ölüme terkedilmiş olan kapalı Maraş’ın açılması konusunda atılacak olan her türlü samimi ve hakkaniyete uygun adımın arkasında olacağımızı açıkça ifade etmek istiyoruz.
Eğer ki, Annan Planı’nda olduğu gibi, Kıbrıs Rumları’nı müzakere masasına çekebilmek amacıyla ve Maraş bölgesinin Rumlar’a verilmesi niyetiyle böyle bir girişim yapılıyorsa, bunun çok vahim sonuçlar doğuracağını açıkça ifade ediyoruz ve böyle bir adımı Yeniden Refah Partisi olarak asla kabuletmeyeceğimizi vurguluyoruz.

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 7. - 24.02.2020

MİLLİ GÖRÜŞ LİDERİ MERHUM ERBAKAN HOCAMIZ’IN 9. VEFAT YILDÖNÜMÜ

“Cenabı Allah’ın tüm insanlar için bahşettiği nimetler insanlar arasında adil bir şekilde paylaşılsın”

 “Dünya üzerindeki her bir insan  emeği ve alın teri karşılığında hakkını eksiksiz bir şekilde alsın,  bolluk ve bereket içerisinde yaşasın” 

-       Sömürü ortadan kalksın,  paylaşımda adalet sağlansın,

-       Gelir ve servet dağılımı hem ülkemizde, hem de bütün dünyada adil olsun,

-       Kimsenin üretmeden, emek harcamadan, başkalarının sırtından zenginleşme ve tüketme hakkı olmasın,

-       Ülkemizde ve tüm dünyada  nimet-külfet dengesi adaletli bir şekilde tesis edilsin

Bunlar, Erbakan Hocamız’ın zihniyetini tanımlayan temel cümlelerdir. Bundan dolayı O’nun adının anıldığı yerde hakkın, adaletin, hayrın ve bereketin konuşulması kaçınılmaz bir durumdur.

Çünkü Erbakan demek,  Hakkın hakim olması demektir.

Çünkü Erbakan demek,  adaletin tesis edilmesi demektir.

Çünkü Erbakan demek,  kul haklarının teminat altında olması demektir.

Çünkü Erbakan demek,  refah ve bereket demektir.

Erbakan Demek; Milletin hakkını gasp eden, milleti sömüren anlayışa karşı çıkmak ve bunun için gerekirse bedel ödemeye hazır olmak demektir.

Erbakan Demek; Paylaşımda adaleti hiçe sayan, biz sizin sırtınızdan zengin olacağız,  siz bizim verdiklerimize razı olacaksınız diyen düzene dur demek ve adil paylaşımı esas alan, yeni ve adil bir ekonomik düzeni kurmak demektir.

Bütün bu cümlelerin somut karşılığı, Erbakan Hocamız’ın hayatında fazlasıyla mevcuttur.

1950’lerin Türkiye’sinde,  toplu iğne dahi üretilemez denilen Türkiye’de, 1956 yılında Türkiye’nin ilk ve tek yüzde yüz yerli motor fabrikası olan Gümüş Motor’un kurulması …

1960’larda TOBB Başkanı olarak yaptığı hizmetler…

O,  TOBB Başkanı olduğunda,  Birliğin kaynakları bir avuç elitin elinde idi.  Türkiye’nin kalkınması, üretimin ve sanayinin gelişmesi için Anadolu’daki esnaf ve üreticilere aktarılması gereken kaynaklar bu elitlerin arasında paylaşılıyor,  bu kaynaklar üretimin değil  ithalatın artması için kullanılıyordu.

Böyle bir zamanda TOBB Başkanı olan Erbakan Hocamız,  Odalar Birliğinin kaynaklarını İstanbul’daki bir avuç eliti kalkındırmak için değil,  Anadolu’yu ayağa kaldırmak için kullanmaya başladı. 

Paylaşımda Adalet’i  sağlamaya daha o yıllarda başladı…

1970’lerin Türkiye’sinde, biz tarım ülkesiyiz, biz ancak domates-biber-şeftali üretebiliriz denilen TR’de,  Ağır Sanayi Hamlesi’nin gerçekleştirilmesi…

Bugün Anadolu’da hangi fabrikayı görseniz, Erbakan Hocamız’ın  “Ağır Sanayi Hamlesi”nin  eseridir.

Makine Sanayi, Elektro Mekanik Sanayi, Aselsan,  TÜMOSAN, TAKSAN, Şeker Fabrikaları, Çimento Fabrikaları,  Dokuma Fabrikaları,  Gübre Fabrikaları  ve  diğerleri.

Tüm bu tesisler bu ülkenin doğusunu batısından ayırt etmeden,  her köşesine adaletli bir şekilde dağıtılmıştı.

Erbakan Hocamız’ın bu tarihi hamlesiyle;

İşsizliğe mahkum edilmiş bu aziz millet, alın teriyle kazanacağı fabrikalarda çalışmaya başlamış, bereket tüm ülkeyi adeta bir baştan diğer başa kuşatmıştı.

Milli Görüş Bereketi Anadolu’yu, Trakya’yı, bu ülkedeki her bir haneyi sarmıştı …

Ve son olarak 54. Hükümet dönemindeki efsane hizmetler …  Sadece Türkiye değil, Dünya şampiyonlukları …

54. Hükümet’te  100 alanın bir yılda 200 alması için,  hatta 300 alması için, Hans’a gideni Hasan’a vermek için, rantiyeye gideni Anadolu insanına vermek için gereken anlayışı,  iradeyi, projeyi  ve uygulamayı ortaya koydu Erbakan Hocamız.

İŞTE  “54. HÜKÜMET” DÖNEMİ …

İşçiye  1 senede  %100   maaş artışı,

Memura  1 senede  %130  maaş artışı,

Emekliye  1 senede  %300 maaş artışı

Çiftçinin ürettiği ürünlerin taban fiyatlarında 1 senede %80,  %100,  %140 artış …

 

Nereden bulundu bu kaynak ??  Borçla, zamla, vergiyle, devlet kuruluşlarını satarak değil …

-       Denk Bütçe ile dış güçlerin borç faizi haracı kesildi,

-       Havuz Sistemi ile rantiyenin haracı kesildi,

-       Zarar eden KİT’ler  Milli Görüş gelince kara geçti,

Ve bu elde edilen kaynak  yandaşa-partiliye-akrabaya değil,  tüm millete aktarıldı …

Alım gücü artan halk esnafa gitti,  satış yapmaya başlayan esnaf üreticiye sipariş verdi, üretici üretmeye başladı, üretince  hammaddeciye, tedarikçiye sipariş verdi,

Böylece ekonominin çarkları dönmeye başladı ve bütün toplumun refahı arttı …

Cumhuriyet Tarihi’nin en büyük bolluk ve bereket dönemi yaşandı …

“Erbakan demek, Bereket demek” gerçeği apaçık ortaya çıktı…

Sadece 54. Hükümet mi  ??    Hayır … 

İşte MSP döneminde gerçekleştirilen “Ağır Sanayi Hamlesi” …

- 1974’ün Diyarbakır’ında  TEMSAN Fabrikası,  bugünün Diyarbakır’ında 100 bin insanın çalışacağı fabrika kurmakla eşdeğer bir hamle ...!!

- 1974’ün  Gerede’sinde  GERKONSAN fabrikası.

Gerede’nin o günkü nüfusu  60 bin iken,  5 bin insana istihdam sağlayan  bir tesis.  Bütün bir Gerede halkının yarısı geçimini sadece bu tesisle temin edebiliyor …!!

- Bunlar  Cumhuriyet Tarihi’nin  en büyük “hakiki” kalkınma hamlesinden sadece iki örnektir.  Bunlar gibi 70’den fazla fabrika Türkiye’nin dört bir yanında hizmete sokuldu.

 

- Milyonlarca insan sosyal yardımla, belediyenin erzak torbalarıyla değil,  kimseye el açmadan alnının teriyle rızkını temin edeceği imkana kavuştu.

 

BİZ BOŞUNA DEMİYORUZ “ERBAKAN DEMEK BEREKET DEMEK” DİYE …

54. Hükümet Dönemi’nde 11 aylık sürede, içeriden ve dışarıdan her türlü baskıya, engele ragmen, gece-gündüz medya bombardımanına ragmen, neredeyse ayda 2 tane gensoruya ragmen,  koalisyon hükümeti olmasına ragmen,

- Hem Dünya Siyonizmi ile, Dış Güçlerle mücadele  (İslam Birliği’nin ilk adımı olan D-8’in kurulması, Dış Güçlerin haksız İran ve Irak ambargolarının delinmesi. Çekiç Gücün kovulması)

- Hem  bütün bu mücadelenin yasalar ve hukuk çerçevesinde yapılıp,  bir kişinin dahi burnunun kanamaması

- Hem bir yandan en kısa sürede  rekor maaş zamlarıyla milletin yüzünün güldürülmesi,

- Hem de bu kadar hizmetin ve başarının karşılığında, 28 Şubat’ta kendisine en büyük haksızlıklar yapılırken, “milletime birşey olmasın yeter, biz önemli değiliz” diyecek büyüklüğü göstermesi

Bütün bunlar anlayabilenler, görebilenler için ne büyük derslerdir …

“ŞEFKATİN LİDERİ”

Sene 1996 … 54. Hükümet Dönemi … Erbakan Hocamız Başbakan …

Aşırı sol görüşlü mahkumlar cezaevinde açlık grevi yapıyorlar. Adalet Bakanlığı’ından cezaevindeki şartların iyileştirilmesini talep ediyorlar.

Açlık grevi nedeniyle pek çoğu komalık hale gelmiş, perişan durumdalar.

Haber Erbakan Hocamıza ulaşınca,  “bu gece mübarek kadir gecesidir, kadir gecesinin hürmetine taleplerini kabul ediyoruz” diyor  ve  o sol görüşlü mahkumların hayatını kurtarmış oluyor.

Çünkü Erbakan Demek;  Tüm mahlukata şefkat demektir,  7 milyar insanın kurtuluşu demektir …!!

“BÜYÜK İNSAN ERBAKAN”

Neden büyük insan ??   Makam-mevki-şan-şöhret’ten dolayı değil…  Affedici olduğu için …

Hayatı boyunca en ağır saldırılara, hakaretlere, en haksız eleştirilere maruz kalmasına ragmen, bir kişiye dahi tazminat davası açmamış bir lider …

Büyüklük makam-mevkiyle değil, haklı olduğu halde affetmekle olur …

“ERBAKAN DEMEK, ÖNCE MİLLET DEMEKTİR”

İşte yine Başbakan olduğu dönemden bir muazzam örnek …

54. Hükümet’in daha ilk günlerinde Başbakan Erbakan Hocamız işçi-memur-emekliye vermek istediği maaş zamlarını ifade edince, iktidar ortağı Sn. Tansu Çiller Hanım; “Hocam çok iyi diyorsunuz da nereden bulacağız bu parayı ?” deyince; Erbakan Hocamız cevaben; “Önce vereceğiz,  sonra bulacağız” diyor.

Ne demek bunun manası ??  Gerekirse ceketimizi satıp, bu millete  bu kaynağı vereceğiz …!!

ALLAH  O’NA GANİ GANİ RAHMET ETSİN,  O’NU CENNETİNDE PEYGAMBERİMİZ SAV’E KOMŞU EYLESİN,

BİZLERE O’NA LAYIK DAVA ERLERİ OLMAYI NASİB ETSİN, VE BİZLERİ O’NUNLA CENNETİNDE BULUŞTURSUN.

Merhum Erbakan Hocamız’ın Başbakanlığı’ndan sonra gelen Hükümetler, malesef ki O’nun bu anlayışını ve uygulamalarını  sürdürmediler.  Erbakanca bir duruş sergilemediler …

- Üretmek yerine,  ithal ettiler, 

- Milli kaynaklar oluşturmak yerine,  borç aldılar- zam yaptılar- vergileri artırdılar, yeni vergiler icad ettiler- devlet kuruluşlarını satıp yok ettiler,

- Millete bolluk-bereket-refah sağlamak yerine, milleti banka kredilerine,  kredi kartı borçlarına mahkum ettiler,

- İstihdamı artırmak yerine,  milyonlarca diplomalı işsiz ürettiler,

- Fabrika kurmak yerine,  AVM ve Rezidans inşa ettiler,

 

- Bu aziz milletin her bir ferdini Erbakan Hocamız gibi ayrım gözetmeksizin kucaklamak yerine, milleti kutuplaştırdılar  ve  gerdiler,

- Erbakan Hocamız’ın yaptığı gibi ehliyet-liyakat ve adalete önem vermek yerine, adam kayırmayı – adamına göre muameleyi hakim kıldılar

- Kamuda israf ve savurganlık aldı başını gitti.

 

Ve malesef ki ülkemizi,  bugün içinde bulunduğumuz noktaya taşıdılar ...

 

Bu tabloyu değiştirmek elbette mümkündür. Bu ülkeyi yeniden ayağa kaldırmak, adaleti yeniden tesis etmek, bereket tohumlarını yeniden filizlendirmek mümkündür.

Biz, bunu en zor şartlar altında defalarca başaran Erbakan Hoca’mızın dava erleriyiz.

Biz, O’nun yürüdüğü yolda yürüyen,  O’nun emanetini taşıyan Milli Görüşçüleriz.

Biz, Irkçı Emperyalizm’in ülkemizi borca-faize-işsizliğe-açlığa-adaletsizliğe mahkum eden düzenine karşı çıkan ve bu haksız düzeni değiştirecek tek parti olan  Yeniden Refah Partisiyiz ...

 

CENABI ALLAH’IN İZNİYLE VE BU AZİZ MİLLETİN DESTEĞİYLE, YİNE GELECEĞİZ, VE KARANLIKLARDAN AYDINLIĞA YİNE  MİLLİ GÖRÜŞ’LE  ÇIKACAĞIZ …

………………………………………………………………………………………………………………………………………

 

YENİ, ADİL, SİVİL VE MİLLİ  BİR  ANAYASA HAZIRLANSIN, YENİ FETÖ VAKALARI YAŞANMASIN

Sayın Cumhurbaşkanı TBMM’de Ak Parti Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada haftalardır Türkiye gündemini meşgul eden “FETÖ’nün Siyasi Ayağı” tartışmalarına binaen aynen şu cümleleri söyledi:

“Türkiye'de FETÖ'nün serpilmesinde, büyümesinde, güçlenmesinde herkesin payı olabilir. Ama bu ülkede FETÖ'yü terör örgütü olarak ilân edip ona savaş açan şahsım ve AK Parti'dir. Bu süreçleri iyi bilen birisiyim. FETÖ'nün bu ülkede anlaşamadığı tek lider vardır; O da Erbakan Hocamızdır.”

Sayın Cumhurbaşkanı bu sözleriyle Milli Görüş zihniyetinin, ferasetinin hayatiyetini açıkça ifade etmiş oldu. Eğer Milli Görüş zihniyetiyle hareket edilse, FETÖ hiçbir zaman büyüyemeyecek, güçlenemeyecek, ülkeye ve devlete karşı eylemlerini gerçekleştiremeyecek, böyle olunca da FETÖ ile savaş yapmaya gerek dahi olmayacaktı.

Öncelikle şu tarihi gerçekleri ifade etmekte fayda vardır. Bu gerçekleri anlatırken de FETÖ dediğimiz örgütün nasıl meydana çıktığı anlaşılmış olacaktır.  Kanun ve yasalarımızdaki hangi açıklardan dolayı milletimizin hangi duygusal yönlerini kullanarak büyümüş ve her yere sızmış bir örgüt olduğu da ortaya çıkacaktır.

Yıllarca bu ülkede milletimizin yüzlerce yıl inandığı, yaşadığı ve bir cihan devleti olmasını sağlayan inançları ile uğraşılmış, yok sayılmıştır.

İnancından dolayı insanların başını örttüğü başörtüsü ile uğraşılmış, bıraktığı sakalı ile uğraşılmıştır. Bu aziz milletin yüzyıllardır sahip olduğu inançlarına ve inandığı gibi yaşamasına müsaade edilmemiştir.

Fikir hürriyeti yok sayılmış, şu konulara inanabilir, fikir beyan edebilir zinhar bu konulara inanamaz fikir beyan edemezsiniz denilerek fikir hürriyeti elinden alınmıştır. Fikir hürriyeti, inanç ve inancını yaşama özgürlüğü yıllardır kanunlarımızca koruma altına alınmamış ve bu temel insani haklar suç sayılmıştır.

Milletimizin dini, inancı ve ibadetleri kısıtlanmış, dinini  öğrenme ve yaşama alanı Hükümetler tarafından daraltılmış ve kamusal her alandan bu inanış ve yaşayışları kovulmuş, dışlanmıştır.

Ayrıca yıllarca Hak Din nedir, nasıl yaşanır doğru bir biçimde anlatılmamış, öğretilmemiş ve anlatılmasına ve öğretilmesine müsaade edilmemiştir. Böyle olunca Hak Din anlatımı ve öğretimi yeraltına indirilmiş, iş bilir olmayan, Dini alanda en önemli olan icazet kültürü yok sayılarak ehil olmayan ve bir kısmı da art niyetli insan ve grupların eline teslim edilmiştir.

Durum bu hale gelince ve kontrol dışı, istikameti bozuk olan her türlü grup Hak Din anlatımı ve öğretimi alanında kendilerine açılan bu yeraltı alanlarında çoğalmış, İslam’ın içinde ve emirlerinde olmayan onlarca öğreti yıllarca gerçek İslam’dan mahrum bırakılmış saf, masum ve mazlum milletimizin beyinlerine zerk edilmiştir.

Ayrıca İslami eğitimde ehil olan insan ve grupların çalışmaları ve önü bu yapılar eliyle kesilmiştir. Gerçek yer değiştirmiş, Hak Din İslam emirleri değil, hurafeler anlatılır, kabul edilir olmuştur. Akıllar kiraya verilmiş, başkalarının akıllarıyla yaşanır olmuştur.

Yukarıda bahsettiğimiz yanlış uygulamalardan dolayı, FETÖ büyük ölçüde beslenmiştir. Böyle bir yapılanmadan da bozgunculuk çıktı. Böyle bir yapıdan terör çıktı. Böyle bir yapı eliyle hurafeler ve çarpık bir din anlayışı gerçek İslam zannedildi. Böyle bir yapı eliyle, “dinler arası diyalog” gibi kılıflar altında Hak Din İslam bozulmaya çalışıldı.

Bu durumun düzeltilememesinin yegâne sebebi kuralların ülkesi değil, kralların ülkesi oluşumuzdur. Adil, insan hak ve hürriyetlerine saygılı, çağı yakalayabilmiş Adil bir anayasamızın, üzerinde toplumca uzlaşılmış bir anayasamızın olmayışıdır.  

Her inanç sahibinin inancını yaşayabilmesine ve fikir hürriyetine olanak sağlayacak bir anayasa derhal yürürlüğe konulmalıdır. İnsanın, insanca yaşayabildiği, fikri hür vicdanı hür insanların olduğu hakça bir Anayasamızın olması kaçınılmazdır.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın sözlerine dönecek olursak; evet çok sayıda bürokrat ve siyasinin FETÖ denilen bu yapının büyümesinde, palazlanmasında ve hatta ülke insanına ve devlete darbe yapmasına katkısı vardır, katkıları olmuştur.

Rahmetli Erbakan Hocamız’dan başka neredeyse her siyasetçinin, her bürokrat ve yazar çizerin bu gruba desteği artık biliniyor. Ve itiraf ediliyor. Devletin her kurumuna, her siyasi yapıyla, her alanla alakalı ilişkiler ve durumlar tek tek ortaya dökülüyor.

Hal böyle iken kökü dışarıda, dalı burada olan bu yapı hakkında ülkenin siyasi, bürokrat ve münevverlerinin ortaklaşa söyledikleri bu durum önemlidir. Ancak bundan daha önemli olan bir durum daha vardır ki, bu itirafları ve Hakkı teslim edenlerin söylemediği şu durumdur:

O da inanç ve fikir özgürlüğünü koruyan hakkı üstün tutan, adil, milli ve sivil bir anayasadır. Rahmetli Erbakan Hocamız birçok gerçeği gördüğü için yıllardır her ortamda söylüyor ve millet adına talepte bulunuyordu.

Rahmetli Erbakan Hocamız’ın 42 yıllık siyasi hayatının yarısında siyasi yasaklı kalması, kurduğu beş partinin dördünün haksızca kapatılması bunun en büyük delilidir.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın, bürokrat, yazar ve gazetecilerin bu itiraflarından sonra yapılması gereken, derhal  yeni, milli, sivil ve en önemlisi “hakkı üstün tutan” bir Anayasa oluşturulmasıdır.

ADI NE OLURSA OLSUN TERÖR ÖRGÜTLERİNDEN KURTULMANIN YOLU MADDİ VE MANEVİ KALKINMA HAMLELERİNİ EN HIZLI ŞEKİLDE GERÇEKLEŞTİRMEKTİR. ADİL, HAKKI ÜSTÜN TUTAN BİR ANAYASANIN YÜRÜRLÜĞE GİRMESİDİR.  BUNUN GERÇEKLEŞTİRİLMESİNİN YOLU DA  MİLLİ GÖRÜŞ’TEN GEÇER.

“Milli Görüş Gömleği”nin çıkartılmasının neticelerini hem hükümet, hem de aziz milletimiz 15 Temmuz Darbe girişimi ile acıkça görmüştür. Hükümetin derhal yapması gereken şey ise yeni; adil, milli ve sivil bir anayasa yapmak ve tüm devlet yapılanmasını ve  kadrolarını  millileştirmek olmalıdır. Tarih sürecinde kendi milli yapılarını,  inşa ve muhafaza eden, milletler  ve devletler ayakta kalabilmişlerdir .

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 8. - 05.03.2020

İDLİP’TE YAŞANAN SON OLAYLAR
 
27 Şubat 2020 tarihinde Suriye’de gerçekleşen menfur saldırıda şehit olan askerlerimize Cenab-ı
Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve yaralı askerlerimize acil şifalar dileriz. Aziz Milletimizin başı
sağolsun. Acımız büyüktür, bu sebeple Cenab-ı Allah’tan tüm milletimize sabr-ı cemil niyaz ediyoruz.
Suriye’deki olayların bu noktaya gelmesinden büyük üzüntü duymaktayız. Halkları kardeş olan, ortak
inanç, kültür ve tarihe sahip olup, yüzlerce yıl aynı Devletin vatandaşı olarak yaşayan iki komşu ülkenin
Emperyalist güçlerin etkisiyle savaşın eşiğine gelmesi kabul edeceğimiz bir durum değildir. Böyle bir
savaş ne Türkiye’ye, ne Suriye’ye ne de bölgeye hiçbir fayda getirmez, sadece ‘Irkçı Emperyalist’ dış
güçlerin faydasına olur.
Bölgeyi emperyalist planları doğrultusunda bugünkü haline getiren, Suriye’deki terör unsurlarını eğiten,
donatan, ağır silahlarla teçhiz eden, bizi orada operasyon yapmak zorunda bırakan, perde arkasındaki
asıl düşmanlara odaklanmak ve bu mihrakların oyunlarını bozacak tedbirler almak mecburiyetindeyiz.
Söz konusu saldırıya gereken cevabın Türk Silahlı Kuvvetlerimiz tarafından verildiği yetkililerce ifade
edilmiştir.
Gelinen noktada Emperyalist güçlerin, odakların amaçlarına hizmet edecek adımlar atmak yerine,
mutlaka aklı selim’le hareket edilmeli, Suriye ile meselelerimizi barışcıl yollarla çözebilmek için her türlü
adım atılmalıdır.
Konunun çözümünde, başta D-8 Teşkilatı olmak üzere ilgili bütün uluslararası kurum ve kuruluşların
harekete geçirilmesi gerekmektedir.
 
ŞEHİTLERİMİZ YAŞARKEN SAHİP ÇIKALIM
 
Bugüne kadar verdiğimiz şehitlerin neredeyse tamamı dar gelirli ailelerin evlatlarıdır. Bu kardeşlerimiz
bu işi aş için, ekmek için meslek olarak seçiyorlar. Çünkü maddi sıkıntılar ve geçim derdi altında ezilen
ailelerden geliyorlar. Pek çoğu boğazına kadar borç batağına saplanmış durumdalar. Bu ülkede işsizlik,
maddi imkansızlık milyonlarca dar gelirli ailenin iflahını kesmiş durumda.
Hangi şehit evine gittiysek evin üzerinde şanlı bayrağımız asılı, ancak evin görüntüsü garipliğin ve
yoksulluğun aynası durumunda adeta. Şehitlerimiz doğduklarında gariban doğdular, büyürken gariban
ve yoksul büyüdüler ve hayatları boyunca sıkıntı çektiler.
Ve maalesef ki bir uzman erbaşın maaşı; zerre kadar hayatı tehlikesi olmayan, çoğunlukla son derece
rahat bir hayat yaşayan ‘Milletvekillerinin aldığı maaşının neredeyse 4’te 1’i kadar ... 
Bu kardeslerimiz bu vatan uğruna canlarını vermeye hazır olduklarını beyan ederek bu mesleğe
giriyorlar... 
Devletimizin görevi, en azından bu fedakarlığı takdir etmek ve bunun karşılığında devlet olarak da
fedakarlık yapmaktır.
Uzman Erbaş askerlerimizin maaşları en azından, hiçbir etkisi ve yetkisi kalmamış, parmak kaldır parmak
indirin dışında tüm yetkileri tırpanlanmış Milletvekillerimizin aldığı maaşın yarısı kadar olmalıdır.
Evet, kardeşlerimiz Şehit olduktan sonra devletimiz sahip çıkıyor. Ana babasına, eşine kardeşine vs.
Ancak bu, gençliğinin baharında toprağa düşen gencimizin ne işine yarar ??
ÖLÜM DEĞİL, FEDAKARLIK ÖDÜLLENDİRİLMELİ ...
VATANI VE MİLLETİ İÇİN CANINI ORTAYA KOYAN EVLATLARIMIZIN SADECE ŞEHİT OLUNCA DEĞIL,
YAŞARKEN DE KIYMETİ BİLİNMELİ.
ADETA CANLI KALKANIMIZ OLAN BU KARDEŞLERİMİZİN MAAŞLARI EN AZINDAN MİLLETVEKİLİ MAAŞININ
YARISI KADAR OLMALI. 
İmkansızlıktan, geçim derdinden, yoksulluktan, çaresizlikten, işsizlikten bu mesleği seçen, vatan için
canlarını ortaya koyan bu vatan evlatlarımıza daha müreffeh bir hayat yaşatalım ...
Yaşarken de, hayattayken de bu fedakarlığın faydasını görsünler, hem kendilerinin hem ailelerinin yüzü
gülsün.
ÇOK İYİ BİLİYORUM Kİ, HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ YİNE “YETERLİ KAYNAK YOK, NASIL VERELİM”
DİYECEKLER ...
NE ZAMAN “BU MİLLETE BİR FAYDA SAĞLANSIN” DESEK KARŞIMIZA ÇIKARDIKLARI BU BAHANE
KARŞISINDA BİZ DE DİYORUZ Kİ;
Etki ve yetki alanları adeta yok edilmiş Milletvekillerimizin sayısını yarıya indirelim, milletvekili danışman
sayısını azaltalım, milletin parasıyla binilen “2 trilyonluk” makam araçlarının yerine “1
trilyonluk” araçlar alalım, devlet kurumlarının kurum içi eğitimlerini “beş yıldızlı” oteller yerine kurum
tesislerinde yapalım,
VEYA HÜKÜMETİN SADECE 2 HAFTALIK FAİZ ÖDEMESİ KADAR PARAYI KURTARIP BURAYA AKTARALIM VE
DERHAL BU KAYNAĞI BULALIM; YETER Kİ BU KARDEŞLERİMİZİN YAŞARKEN YÜZÜ GÜLSÜN. 
VATANI İÇİN CANINI ORTAYA KOYAN BU YİĞİT İNSANLARA HİÇ OLMAZSA BU KADAR BİR FAYDAMIZ
OLSUN.
EVLATLARIMIZA SADECE ŞEHİT DÜŞÜNCE DEĞİL, HAYATTAYKEN SAHİP ÇIKALIM ve onlara daha mutlu,
daha müreffeh bir hayat sunalım. ..
 
BÖLGEMİZDEKİ MÜSLÜMAN ÜLKELERİN BİRLİĞİ TESİS EDİLMELİ
 
Genel Başkan Yardımcımız Doğan Bekin, “ABD ve Rusya başta olmak üzere Batı, Türkiye’yi
savaşa sürükleyip zayıflatma politikası uygulamaya çalışıyor. Bu oyunları bozabilecek kapasite
ve gücümüz var. Bunun için de İslam barışını yeniden ortaya koyarak küresel güçlerin
‘Büyük İsrail’ planını bertaraf etmeliyiz” dedi
Suriye’nin İdlib kentinde art arda yaşanan alçak saldırılardan sonra bölgedeki gelişmeleri Yeni
Akit’e değerlendiren merhum Necmettin Erbakan’ın dış ilişkiler çevirmeni ve Yeniden Refah
Partisi Genel Başkan Yardımcısı Doğan Bekin, “Bize ne Amerika’dan ne de Rusya’dan bir fayda
gelmeyeceğini hepimiz iyi biliyoruz. Dolayısıyla rahmetli Erbakan hocamız döneminde
imzalanan D-8 Organizasyonu’nun bir an önce aktif bir hale getirilmesi gerekmektedir” dedi.
Montrö’ye de Aykırı
Türkiye’nin bölgede iki hakkının doğduğunu belirten Bekin, şunları dile getirdi: “Birincisi Türk
ordusu direkt hedef alındığından BM’nin bölgeye müdahale etmesi gerekir. İkincisi ise ortada
Montrö Antlaşması’na aykırı bir uygulama var. Silah taşıyan Rus gemileri İstanbul ve Çanakkale
boğazlarından geçiyor. Bu silahlar Türkiye’ye karşı kullanılıyor. Bizler işin barışçıl yollarla
çözülmesinden yanayız. Çünkü ortaya çıkacak savaş, bölge ülkeleri için de büyük bir yıkım
olacaktır.”
ABD’nin birdenbire Türkiye hamiliğine soyunduğuna dikkat çeken Bekin, şu uyarılarda bulundu:
“Türkiye’yi bölmeyi amaçlayarak Kuzey Suriye’de tırlarla silah taşıyan ve yeni küçük site
devletleri oluşturmayı hedefleyen ABD’nin birdenbire Türkiye’nin hamiliğine soyunması
gerçekten dikkat çekicidir. ABD, 2001 yılında Ortadoğu’yu “Oded Yinon Planı” dahilinde
yeniden dizayn edebilmek amacıyla 30 yıldan fazla bir süredir ABD vatandaşı olan ‘Kadiri’
adında Suriye asıllı bir vatandaşını Suriye’ye göndererek orada Suriye Reformist Partisi’ni
kurdurdu. Kadiri, Suriye’de yapay bir parti oluşturduğu için başarılı olamadı. Bu sefer de ‘Arap
Baharı’ adı altında Suriye’nin iç dinamiklerini ayağa kaldırdılar. Atılan tüm bu adımlar
neticesinde Suriye şu anda 3 bölgeli 3 devletli bir bölünme aşamasına getirilmiş vaziyettedir.”
D-8 oluşumunu hatırlatan Doğan Bekin, şöyle devam etti:
D-8 İşlevsel Hale Getirilmeli
“Bölgede yaşanan gelişmeler bize bir kez daha kendi ayaklarımız üzerinde durma gerekliliğini
göstermiştir. Bize ne Amerika’dan ne de Rusya’dan bir fayda gelmeyeceğini hepimiz iyi
biliyoruz. Dolayısıyla Rahmetli Erbakan hocamız döneminde imzalanan D-8 Antlaşması’nın bir
an önce işlevsel bir hale getirilmesi gerekmektedir. Böylece bölgede sorun yaşandığı zaman
küresel güçler değil, D-8 üyesi ülkelerin söz hakkı olacaktır. Hükümetimizin bu gerekliliği de göz
önünde bulundurması gerekir. ABD ve Rusya başta olmak üzere Batı, Türkiye’yi savaşa
sürükleyip zayıflatma politikası uygulamayı amaçlıyor. Bu konuda uyanık olmamız gerekir.
Çünkü Erbakan hocamızın da ortaya koyduğu gibi eğer Türkiye ve İran gibi ülkeler gerekli
önlemleri almazsa Suriye ve Irak’tan sonra sıra İran ve Türkiye’ye gelecek. Bu oyunları
bozabilecek kapasite ve gücümüz var. Yeter ki vakit geçmeden diğer ülkelerle İslam barışını
yeniden ortaya koyalım ve küresel güçlerin ortaya koymak istedikleri “Oded Yinon Planı’nı”
bertaraf edelim.”
 
TÜRKİYE SİYASETİNDE Prof.Dr. NECMETTİN ERBAKAN (DR. IŞIL ARPACI)
 
Laik sistem içerisinde İslami siyaset yaparak, Türk siyasetinin en çarpıcı paradigmasını oluşturan
Necmettin Erbakan’ın siyasal yaşamı dört ana dönem içerisinde incelenebilir. İlk dönem, Necmettin 
Erbakan’ın bağımsızlar hareketi ile siyasal alanda görünürlük kazandığı 1969 yılından başlayıp MNP’nin
kapatılmasına kadar süren birinci dönemdir. İkinci dönem; MSP dönemini içine alarak 12 Eylül’e kadar
süren dönemdir. Üçüncü dönem Necmettin Erbakan’ın, 12 Eylül sonrasından diğer liderlerle birlikte
siyasal yasağının kalktığı 1987 yılından başlayıp RP iktidarını kapsayan ve 28 Şubat 1997’ye kadar süren
dönemdir. Dördüncü ve son dönem ise Necmettin Erbakan’ın 2003 yılındaki kısa istisna dışında 2011
yılında vefat etmesine kadar uzanan dönemdir. Birinci döneminin en önemli karakteristiği; Necmettin
Erbakan’ın siyasi söylemlerinin görece sertliği ve laiklik ile sermaye dağılımı üzerine biçimlenen eleştirel
niteliğidir. 2.dönemi ise Necmettin Erbakan’ın üç kez iktidar olduğu bir dönemi kapsamaktadır ve en
belirgin özelliği Necmettin Erbakan’ın düşüncelerini ilk kez Millî Görüş adı altında dile getirmeye
başlamasıdır. 3 döneminin en çarpıcı değişim ya da gelişimi, Necmettin Erbakan tarafından Millî
Görüş’ün sistematik hale getirilmesi ve Millî Görüş’ün kuracağı yeni dünyanın adı olarak Adil Düzen
projesinin kamuoyuna sunulmasıdır. 4 dönemi ise Millî Görüş’ün; kendine ait kavramları ve kurumları
olan, İslami zemine oturtulmuş, mücadele alanı Batıl ve onun temsilcisi ırkçı emperyalizm olarak
tanımlanan, ırkçı emperyalizmin kurduğu düzene eleştiri getiren ve bu eleştiri doğrultusunda sistem
önerisi oluşturan bir ideoloji durumuna gelmesiyle biçimlenmiştir. Dönemin en dikkat çekici söylemi ise
ayağımızın altından toprak kayıyor ifadesiyle, mevcut sisteme yöneltilen eleştiri olmuştur.
Siyasal örgüsünü, “Müslüman Hakk’ın hâkimiyeti için motor, şerrin yok olması için fren olma görevlisidir”
mottosu üzerine inşa eden Erbakan’ın siyasal kuramı, Hak- Batıl mücadelesi ve millilik olmak üzere iki
ana aksiyomdan oluşur.
Necmettin Erbakan’a göre; insanlık tarihi bir bakıma Hak ve Kuvvet merkezli anlayışlar arasındaki
mücadele tarihidir. İnsanlık tarihinde doğru hak anlayışının egemen olduğu dönemlerde barış hâkim
olmuş, yanlış hak anlayışının hâkim olduğu dönemlerde ise insanlara zulmedilmiş; savaşlar ve çatışmalar
devam etmiştir. Bu nedenle doğru hak anlayışının olduğu dönemlere “hakkın üstün olduğu dönemler”,
yanlış hak anlayışının hâkim olduğu dönemlere ise “kuvveti üstün tutan zihniyetlerin hâkim olduğu
dönemler” denilmektedir. Hak-Batıl mücadelesi kapsamında günümüzün kuvveti üstün tutan zihniyetinin
temeli siyasal Siyonizme dayanmaktadır. Siyonizm ya da Erbakan’ın daha yeni kavramsallaştırması ile
ırkçı emperyalizm tarafından yapılandırılan günümüzün Batıl düzeni, son olarak İslamiyet ile inşa edilen
Hakka dayalı sistemi yok etmek istemektedir. Zira İslam, temelde hakkı üstün tutan bir din olduğundan,
sömürüye müsaade etmediğinden ve herkesin hakkının kendisine verilmesini istediğinden emperyalizm
ve Siyonizm, Müslümanlığı kendisine engel kabul etmektedir (Erbakan, 1991a, 181). Hak-Batıl
mücadelesi kapsamında Erbakan’ın başvurduğu en önemli araç ise cihad olarak değerlendirilebilir.
Necmettin Erbakan’a (2010) göre de cihad, “(…) bütün insanların saadeti için yeryüzünde Hakkın hâkim
olması için bir disiplinli topluluk halinde bütün gücüyle çalışmak demektir.
Bunu yapmak aynen namaz kılmak gibi bir Müslüman için bir vecibedir”. “Namaz dinin direği cihad ise
zirvesidir. Biz siyaset değil cihad yapıyoruz.” (www.ntvmsnbc.com, 2011) sözleriyle, siyaseti
araçsallaştırarak cihadın özü olarak sunan Necmettin Erbakan’ın cihad savunusu, VII. yy cihadının
öğretici, teşvik edici, daha yüksek dindarlığa ulaşmak için bireysel yükümlülük tanımlayıcı ve cihadı
kolektif İslami yükümlülük olarak gören niteliklerini barındırır.
Necmettin Erbakan’ın ikinci aksiyomu olan milliliği; birbiriyle bağlantılı iki boyutta anlamlandırmak
mümkündür. İlk olarak; İslam Birleşmiş Milletleri, İslam Ortak Pazarı, İslam Ortak Para Birimi, İslam Ortak
Kültür Birliği, İslam Savunma Gücü ve İslam Birliği kurulması Necmettin Erbakan’ın İslami terminoloji
bağlamındaki millet kavramına güçlü bir vurgu içerir. Necmettin Erbakan’ın bu anlamdaki millilik anlayışı,
en açık biçimde tarihi bir övünç kaynağı kabul ederek kitlelere özgüven aşılama yaklaşımında kendini
gösterir. Necmettin Erbakan’ın Arap, Fars, Türk gibi etnik bir ayrıştırma yapmaksızın dünya tarihi içinde
Müslümanlara ayırdığı bu ayrıcalıklı yer, açık biçimde İslami millet kavramına yüklediği anlamı ortaya
koyar. Bununla birlikte; Necmettin Erbakan’ın millilik kavramını özgünleştiren, “İslam milleti” içerisinde
Türkiye’ye yaptığı özel vurgudur. Genel olarak değerlendirildiğinde; Necmettin Erbakan’ın milliliğe
yüklediği anlam, ilk olarak Müslümanların tümüne ait İslam dini ve kültürünü, ikinci olarak da dini açıdan
Müslümanlığı, tarihsel olarak da Selçuklu ve Osmanlı mirasının bileşimini içerir ve Necmettin Erbakan’ın
milli ve millilik kavramlarının özgünlüğü de bu noktada ortaya çıkar. Zira Erbakan’ın milliliği, açık biçimde
Türkiye’nin liderliği, bağımsızlığı ve yerliciliği üzerine kurulur.
Türk Siyasal yaşamında Necmettin Erbakan’ın gerçekleştirdiği değişim alanları; altı ana başlıkta
toplanabilir. İlk olarak Erbakan’ın devlet felsefesinde oluşturduğu katkı bağlamında; laiklik anlayışının
yeniden sorgulanmasını sağlamış, siyasal yapılanmayı yeniden tartışmaya açmış, terör sorununa
yaklaşımı biçimine yeni bir açılım sağlamış, garson devlet ve şahsiyetli dış politika yaklaşımlarını
gündeme almıştır. Siyasal alanda; İslam referanslı bir ideoloji ve teşkilat oluşturarak onu iktidara
taşıyabilmiş ve devamlılığını sağlayabilmiş, devlet yönetimine alınmış dini yaşamı özgürleştirerek siyasal
alana aktarmış, İslami yaşam ve siyaset biçimini görünür kılmış ve son olarak İslami kesimlerin devlet ve
iktidara bakışını değiştirmiştir. Dış politika alanında; Şahsiyetli Dış Politika yaklaşımını geliştirmiş, Osmanlı
Devletinin mirasına sahip çıkmış, adaletsizlik ve sömürüye karşı durmuş, Türkiye’yi lider ülke yapma ve
İslam Birliği hedeflerini benimsemiş, Türkiye ve İslam dünyasının çıkarlarını merkeze almış ve dış
politikayı manevi değerlere dayandırmıştır. Beşinci olarak Erbakan evrensel sistemi yeni; ırkçı
emperyalizm ve demokratur kavramlarıyla yeniden sorgulamaya açmıştır.
 
EVSİZLER VE SOKAKTA YAŞAYAN İNSANLAR
 
Türkiye’de de bir sorun olarak karşımıza çıkan evsizlik sorunu büyük oranda, göç alan Ankara,
İzmir ve İstanbul gibi metropol şehirlerde görülmektedir.
Temelde “evi veya ikametgâhı olmayan” bireyleri tanımlamak için kullanılmasına karşın evsiz
kavramının tek bir tanımlamaya sığdırılması mümkün değildir. Evsizlik, bu anlamda birçok
çeşide ulaşmıştır.
Evsizlik sorununun sebeplerinin oluşmasında Sosyal Adaletin ve Toplumsal Dengenin
sağlanamaması en önemli etkendir. Yırtıcı hayvanların aç kalmamaları için dahi vakıf kurup kış
günü onlara karnını doyuracak et bıraktıran bir toplumdan evsiz olanların gün gün çoğaldığı bir
toplum olduk.
Ayrıca araştırmalar gösteriyor ki evsiz bireyler arasında uyuşturucu kullanımı, madde bağımlılığı
ve akıl sağlığı bozukluğu oranının yüksektir. Akıl sağlığı sorunları, uyuşturucu ve alkol
bağımlılığı evsizliğin hem nedeni hem de sonucu olarak görülüyor.
1997-2006 yılları arasında Ankara’da ölen 127 evsiz bedeni üzerinde yapılan otopsi sonuçlarını
inceleyen araştırmalarda, otopsi sonuçlarının ölümlerin %55,11’inin doğal olmayan nedenlere
bağlı gerçekleştiğini ve bedenlerin %67,71’inin genel vücut hijyenin bozuk olduğunu ortaya
koyduğu görülmektedir.
Evsizlik sorununun akıl sağlığındaki sorunlar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi bireye özgü
nedenlere dayalı olarak ortaya çıkmakla beraber ekonomik sıkıntılar, kronik işsizlik, kentsel
yoksulluk, göç ve dışlanma gibi bireyin dışında gelişen yapısal ve makro boyuttaki sorunların
neticesinde de ortaya çıktığı da biliniyor.
Ülkemizde evsizlik sorununun tamamına yakını ülkenin batı kesiminde olan ve yoğun olarak göç
alan yüksek kentleşme olan İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa şehirlerinde bulunmaktadır.
Evsizlik sorunu, 1980 sonrası vahşi kapitalist ekonomi politikalarına ve 1990’lı yıllarda yine
Siyonizm’in “Büyük İsrail” projesi için oluşturulan terör sorununa dayalı olarak büyük bir hız
kazanan köyden kente göçlere bağlı olarak artış göstermiştir. Köyden kente göçler sebebiyle
kentsel yoksulluk derinleşmiş, çarpık kentleşme, konut problemi, kronik işsizlik, gelir
yetersizliği, sosyal güvenceden yararlanamama evsiz sorununun artışında belirleyici olmuştur.
Sonuç ve Öneriler
Ecdadımız hakim olduğu toprakları asırlar boyunca adil bir sosyal ve ekonomik düzenle
yönetmiştir. Aynı çizgide yürüyen Milli Görüş de siyasal hayatta var olduğu günden beri tüm
insanlığın Refahı ve huzuru için Hakkı üstün tutan bir medeniyet tasavvuru sunmuştur.
Paylaşımda adaleti, gelir ve servet dağılımında adaleti savunmuştur.
Erbakan Hocamız Başbakan olduğu zaman ilk hizmeti, aç ve açıkta hiçbir insan kalmayacak
şeklindeki talimatını içeren genelgesi olmuştur. Bu sayede Fakir Fukara Fonu, amacına uygun
kullanılmıştır. Bu fon sayesinde binlerce insana yardım edilmiş ve gelecekte kurulacak olan
yardım kuruluşlarının temelini oluşturmuştur.
Yine aynı dönemde Merhum Erbakan Hocamız Milli Görüş zihniyetiyle “Önce Millet” diyerek,
işçi-memur-emeklinin ve aynı zamanda çiftçi-köylünün gelirlerini rekor seviyede artırmış ve
böylelikle geniş halk kesimlerinin refah seviyesini artırarak bütün bir ekonomik hayatı
canlandırmıştır.
Sosyal Adaletin ve Toplumsal Dengenin sağlanması, Maddi ve manevi kalkınmanın
gerçekleştirilmesi ve Adil bir gelir dağılımının oluşturulması tüm insanlığın doğrudan talep ettiği
haklardır. Bu doğuştan gelen haklar ancak Hakkı üstün tutan bir anlayış ile yani Milli Görüş ile
gerçekleştirilebilir. Bu gerçeğin en önemli delili 54 Hükümet’te gerçekleştirilen Milli Görüş
uygulamalarıdır.

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 9. - 09.03.2020

YUNANİSTAN’IN GÖÇMENLERE KARŞI TAVRI
 
Yunan askerlerinin ülkemizden ayrılıp Avrupa’ya gitmek üzere Yunanistan sınırını geçmek
isteyen göçmenlere, kadın-çocuk-yaşlı demeden kurşun sıkması, gaz bombaları atması,
kaynar su püskürtmesi, Yunan Sahil Güvenlik güçlerinin Ege Denizi’ni geçmeye çalışan
masum insanların botlarını patlatarak denizin ortasında ölüme terk etmesi, Milli Görüş olarak
50 yıldır ifade ettiğimiz gerçeklerin bir kez daha apaçık şekilde ortaya çıkmasıdır.
Bu sergilenen zalimlik, acımasızlık, insanlık dışı uygulama Avrupa’nın gerçek yüzünün,
yanlış hak anlayışının, çifte standartçı zihniyetinin tüm dünya tarafından görülmesini
sağlamıştır.
Göçmenlere reva gördükleri bu tutum, geçmişi zulüm, sömürü, haksızlık, kan ve gözyaşı
sabıkalarıyla dolu olan Avrupa ülkelerinin, her ne kadar tüm dünyaya demokrasi, insan
hakları, medeniyet dersleri vermeye kalksalar da, bugün de geçmişlerinden farksız olduklarını
açıkça göstermektedir.
Geçmişte İngiltere’nin Hindistan ve pek çok Afrika ülkesinde, Fransa’nın özellikle Cezayir ve
çok sayıda diğer Afrika ülkesinde, Belçika’nın Kongo’da, İtalya’nın Libya’da, İspanya’nın
Güney Amerika ülkelerinde uyguladığı zulüm, yağmacılık ve sömürünün kaynağı olan
zihniyetlerinde bir değişiklik olmadığını bir kez daha sergilemiş oldular.
Bütün bu olaylar Türkiye olarak bizim, Batı’nın, AB’nin, ABD’nin, G-20’nin ve temelde
kuvveti üstün tutan birkaç güçlü ülkenin hakim olduğu BM’in peşinden koşarak bir yere
varamayacağımızı, bu sayılanların hiçbirinin Türkiye’nin ve İslam Alemi’nin menfaatini
gözetmeyeceğini, bunlardan bize bir hayır gelmeyeceğini göstermektedir.
Milli Görüş olarak 50 seneden beri söylediğimiz gibi Türkiye’nin yapması gereken; zulüm,
sömürü, çifte standart sabıkalarının dosyası bu denli kabarık olan ve maalesef gerçekte bizim
dostumuz olmayan Batı Dünyası yerine tarihi, kültürü, dini ortak olan İslam Alemi’ne yüzünü
dönmesi, D-8 Organizasyonu’nu etkili ve doğru biçimde çalıştırması, D-60 Hedefine
ulaşılması için gereken adımları atmasıdır.
 
 
6 Milyondan Fazla Genç İşsiz
 
Ülkemizde “üniversite mezunu işsizler” 15 yılda 13 kat arttı.
Her 3 üniversite mezunundan 1 tanesinin işsiz olduğu Türkiye'de gençler artık çözümü
yurtdışına gitmekte arıyor. 
İŞKUR verilerine göre, 2004 yılında 97 bin 545 olan “üniversite mezunu işsiz” sayısı
2019 yılında 1 milyon 340 bine ulaştı. Buna göre üniversite mezunu işsiz sayısı son 15
yılda 13 kat artış gösterdi.
Bu sayı nüfus artışı, üniversite mezunu artışı ve iş alanlarının daralmasıyla birlikte katlanarak
hızla yükseliyor.
Bu veriler, üniversite eğitiminin “işsizliği azaltmadığını, sadece ertelediğini” ortaya koydu.
Eğer bir ülkede iktidar, 18 senede bir tane üretime-istihdama yönelik tesis kurmazsa, devlete
ait sanayi tesislerini de satıp yok ederse,
Ayrıca özel sektörü de yüksek faiz oranları, acımasız vergiler, fahiş enerji fiyatları ve
fakirleşen halk nedeniyle alım gücünün sıfıra düştüğü piyasa yüzünden, bırakın istihdam
sağlamayı, ayakta duramayacak hale getirirse, OLACAĞI İŞTE BUDUR …
DİĞER TARAFTAN;
2002’de 7.5 milyon kişi tarım kesiminde faaliyet gösterirken bu sayı 2018’de 4.9
milyona düştü. Genel nüfus artışına karşın, her yıl ortalama 150 bin kişi tarımdan,
topraktan kopuyor. Kentlere göç eden bu büyük kitle işsizler ordusunu her geçen gün
daha da artırıyor.
PEKİ BU NEDEN OLUYOR ?
Tarım üretimine konulan haksız kotalar, oransal olarak dünyanın en pahalı mazot
fiyatı, fahiş gübre ve tarım ilacı fiyatları ve düşük taban fiyatları nedeniyle, çiftçilikle-
tarımla geçinen insanlarımızın ayakta duramayacak hale getirilmesinden dolayı.
VE ACI GERÇEK ŞU Kİ; ülkemizde toprağı-köy yaşamını terk edenlerin başında
gençler geliyor.
Gençlerimizin terk ettiği yaşam alanlarımızın ayakta kalması, o alanlarda yaşamın
sürdürülebilmesi, BİR GELECEĞİN OLMASI asla mümkün değildir.
10 yıl öncesine kadar çiftçilik yapanların yaş ortalaması 35-40 idi. SGK ve Türkiye İstatistik
Kurumu verilerine göre Türkiye’de çiftçilerin yaş ortalaması 50’yi geçti.
Daha yaşanabilir, daha müreffeh bir köy hayatı sunulmadığı taktirde ülkemizdeki çiftçilik kan
kaybetmeye devam edecek ve ekip biçecek insan gücünü dahi ithal etmek durumunda
kalacağız.
Türkiye’de 15-29 yaş aralığında yaklaşık 20 milyon insan yaşıyor. Bunlardan takriben
5.5 milyonu öğrenci, 6 milyona yakını çalışıyor, 2.5 milyonu hem çalışıyor hem
okuyor, 
Fakat bu gençlerimizin 6 milyonu ise ne çalışıyor ne de okuyor …!!
Bu 6 milyon gencimiz adeta “kayıp nesil” olarak yetişiyor.
Söz konusu kayıp gençlerin önemli bir bölümü iş bulma umudunu yitirdiği için veya da “bu
piyasa şartlarında bu düzeydeki maaşlarla çalışarak aç kalacağıma, çalışmadan aç kalırım
daha iyi” diye düşündüğünden dolayı iş aramayı da bırakmış durumda.
Daha vahim ve ülkemizin geleceği açısından endişe verici olanı ise; 18-30 yaş arasındaki
gençlerle yapılan kamuoyu araştırmalarında, “Yurtdışında yaşamak ister misiniz ?”
sorusuna “evet” yanıtı verenlerin oranı yüzde 70’leri buluyor.
Bu ülkenin evlatları, gençlerimiz, Türkiye’de yaşam kalitesi düştüğü için ve maalesef bu
ülkede kendileri için bir gelecek göremediklerinden dolayı yurtdışına gidip orada yaşamak istediklerini beyan ediyorlar.
Herhangi bir gelişmiş ülkede bu gibi bir tablo ile karşılaşılsa, kendi evlatlarına dahi güven
veremeyen, iş ve aş imkanı sağlayamayan ülke yönetimindeki insanlar derhal istifa eder,
gençliğe ve gelecek nesillere daha yaşanabilir, daha müreffeh bir ülkeyi oluşturacak genç
idarecilere yetki ve sorumluğu devrederler.
İŞTE BU NOKTADA DİYORUZ Kİ;
İşler daha kötüye gitmeden, gençlerimizin umudunu daha fazla kırmadan, diplomalı ve
diplomasız işsiziler ordusu daha fazla büyümeden, Milli Görüş zihniyetinin temsilcisi,
gençliğin adresi, Ömerler ocağı, Yeniden Refah Partisi’ne emaneti teslim etme zamanı gelmiştir.
Yerinde ve yerelde kalkınma projelerimizle her genç kardeşimizi yaşadığı topraklarda iş ve aş
sahibi yapacağız, tüm Eğitimli gençlerimizi yurt çapında başlatacağımız “üretime yönelik”
yatırım ve kalkınma projelerimizde istihdam edeceğiz.
Ülke genelinde başlatacağımız topyekun üretim-istihdam ve ihracat hamlesiyle, kendi
ülkemizde, kendi imkanlarımızla, kendi kadrolarımızla üretebileceğimiz milyarlarca dolar
değerindeki ürünleri ithal etmek yerine, ÜLKEMİZDE ÜRETECEĞİZ.
Bizim gençlerimiz kapısına gelen kadın ve çocuklara dahi kurşun sıkan Avrupa ülkelerinden
medet ummayacak ...
BİZ KENDİ İNSANIMIZA, KENDİ ÜLKEMİZDE İŞ VE AŞ FIRSATI SUNACAĞIZ.
Aziz milletimizin desteğiyle, Yeniden Refah’la, “taşı sıkıp suyunu çıkaran aslımıza”
döneceğiz ...!!
 
İDLİP
 
Türkiye-Rusya Federasyonu arasında 22 Ekim 2019 tarihinde imzalanan Soçi Mutabakat
Muhtırası’na göre, Münbiç ve Tel Rıfat’tan bütün YPG unsurları silahlarıyla birlikte
çıkarılacak, mültecilerin güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerinin kolaylaştırılması
amacıyla ortak çalışma yapılacak idi.
Rusya, söz konusu muhtıranın aksine hareket ederek muhalif güçlerin elindeki İdlip’teki
çemberi iyice daraltmak ve Türkiye’nin Suriye’deki gücünü de zayıflatmak maksadıyla Esed
güçlerinin bu bölgeye saldırarak alan kazanmasına sesiz kaldı.
Rus yetkililerin, “Türk askerleri olmaması gereken yerdeydi, biz o bölgelerde teröristleri
vuruyorduk” ifadesi, Rusya’nın Baylun köyünde meydana gelen ve 36 şehit verdiğimiz
saldırıdan birinci derecede sorumlu olduğunu ortaya koymuş oldu.
Türkiye’yi Suriye politikasında köşeye sıkıştırmaya yönelik olan bu vahim gelişmeler
Suriye’deki durumun hiç kimsenin istemediği bir yöne doğru sürüklenmekte olduğunu açıkça
ortaya koymaktadır.
ABD’nin Suriye politikasında omurgasını PYD’nin oluşturduğu SDG ile işbirliği yoluna
giderek Türkiye’ye karşı yeni bir güç unsuru oluşturmaya çalışması karşısında Sayın Erdoğan,
Rusya ile Suriye’de, “ karşı karşıya olmaktansa birlikte hareket etmek daha sağlıklıdır”
mantığıyla birçok alanda işbirliğine gitmeyi yeğledi. İdlip’te Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı
acı tablo Rusya ile oluşturulmaya çalışılan yakın işbirliğinin yeniden gözden geçirilmesini
lüzumlu kılmıştır.
Özellikle Rusya’nın da Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yakın temasa girmesi ve daha da
ileriye giderek PYD’nin ana gövdesini oluşturan SDG’nin siyasi kanadını oluşturan Suriye
Demokratik Meclisi’ni (SDM) Birleşmiş Milletlerin 2254 sayılı kararına göre oluşturulan
Anayasa Komitesi’ne dâhil etme çabaları Türkiye’ye karşı olumsuz bir siyasi hareket olarak
değerlendirilebilir. Rusya, bununla da kalmayıp, Türkiye’yi Suriye’de oyun dışına itmeye
yönelik hamleler olarak BAE, Suudi Arabistan, Mısır ve Halife Haftar ile yakın ilişkiler
ortaya koymaktadır.
Hem ABD, hem de Rusya ve İsrail Suriye’de hedeflerini gerçekleştirebilmek için
uyguladıkları ayrıştırma ve zayıflatma politikalarının bir benzeri olarak, Türkiye - İran,
Türkiye - Irak’ı karşı karşıya getirerek bölgede mezhepsel ve etnik ayrıştırmalarını
derinleştirmeye çalışmaktadırlar.
Ne ABD, ne de Rusya bölgede Türkiye’nin güvenliğini ve çıkarlarını öncelememektedir.
Özellikle ABD için asıl olan, öteden beri ifade ettiğimiz gibi İsrail’in güvenliği ve çıkarlarıdır.
Yeniden Refah Partisi olarak diyoruz ki, Suriye’nin sorunlarının çözümünde emperyalist
güçler değil, Türkiye, Suriye ve bölge ülkeleri rol oynamalıdır. Bölgede yıllardır Büyük İsrail
hedefi peşinde olan ABD’nin Suriye konusunda devre dışı bırakılması son derece önemlidir.
Suriye’nin toprak bütünlüğünün mutlaka korunması, Suriye’de tüm tarafların temsil edildiği
bir yönetimin oluşturulması, devlet otoritesinin yeniden sağlanması ve kalıcı barışın bir an
önce tesis edilmesi gerekmektedir.
 
TÜRKİYE’DE OBEZİTE ÖNLENMELİDİR
 
Çağımızda öyle bir şey var ki insanlarca kıymeti bilinmiyor, devletçe yüksek önlem alınarak
insanın başına gelmemesi için çaba sarf edilmiyor. Yoklukları hissedilene kadar ne
insanlarca ne de devletçe sahip çıkılmıyor. O durum da insan sağlığıdır.
Son istatistikler, tıp doktorlarının, bilim adamlarının açıklamaları gösteriyor ki sağlıklı bir
vücut sahibi olabilmek milletçe hasret kalacağımız bir durum olmaya doğru ilerlemektedir.
Son 40 yılda istatistiklere bakıldığında Türkiye'de şişmanlık ve obezite oranında büyük bir
artış olduğu görülmektedir.
Modern tıp, şişmanlık ve obeziteyi, vücutta sağlığı olumsuz etkileyebilecek düzeyde fazla
yağ birikmesi olarak tanımlıyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, Türkiye’de 2016 yılı
verilerine göre kadınların yüzde 39,2'sinin erkeklerin ise yüzde 24’ünün obez grubunda
olduğu tespit edilmiştir.
Bu konuda ülkemizin hem aile hem eğitim kurumları konusunda noksanları olduğunu
üzülerek görmekteyiz. 2005 yılında en fazla ölüme ve sakatlığa yol açan risk faktörlerinin
başında tütün ürünleri gelmekteydi. Ancak 2016 yılı verileri dikkate alındığında bu
durumun değiştiğini ve bu risk faktörlerinin başında obezitenin ilk sırayı aldığını
görmekteyiz.
İnsan sağlığının en önemsenmesi gereken, en dikkat edilmesi gereken konulardan olduğu
biliniyor. Çocukluktan başlayarak tüm insanlara sağlıklı bir vücut sahibi olunmasının
gerekliliği hem aileler hem de kamu kurumları aracılığıyla devlet gözetiminde öğretilmesi
gerekmektedir.
Veriler gösteriyor ki ülkemizdeki obezite oranları Amerika’daki istatistiklerle yarışıyor. Bu
gidişle belki de dünyadaki en obez ülke durumuna düşmemiz kaçınılmazdır.
Bir insan yeme içme vasıtasıyla harcadığı kaloriden daha fazla kalori alırsa obez olabilir.
Fazla yağ içeren enerji yoğun kapitalist yemek türü gıdaların tüketiminin artması, hareket
gerektirmeyen işlerin çoğalması, ulaşımdaki değişim ve kolaylık ve çarpık kentleşmenin
artması yeşil alanların azalması sebebiyle fiziksel aktivitede azalma olmuştur.
Obez olduktan sonra da inme, felç, diyabet, kas-iskelet hastalıkları ve bazı kanser türlerinin
insanlarda ortaya çıkma risklerinin arttığı görülmektedir.
Devletin sağlık sistemindeki öncelikli görevinin hastalıkları tedavi etme değil hastalıkları
önleme olduğu bilinmelidir. Bundan dolayı hem sağlık sisteminin hem de beraberinde
eğitim sisteminin yeni baştan dönüştürülmesi gerekmektedir.
Bu dönüşümü sağlamak için “Önce İnsan” diyen, inanan, hedefleri olan bir iktidar
ufuktadır. O da Millî Görüştür. Yeniden refah Partisi’dir.
Obezitenin engellenmesi, gerekli önlemlerin erken alınması ve bunların bir yaşam şekli
biçiminde tüm çocukluk ve ilk gençlik yılları boyunca titizlikle sürdürülmesi ile
mümkündür.
Eldeki veriler, obeziteyi engellemede kritik dönemlerin anne karnında geçen süre ile
doğumdan sonraki ilk aylar olduğuna işaret etmektedir. Hedef kitle öncelikle çocuk
doğurma yaşındaki kadınlar olmalı, bu kadınların sağlıklı kiloda ve aktif bir hayat
sürdürürken tütün ürünlerinden uzak durmaları sağlanmalı ve bebeklerini uzun süre sadece
anne sütüyle beslemeleri teşvik edilmelidir.
Çocuklarda obezitenin engellenebilmesi ancak ebeveynin bilinçli ve aktif katılımıyla
gerçekleşebilir. Anne-babaların hem çeşitli yiyecek gruplarını çocuklarına sunarak, hem de
çocuklarının ev içinde ve dışında fiziksel olarak aktif olmalarına olanak vererek sedanter
(sersem ya da tembel) olmayan bir yaşam için model oluşturmaları şarttır.
Çocuklarımıza, ana sınıfından ortaokul son sınıfına kadar sağlıklı beslenme dersi
verilmelidir. Okul kantinlerinde obezlik sebebi yiyecekleri yasaklayıp okul dışında zararlı
bu yiyecekleri çocuklarımız yiyorsa yapılan bu çalışmalar asla başarılı olamaz. Yapılan bu
okul kantin düzenleme çalışmaları “çocuklarımız okul kantininde alıp yemesin de nerede
yerse yesin” anlamına gelmektedir. Ayrıca cips, kola gibi yiyeceklerin içeceklerin üzerine
sigaradaki gibi sağlığa zararları ve aynı şekilde çikolata, şeker gibi yiyeceklerin üzerine
“fazlası çocuklara zararlıdır” uyarı yazıları konulursa başarı daha fazla olacaktır.
Ve şu ilahi öğüt mutlaka toplumumuzda hakim kılınmalıdır: “Doymadan sofradan kalkın,
öğünleriniz iki olsun, midenin üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de hava için
ayırın.”
Yeniden Refah iktidarında sağlıklı beslenme alışkanlığı konusunda eğitim kreşten itibaren
başlayacak, gıda güvenliği (halkımıza kanserojen ve diğer sağlığa zararlı katkı
maddelerinden arındırılmış, ve aynı zamanda helal gıdanın sağlanması) tam manasıyla
sağlanacak, sağlıklı beslenen bir toplum hedefine ulaşılması devletin en önemli
önceliklerinden olacak.

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 10 - 19.03.2020

Herşeyden önce tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de etkisini gösteren Coronavirüs salgını nedeniyle vefat eden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum, kederli ailesine ve yakınlarına da başsağlığı diliyoruz.  Ülkemizde ve dünyada Coronavirüs sebebiyle hastalanan tüm hastalara acil şifalar diliyoruz.

Cenabı Allah  milletimizi ve tüm insanlığı bu felaketten bir an evvel kurtarsın inşallah.

Türkiye’de başta  Sağlık Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı olmak üzere,  tüm devlet kurumları başından itibaren süreci titizlikle takip ediyorlar ve gerekli tedbirleri alıyorlar.

Bu nedenle özellikle Sağlık Bakanlığımızı, toplum sağlığı konusundaki hassasiyetinden ve soğukkanlı ancak tedbirli yaklaşımından dolayı tebrik ediyoruz. Sağlık Bakanlığımıza ve tüm sağlık personelimize bu çok önemli mücadelede Cenabı Allah’dan yardım diliyoruz.

 

Bununla birlikte tüm dünyada bu virüsten etkilenen ülkelerde çalışma iki koldan yürütülüyor, iki alanda tedbirler alınıyor;

1)    İnsan hayatının kurtarılması, toplum sağlığının korunması

2)    Hayatta kalan geniş halk kesiminin bu krizin ekonomik sonuçlarından olumsuz şekilde etkilenmemesi için alınan tedbirler

Her iki alandaki tedbirler de öncelikle devletler tarafından alınıyor. Devletler hem vatandaşının sağlığını korumak, hem de  sağlık tedbirleri nedeniyle ortaya çıkan sonuçlar sebebiyle halkın ekonomik açıdan mağdur olmaması için mücadele veriyor.

Bizim ülkemizde “Coronavirüs krizi” zaten uzun zamandır piyasaları, toplumu en ağır şekilde etkileyen “Ekonomik Kriz”in üstüne gelmiş durumdadır. 

Konkordatoların, karşılıksız çeklerin, icra-iflas dsoyalarının tavan yaptığı, diplomalı işsizler ordumuzun 1,3 milyon kişiyle silahlı kuvvetler ordumuzun neredeyse 3 misline çıktığı ülkemizde bir de bunların üstüne Coronavirüs kriziyle karşı karşıya kaldık.

Dolayısıyla şu anda bizim durumumuz diğer pekçok ülkeden daha da sıkıntılıdır.

Bu nedenle Türkiye’de Hükümet’in toplum sağlığı  alanındaki etkili ve titiz mücadelesinin yanında, virüsün yol açtığı kriz sebebiyle ekonomik sıkıntısı daha da artan  vatandaşlarımıza, çalışan kesime ve işverenlerimize de çok güçlü “Ekonomik Destek Paketleri” ile en etkili şekilde destek olması da çok önemli bir zarurettir.

Ancak Hükümet tarafından hazırlanan ve toplam hacmi ‘16 milyar $’ seviyesinde olan  “Ekonomik Destek Paketi” maalesef ki,  son derece bunalmış durumda olan ülkemizde beklentileri karşılamaktan çok uzak kalmıştır …  Ülke olarak yaşadığımız ekonomik kayıpların ve sıkıntının yanında açıklanan bu paket adeta “devede kulak” mertebesinde  kalmıştır …

Açıklanan destek paketi,  83 milyon nüfusa sahip ülkemiz için bir başlangıç paketi, bir ilk adım paketi olabilir ama, nüfusumuza ve ekonomik anlamda içinde bulunduğumuz şartlara bakıldığında, çok eksik bir destektir. 

ABD Başkanı Trump, tam “1 Trilyon $’lık devlet desteğinde bulunulacağını açıklarken, vatandaş başına 1000 $ devlet desteği verileceğini  ifade  ederken,

Almanya Hükümeti, “550 milyar euro” hacminde destek paketi açıklarken,

Konya kadar büyüklüğü olan, 17 milyon nüfuslu Hollanda’da Hükümet “100 milyar euro”luk destekte bulunacağını ilan ederken,

Hollanda’nın toprak olarak 20 katı büyüklüğünde, nüfus olarak da 5 katı büyüklüğünde olan ülkemizde  Hükümet’in açıkladığı “16 milyar $”lık destek paketi, oluşan beklentinin ve felaketin boyutlarının çok altında kalmış durumdadır.

Türkiye’de  turizm sektörünün  geçen sezon elde ettiği gelirin “35 milyar $” seviyesinde  olduğunu  göz önünde bulundurursak, Hükümetin açıkladığı bu destek paketinin sadece turizm sektörünün bile kayıplarını karşılamaya yetmeyeceğini açıkça görmüş oluruz.

Uzun lafın kısası bu açıklanan paket ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktır.

Bu sebeple, Yeniden Refah Partisi olarak;

Hükümet’in açıkladığı bu ekonomik destek paketinin tekrar gözden geçirilip, revize edilmesi veya ilave paketler açıklanması gerektiğini, ve böylelikle vatandaşlarımıza, çalışan kesime ve işverenlerimize en azından “100 milyar $” hacminde bir desteğin sağlanması gerektiğini ifade ediyoruz.

Devletimiz bu şekilde “Gerçek Destek” adımlarını  atarsa, virüs krizinin ülkemiz üzerindeki olumsuz etkileriyle çok daha etkili bir mücadele yapılmış olur.

 

SAYIN CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN ; CONSTANTINOPLE VE AYASOFYA VURGUSU

Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde Cuma namazını eda etmekte olan 49 Müslümanı hunharca öldüren Tarrant’ın manifestosunda İstanbul yerine ‘Constantinople’ ifadesini kullanması ve Ayasofya’nın camiye çevrilmesi konusundaki ifadeleri üzerine Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın; “Constantinople” vurgusu yaparak; “bu can bu tende olduğu müddetçe asla böyle bir şeye müsaade etmeyeceğim” ifadesi ve dil sürçmesi ile “Ayasofya’nın açılmasına da asla müsaade etmeyeceğiz” ifadesi dikkat çekici olmuştur.
Sayın Erdoğan, “Constantinople” vurgusu yaparken göz ardı ettiği en önemli bir konuya değinmeden geçemeyeceğiz. Aslında Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Constantinople konusunda fazla uzağa gitmesine hiç gerek yok düşüncesindeyiz. Çünkü Fener Rum Patriği Bartholomeos’un resmi yazışmaları için kullandığı terminolojiye dönüp bakması kifayetli olsa gerek.

Bartholomeos’un yazışmalarda “İstanbul” yerine “Constantinople” adını kullanması ve daha da önemlisi Türkiye tarafından “Ekümenlik” kavramı hiçbir şekilde kabul görmemesine rağmen, yazışmalarında kendisini Rum Ortodoks Ekümen Patriği olarak görmesi ne ile izah edilebilir?
Keza, Lozan Anlaşması’nda Fener Rum Kilisesi’nin yetkisi belirlenmiş olmasına ve 1923 yılında Afyonkarahisar Milletvekili İzzet Ulvi Aykut’un girişimleri sonucunda Rum Patrikhanesi’nin kaza-i idari şahsiyet ve imtiyazları lağvedildiğinden patriklere sadece ‘başrahip’ unvanı verilmesini teklif etmiş, konuyla ilgili yazıyı da Adalet Nezareti’ne yollayarak Rum patriğinin sadece ‘başrahip’ unvanını kullanabileceğini tescil etmiş oldu.

Buna rağmen, Bartholomeos’un unvanı ”Rum Patriği”şeklinde kullanılmaktadır. Lozan Barış Anlaşması’na rağmen, Bartholomeos, yetkisini aşarak bir bakıma kendisini ekümenlik sıfatında görerek, Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin Rus Ortodoks Kilisesi’nden bağımsızlık talebini kabul etti.
Sayın Erdoğan, “bu can bu tende olduğu müddetçe” ifadesini kullanarak seçim mitinginde kararlılık ifadesi ortaya koymaya çalışırken, diğer taraftan Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması hususunda hiçbir adım atmazken ve geçmişte “önce Sultanahmet Camisi cemaatle dolsun, sonra Ayasofya’nın açılışını düşünürüz “ şeklinde ifadeler kullanırken,  Bartolomeos’un ise, Lozan anlaşmasının hükümlerine rağmen, kendisine evrensellik atfederek Ukrayna Ortodoks Kilisesi için “otosefal statüsü” kararı alması ve bunun karşısında Hükümet’in hiçbir tepki ortaya koymaması dikkatlerden kaçmamıştır.

Nitekim Bartolomeos ile anlaşma imzalayan Ukrayna Devlet Başkanı Poroşenko’nun anlaşma sonrası yaptığı açıklamada, Bartolomeos’tan “Ekümenik Patrik” olarak söz etmesi, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. 

 

      DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZİN DÜNYA GÖRÜŞÜ:

     “FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ”

       Prof.Dr. Arif ERSOY*    

Her insanın inancı ve değerler ölçüleri düşüncesini etkiler. Düşüncesi ise davranış ve eylemlerini biçimlendirir. İnsan çevresindeki hadiseleri kendi düşünce ve değer ölçülerine göre değerlendirir. Düşünme yeteneğine sahip olan insan, aklını kullanarak eşyanın mahiyeti hakkında bilgi edinir, ölçer, tartar ve sayılarla ifade eder. Sahip olduğu bilgisini kullanarak doğal ve sosyal çevresinden etkiler ve etkilenir. Yeteneklerini kullanarak eşyayı şekillendirir. Düşündüklerini konuşmasıyla diğer insanlarla paylaşır. Konuşma ve tartışma ile görüşlerinin eksikliklerini gidermeye ve doğrulama gayret eder.

İnsan, inancı ile iyi ve güzel kabul ettiği, düşüncesiyle hakkında bilgi edindiği ve konuşmasıyla diğer insanlarla tartışarak doğruladığı bilgisini uygulamakla eyleme dönüştürür ise, netice elde edebilir. İyi ve güzel olduğuna inandığımız, düşüncemizle doğruluğunu ispatladığımız ve diğer insanlarla tartıştışarek doğruluğu ortaya konan husus, eyleme dönüştürülmeye çalışılır. İnandığımız ve doruluğunu kabul ettiğimiz hususun uygulanması için kurumsal yapının da elverişli olması gerekir. Kurumsal yapı, fikirlerin uygulanması için eşyayı üretimle yararlı hale getirecek üretim tezgâhı gibidir. Bozuk tezgah ile iyi ve kaliteli mal üretilmediği gibi bozuk kurumsal yapı ile de iyi ve güzelliğine inanılan, araştırma ve tartışmalarla doğruluğu ispatlanan fikirlerin uygulayarak hayata geçirilmesi mümkün değildir.

Başarılı ve erdemli insan, inandığı gibi düşünen, düşündüğü gibi konuşan ve konuştuğu gibi hayatını tanzim eden insandır. İnandığı gibi düşünmeyen, düşündüğü gibi konuşmayan ve konuştuğu gibi yaşamayan insanın çelişki ve tutarsızlıklardan kurtulması mümkün olmayacağı gibi başarılı, güvenilir ve mutlu bir insan olası da güçtür. Peygamberler, tarihin akışını değiştiren, örnek ve rehber insan olmaları, inandıkları gibi düşünmeleri, düşündükleri gibi konuşmaları ve konuştukları gibi yaşamalarından kaynaklanmaktadır. 

Müslüman olduktan sonra milletimizin ortak dünya görüşü ve değer ölçüleri, İslam Dininin temel ilkelerinin etkisi altında oluştu. Milletimiz sahip olduğu ortak dünya görüşü ve değer ölçüleri ile İslam medeniyetinin gelişmesine önemli katkılarda bulundu. Medine Site Devletini örnek alan Osmanlı Devleti, geniş bir coğrafyada farklı din, kültür ve geleneğe sahip olan değişik dilleri konuşan toplulukları yüzyıllar boyunca bir arada birlik ve barış içinde yaşamasına ortamı hazırladı. Dünya tarihinde “farklılıkta birlik” ilkesini uygulamada örnek oldu. Yüzyıllar boyu bu coğrafyada “farklılıkta birlik” ilkesini uygulayarak farklı inanç, din, dil, gelenek ve kültüre sahip olan Osmanlı cografyasının barış ve huzur diyarı olmasını sağladı.

Bugün düşünce geleneğimizin dayandığı dünya görüşü ve değer ölçülerini göz önünde bulundurarak medeniyetimizin ortak paydalarından hareketle kültür ve gönül coğrafyamızda farklılıkta birlik içinde yaşamayı sağlayacak yeni bir kültür ve gelenekler geliştirebilir. Kitleler arasında yardımlaşma ve dayanışma bilinci geliştirilebilir. Ortak coğrafyamızda yeniden barış ve istikrar sağlanabilir. Bunun için coğrafyamızın ortak tarihi müktesebatı, ortak değer ve düşünce geleneğimizin temel ilkelerine göre yeni stratejiler ve politikalar geliştirilmeli ve uygulanmaya çalışılmalı. Mevcut kurumsal yapılar gözden geçirilmeli, gerekirse yeni kurum ve kuruluşlar kurulmalı. Bu amacın gerçekleşmesi için mevcut ilmi birikimiz ile geçmiş müktesebatımızı birleştirerek karşılaşılan sorunlara yeni çözümler üretilmeye gayret edilmeli; yeni yol ve yöntemler geliştirilmeli.          

Her insanın düşüncesini, sahip olduğu inancı ve değer ölçüleri etkiler. Düşüncesini konuşmasıyla ifade eder. Fikrini, diğer insanlarla paylaşır, tartışır ve uygulama yollarını araştırır. İnsan iyi ve güzel olduğuna inadığı bir hususu, düşüncesiyle doğru olup olmadığını araştırır.  İlmi yöntem ve deliller ile doğruluğu ispat edilen husus, diğer insanlarla tartışılarak hatalı ve isabetli yönleri ortaya konduktan sonra uygulamaya çalışılır.

İnsan çevresindeki hadiseleri kendi düşünce ve değer ölçülerine göre değerlendirir. Düşünme yeteneğine sahip olan insan, aklını ve muhakeme gücünü kullanarak eşyanın mahiyeti hakkında bilgi edinir, ölçer, tartar, gözlem ve deneyleriyle elde ettiği verileri tahlil eder. Sahip olduğu bilgisini kullanarak doğal ve sosyal çevresinden etkilenir ve etkiler. Yeteneklerini kullanarak eşyayı şekillendirir. İnancı ile iyi ve güzel kabul ettiği, düşüncesiyle hakkında bilgi edindiği ve konuşmasıyla diğer insanlarla tartışarak doğruladığı bilgisini uygulamakla eyleme dönüştürür. Karşılaştığı sorunları diğer insanlar ile işbirliği yaparak çözer ve sahip olduğu imkanlarını verimli kullanır. Başarılı ve erdemli insan, inandığı gibi düşünen, düşündüğü konuşan ve konuştuğu gibi hayatını tanzim eden insandır. İnandığı gibi düşünmeyen insan iki yüzlü bir kişiliğe sahip olur. Düşündüğü gibi konuşmayan insan kolayca yalan söyleyebilir. Konuştuğu gibi hayatını tanzim etmeyen insan ise, diğer insanların güvenini kazanamaz. İki yüzlülük, yalancılık, söylemi ile eylem farklılığı insanı çelişkiye sevk eder. İnancı ile düşüncesi, düşüncesiyle söylemi ve söylemi ile eylemi arasında bütünlük bulunmayan insan başarılı, güvenilir ve mutlu olamaz.

Toplumların ortak inancı, ortak dünya görüşlerini ve değer ölçülerini belirler. Aynı dunya görüşü ve değer ölçülerine sahip olan toplumların ortak paydaları zamanla artar. Fertler arasında ortak paydaların artması, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma bilincini geliştirir. Toplumların ortak dünya görüşü ve değer ölçülerine göre geliştirilen sosyal kurumlar ile toplumun katmanları arasında çatışmadan çok bütünleşme söz konusudur. Sosyal kurumlarıyla bütünleşme imkanına sahip olan toplumlar, beşerî ve doğal kaynaklarını daha verimli kullanırlar. Karşılaştıkları dahili ve harici tehlikeleri birleşerek atlatırlar. Böyle toplumlarda sosyal gelişme ve değişme daha hızlı olur. İnsanlık tarihinde bu niteliklere sahip olan toplumlar yeni medeniyetler kurmuşlar ve örnek toplumlar olmuşlardır.

Müslüman olduktan sonra milletimizin inancı, ortak dünya görüşü ve değer ölçüleri İslam Dinin esaslarına göre şekillenmiştir. Milletimizin düşüncesi, gelenek ve kültürümüzü biçimlendirmiştir. Orta Asya ve Anadolu’da kurulan ilmi müesseselerde yetişen alimler, İslami ölçülere göre iyi ve güzel kabul edilen hususların bütün yönlerini ilmen incelediler. Bu çalışmaların oluşturduğu ilmimük- tesebat, milletimizin düşünce geleneğini, adet ve kültürünün gelişmesine ortam hazırladı.

Tevhid ve adalet eksenli milletimizin dünya görüşü ve değer ölçülerine göre kurulan dini-ahlaki ve sanatsal müesseseleri bulunduğumuz coğrafyada toplulukların değişik katmanları arasında birlik ve dayanışmayı güçlendirdi. Orta Asya’dan Batıya güç edenler, Büyük Selçulu Devletinde önemli mevkilere getirildiler. Eğitim, ilim, siyaset ve iktisadi alanlarda başarılı oldular. Dönemin ilim ve irfan müesseselerinde Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlâna ve Hacı Bektaşi veli gibi manevi önderler ve eğtimciler yetişti. Bu alim ve eğitimciler, Nizam-ul Mülk ve Gazi Alpaslan gibi komutanları yetiştirdiler. Bu rehberlerin önderliğinde Anadolu Selçuklu devleti kuruldu. Bu devlet, kısa bir zamanda Anadolu’yu ilim merkezler olan medreseler ve ahlaki eğitim müesseseleri olan tasavvufi dergahlarla donattı. Milletimiz, kendi ortak inancı ve değer ölçülerinin biçimlendirdiği düşünce geleneğiyle coğrafyamızda farklı ırk, dil, din ve geleneklere sahip 36 topluluğun bir arada barış içinde asırlarca yaşadığı tarihin en büyük ve en adil devletlerinden biri olan Osmanlı devletini kurdu. Bu devletin sınırları içinde yaşayan diğer din mensupları kendi yaşayışlarını kendileri belirlediği gibi kendi inançlarını serbestçe yaşadılar2. Bu devlet, Medine Site Devletini örnek alarak bu topraklarda “farklılıkta birlik” ilkesini uygulayarak daha önce dünyanın en istikrarsız bölgesi olan coğrafyamızda beş asır boyunca kimseyi ötekileştirmeden barış, dayanışma ve istikrar sağladı.

Bugün baştan başa İslam coğrafyası, özellikle Orta Doğu ve Balkanlar, harici güçlerin ayrıştırıcı, çatışmacı ve sömürgeci anlayış ve politikaları ile istikrarsızlaştırılmakta, hile ve yapay yöntemlerle sömürülmektedir. Coğrafyamızda barış ve huzuru sağlamak ve dünya barışına katkıda bulunmak için düşünce geleneğimizin dayandığı dünya görüşü ve değer ölçülerini göz önünde bulundurarak medeniyetimizin ortak paydalarından hareketle coğrafyamızı farklılıkta birlik içinde yaşayan örnek bir istikrar havzasına dönüştürülmesi mümkündür. Bunun için düşünce geleneğimizin temel ilkelerinden hareketle dayanışmacı yeni bir iktisadi, siyasi ve sosyal kurumsal yapıyı inşa edilebilir. Bu hedefe ulaşmak için ülkemizi ve coğrafyamızdaki ülkelerin sahip olduğu tarihi müktesebat ve mevcut ortak ilmi birikimsizden yararlanarak yeni çare ve çözümler üretebiliriz. Engin tarihi müktesebata sahip olan düşünce geleneğimizin temel ilkelerine dayanarak coğrafyamızda ortak yardımlaşma ve dayanışma bilinci geliştirebilir. Tekrar farklılıkları birlikte barış içinde yaşamaya dönüştürülebiliniz.

Hak ve adalet eksenli medeniyetimizin dayandığı dünya görüşü ve değer ölçülerimizin biçimlendirdiği düşünce geleneğimizin “farklılıkta birlik” ilkelerine göre geliştirilecek strateji ve politikaların uygulanması ile hem ülkemizde hem de coğrafyamızda iktisadi ve siyasi istikrar sağlanabilir ve sürdürülebilir kılınabilir.

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 11 - 26.03.2020

KORONAVİRÜS KRİZİNİN ARKA PLANI

Öncelikle geçmişte MİT Müsteşarlığı görevinde bulunan bir yetkilinin sözünü hatırlamamız faydalı olacaktır;

“Bir suikastın doğurduğu sonuçlar hangi yapının işine yarıyorsa, hangi yapının amaçlarına hizmet ediyorsa, o suikastı o yapı planlamıştır”

Küresel güçlerin acımasız geçmişinin ayak izlerini taşıyan Koronavirüs’ün (COVID-19) şok dalgası bugün  tüm dünyayı etkisi altına almış durumdadır.

Küresel güçler olarak tanımladığımız unsurların arka planında ise, Milli Görüş olarak 50 seneden beri ifade ettiğimiz gibi; insanlığın çektiği maddi ve manevi sıkıntıların sebebi olan 5700 senelik mikrop yani “Siyonizm” bulunmaktadır.

Siyonizm davasını 5000 seneden uzun zamandır sürdüren bir avuç imtiyazlı zümre, siyasi-ekonomik ve teknolojik gücü ellerine geçirmişlerdir ve bu güç sayesinde yüzyıllardır dünya olaylarına yön vermektedirler.

Bu imtiyazlı zümre için kaos çıkarmak, ekonomik krizlerle insanlığı dize getirmek, savaşlar çıkararak kendileri dışındaki insanları birbirine kırdırmak, ülkeleri bölüp parçalamak, mezhepler ve ırklar arası çatışmalar çıkarmak bir ibadettir.  Bizatihi temel sloganları “Kaostan Doğan Düzen (Ordo ab Chao)” dir.  Arkasından kendi düzenlerini hakim kılmak için kaos ve kargaşa çıkarmak, korku ve panik havası oluşturmak başlıca adetlerindendir. Tüm insanlığı dize getirmek ve onlara hükmetmek en önemli hedefleridir.

Yeryüzünün ifsad ordusu olarak da nitelendirebileceğimiz bu zümrenin hedefi siyasi-ekonomik-askeri-sosyal alanda mutlak dünya hakimiyetine ulaşmak, kendileri dışındaki tüm insanlığı kendilerine köle yapmaktır.

Bu köleliğin tam manasıyla gerçekleşebilmesi için, başta İngiltere’deki Tavistock Enstitüsü’nde olmak üzere pek çok koldan “zihin kontrolü” üzerinde çalışmalar  ve deneyler yapmaktadırlar.

Ancak bu noktaya ulaşmadan, kendilerinin birkaç milyonluk nüfuslarıyla 7 milyar insanlığa hükmetmeleri son derece zor olduğu için, kendileri dışındaki çeşitli milletlerden ve dinlerden insanları kendi Siyonist davalarına hizmet ettirebilmek adına çeşitli örgütler kurmuşlar, bu örgütlere diğer ırklardan insanları üye yapmışlardır. Yine aynı amaca matuf olarak, Protestanlık mezhebini bunlar ortaya çıkarmışlar, Hıristiyan Siyonistler yetiştirmek için Evanjelizm mezhebini de kendileri kurmuşlardır.

Bu metodun yanında, kendileri dışındaki insanların sayısını azaltmak için de pek çok farklı metodu denemişler ve hala da denemeye devam etmektedirler.

Savaşlar, terör, iç savaşlar, kanser ve kısırlığın yaygınlaştırılması, kitlesel ölümlere yol açan atom bombaları ve biyolojik silahlar bu metodlardandır.

Örneğin 1. Ve 2. Dünya Savaşları’nı ve tarihteki daha pek çok savaşı çıkaran bunlardır,  kanserojen katkı maddeleri ile gıdaları ifsad etmek, genetiğiyle oynayarak tohumları ve ekinleri bozmak bunların marifetidir.

GDO’lu tohumları üreten ABD’li “Monsanto” şirketi doğrudan doğruya bunların kuruluşudur.

GDO’lu ürünlerle, kanserojen katkı maddeleriyle, aynı zamanda da tamamen kontrollerinde olan aşı ve ilaç sanayiyle kanseri ve kısırlığı tüm dünyada yaygınlaştırmaktadırlar. Bugün dünya ilaç endüstrisinin yüzde doksanı bu imtiyazlı zümrenin ilaç firmalarının elindedir.

Bunlara ilaveten, biyolojik silahlar hem konvansiyonel savaş yöntemlerine göre daha düşük maliyetli olması, hem büyük ölçüde faili meçhul olarak kalması, hem de savaşların aksine kendi taraflarından herhangi bir zayiata yol açmaması nedeniyle onlar için son derece avantajlıdır.

Bütün mesele kısa ve kolay yoldan kendileri dışındaki dünya nüfusunu azaltmak, böylece dünyayı kolay hükmedilebilir hale getirmektir. Onların zihniyetine göre dünya nüfusunun 6 milyarlık kısmı fazladır, gereksiz yere “imtiyazlı zümre”nin hakkı olan kaynakları tüketmektedirler. Öyleyse bunlardan kurtulmak gereklidir. Birkaç milyon Siyonist ve onlara hizmet edecek, onların refahı ve konforu için çalışacak 1 milyar kadar “köle” yeterlidir.

Biyolojik silahlar bu amaca hizmet etmesi bakımından adeta biçilmiş kaftandır. Koronavirüs hadisesi işte bu açıdan değerlendirildiğinde şüphelerimizi fazlasıyla artırmaktadır.

Bu noktada bu “imtiyazlı zümre”nin önde gelenlerinden Amerika’lı Rockfeller ailesinin kurduğu Rockfeller Vakfı’nın internet sitesinde bundan tam 10 sene önce bugün yaşamakta olduğumuz Koronavirüs krizinin sadece virüsün adı verilmeden, fakat bütün ayrıntılarıyla bir “gelecek senaryosu” olarak yayınlanmış olması son derece manidardır. 

Buna ilaveten bu konuda uzun yıllardır çalışmalar ve denemeler yapıldığı da bilinmektedir. Örneğin; 1943 yılında ABD tarafından gerçekleştirilen “Kutsal Kâse” biyolojik savaş araştırmasının amacı kuru bakteri veya viral (virüs) ajan üretmek şeklinde idi. Kuru virüs üretimi için yoğun araştırmalar yapıldı ve sonunda 1 ila 5 mikron boyutunda, biyolojik silah olarak kullanılabilecek virüslerin üretimi gerçekleştirildi.

Bu virüsün teneffüs edildiğinde insan vücudunda çok kolay hareket ederek vücudun doğal savunmasının önüne geçtiği ve ciğerlerde tutunduğu görülmüş oldu. 

Bu virüslerin üretimi için Washington’un 50 mil kuzeybatısında, batı Maryland’deki Catoctin Dağları’nda yer alan küçük bir havaalanı tahsis edildi. “Camp Detrick” adı verilen bu alan,  ABD biyolojik silah programının merkezi oldu. 1945 yılında burada virüs programı için çalışanların sayısı 1.770 idi.

1953 yılında Camp Detrict, sarıhumma hastalığını yayan sivrisinek üretmeye başladı ve aylık 500.000 sivrisinek sayısı elde edildi. Pentagon, bu sivrisinekleri, düşman hedeflerine uçaklar ve helikopterlerle ulaştırmayı hedefliyordu.

1963’ten sonra ABD, potansiyel mikroorganizmaları alarak onları kullanılabilir öldürücü virüslere dönüştürebileceklerini öğrendi. İlerleyen zaman içerisinde ABD biyolojik silahların kullanımı konusunda çok büyük mesafeler aldı.

1997-2001 yılları arasında ABD Savunma Bakanı olarak görev yapan William Sebastian Cohen’in (bu şahıs da “imtiyazlı zümre”nin mensuplarındandır) 1998 yılında yaptığı açıklamada virüs savaşlarına  atıfta bulunarak: “bunlar geleceğin silahları olup, gelecek de iyice yaklaşmaktadır” şeklinde ifadeler kullanması çok dikkat çekicidir.

Associated Press haber ajansı da, 15 Kasım 1998’de yaptığı haberde: “Israel Develops New Weapons” başlığı altında İsrail’in genetik mühendislik ürünü olan biyolojik silah geliştirdiğini ve bu silahın Yahudi ırkını etkilemeyip,  Araplar üzerinde etkili olacağını belirtiyordu.

‘GERD’ takma adıyla açıklamalar yapan ABD’li bir yetkili, Afrika’da Thallium, botulinum toksinini yemek ve suda kullandıklarını ve Hepatit A’yı yaydıklarını  ve konteynırlar içerisinde getirdikleri bakteri ve virüsleri Kuzey Namibya’da kullandıklarını “Virüs Savaşları” adlı kitabın yazarı Tom Mangold ve Jeff Goldberg’e itiraf etmiştir.

Afrika’da CCB (Civil Cooperation Bureau-Sivil Dayanışma Bürosu)’de görev yapan Peter Botes de, Afrika’da kolerayı yaydıklarını ve bizzat kendisinin de Mozambik’te bu virüslerin kullanımında aktif rol oynadığını itiraf etmiştir. Yine bu organizasyonun yetkililerinden Basson da yaptığı itirafta; Ebola ve Marburg virüslerini Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yapay olarak  yaydıklarını  ve 1995 yılı sonlarına doğru Zaire’de Ebola virüsü yayılırken kendisinin de orada görevli olduğu belirtmektedir.

ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fort Detrick’te virüsler alanındaki büyük çaplı  çalışmaları ve birçok ülkede ürettiği virüsleri kullandığına dair iddialar ve itiraflar gözönüne alındığında, COVID-19 virüsünün ABD Yönetimi’nin arkasındaki asıl güç olan Siyonist ve Evanjelist zihniyetin ürünü olma  ihtimali güçlenmektedir.

Yeni tip bir virüs olan COVID-19’un, Ebola, Sars ve Mers gibi hayvandan insana geçmesi ister istemez bu virüsün “Fort Detrick” ürünü olma ihtimalini güçlendirmektedir. Çünkü ABD bu tip virüsleri Fort Detrick’te zaten hayvanlar üzerinden geliştirmektedir.

Koronavirüs krizi hızlı ve etkili şekilde dünya nüfusunun azaltılması provası olmasının yanında, doğurduğu ekonomik sonuçlar bakımından da son derece etkili olmuştur. Petrol fiyatlarının hızla düşmesi başta Rusya ve İran gibi ülkeler olmak üzere, çok sayıda Ortadoğu ülkesine de darbe indirmiş, aynı zamanda hızla büyüyen ve güçlenen, pekçok alandaki firmaları ve markaları Amerikan markalarına küresel ölçekte meydan okumaya başlayan Çin de bu krizin sonucunda ağır yara almıştır. Çin’in bu krizden doğan kaybının trilyonlarca dolar olduğu uzmanlar tarafından açıkça ifade edilmektedir.

Koronavirüs insan sağlığı ve hayatı üzerindeki etkilerinin yanında sebep olduğu bu sonuçlarla Çin, Rusya ve İran’a ağır darbeler indirmiştir. Böylelikle “imtiyazlı zümre”nin baş düşmanlarından bir tanesi olarak gördüğü İran, ve yine bu zümrenin kontrolsüz büyümesine göz yumamayacağı Çin ve Rusya bir anlamda terbiye edilmiştir.

COVID-19’un  ABD Başkanı Donald Trump ve Dışişleri Bakanı Pompeo başta olmak üzere ABD’li yetkililer tarafından "Çin virüsü", "Wuhan virüsü" gibi  kavramlarla tanımlanması suçu tamamen Çin’in üzerine yıkmak ve Çin’i bir daha asla seyahat edilmeyecek, ticaret yapılmayacak adeta “lanetli” ülke haline getirmeye yönelik algı operasyonu şeklinde değerlendirilmektedir. 

Ayrıca İran’da insanlar bu katil virüsten kırılırken, ABD Yönetimi’nin İran’a yönelik ambargo kararında ısrarcı olması, hiçbir toleransa yanaşmaması da üzerinde durulması gereken çok ibretlik bir durumdur.

AB ülkeleri ve özellikle İtalya’da COVID-19’un yaygınlaştırılması da,  Evanjelist ve Siyonistlerin Katolik dünyası üzerinde  hegemonya kurma ve Avrupa’nın tamamen ABD-Siyonizm merkezli hareket etmesini sağlamaya yönelik olabilir.

Sonuç olarak; laboratuvarlarda üretilen mikroskopik organizmalar (virüsler) geleceğin silahları olup, aynı anda milyonlarca, hatta milyarlarca insanı etkilemeleri ve hatta öldürmeleri söz konusudur. Bunların populasyonunu geliştirmek, yaymak ve en sonunda insanları kitlesel şekilde öldürmek ana amaçtır. Bunlar COVID-19 örneğinde olduğu gibi, atom bombaları kadar etkili, çok daha düşük maliyetli, ve en önemlisi de atom bombalarının aksine büyük ölçüde “faili meçhul” silahlardır.

Bütün bu özellikleri nedeniyle de, “imtiyazlı zümre”nin amaçlarına hizmet etme potansiyelleri çok yüksektir.

Özellikle Türkiye’nin ve tüm İslam Alemi’nin bu virüs krizinden dersler çıkararak, önleyici tedbirlerin geliştirilmesi için çalışmalar yapması çok büyük önem arz etmektedir.

Geleceğin savaş konseptini oluşturan  küresel boyuttaki Siyonist biyolojik savaş tehdidine karşı bundan böyle daha hazırlıklı ve bilinçli olmamız gereklidir.

……………………………………………………………………………….

 KORONAVİRÜS KRİZİNİN EKONOMİK ETKİLERİNE KARŞI HÜKÜMET TARAFINDAN HAZIRLANAN

“EKONOMİK İSTİKRAR KALKANI”  İLE İLGİLİ DEĞERLENDİRME

Koronavirüs Salgını çok kısa süre içerisinde dünya genelinde ekonomik hayatı durma noktasına getirmiştir. Önceden öngörülemeyen bu krizin sebep olduğu ekonomik tahribatı azaltabilmek için ülkeler acil Ekonomik Tedbir paketleri açıklıyorlar. Bu maksatla Türkiye’de de Hükümet, toplam tutarının 100 Milyar TL olduğu ifade edilen 19 maddelik Ekonomik Paketi uygulamaya başlayacağını ilan etti.  

1. Türkiye Ekonomisi için bu tutar (100 Milyar TL = 16 Milyar $) çok yetersizdir. 

Bu miktarın, 750 milyar $ büyüklüğe sahip Türkiye Ekonomisini Koronavirüs salgınının sebep olacağı ekonomik zararlardan koruması maalesef mümkün değildir. Paketin toplam tutarı değerlendirildiğinde, Türkiye ekonomik destek paketi açıklayan ülkeler arasında son sıralarda yer almaktadır. Toplam tutarın milli gelire oranına baktığımızda, İtalya son sırada yer almaktadır ki; İtalya dünya genelinde en fazla can kaybının yaşandığı ülke durumundadır. Türkiye ise İtalya’dan sonra sondan ikinci sırada bulunmaktadır. Türkiye’nin ilan ettiği Ekonomik Tedbir paketi milli gelirinin sadece %2,15’ni kapsamaktadır. Bu oran Polonya’da %9,2 gelişmiş Avrupa ülkelerinde ise %14-16 civarındadır. Dolayısıyla açıklanan paket Türkiye Ekonomisi için yetersizdir. Hükümetin acilen en az 75 milyar $ mertebesinde Ekonomik Tedbir Paketi hazırlaması gerekmektedir.    

 

         EkonomikPaket(Milyar $)        Milli Gelire Oranı (%)
ABD 1000 4,7
Almanya 614 16
İngiltere 412 15
Fransa 380 14
İspanya 220 16
Polonya 52 9,2
İtalya 27,5 1,4
Türkiye 16 2,15

 

2. Türkiye ekonomisi için zaten yetersiz olan bu paketin içeriğine bakıldığında, aslında ifade edildiği gibi 100 Milyar TL’lik bir paket olmadığı da görülmektedir.

19 maddelik ‘Ekonomik Tedbir’ paketinin sadece 2 maddesi ekonomiye doğrudan maddi kaynak girişini sağlamaktadır. Bunlardan birincisi ihtiyaç sahibi ailelere ilave 2 Milyar TL tutarında nakdi yardım yapılması, ikincisi ise en düşük emekli maaşının 1500 TL’ye yükseltilmesidir. 2020 bütçesi tarafından karşılanacak bu iki maddenin toplam maliyeti sadece 5 Milyar TL yapmaktadır. Bunların dışında devlet tarafından paket kapsamında taahhüt edilen mali karşılığı olan maddeler; emeklilere ödenen bayram ikramiyesinin iki ay öne alınmasını ve işverenlerin ödemesi gereken çeşitli vergi ve sigorta primlerinin ertelenmesini öngörmektedir. Paket içerisinde sıfırlanıyormuş gibi maliyet hesabı yapılan, fakat aslında sadece zamanlaması değiştirilen bu adımların toplam maliyeti de sadece 10 Milyar TL civarındadır. Dolayısıyla açıklanan paket kapsamında devletin üzerine düşen toplam miktar sadece 15 Milyar TL = 2,5 Milyar $’dır.

3. Paketin başarısı Hükümetin kararlılığına ya da fedakarlığına DEĞİL, Bankacılık sektörünün tutumuna bağlıdır.

Paket, devlet eliyle ekonomi çarklarının dönmesini temin edebilecek maddi destekleri doğrudan sağlamak yerine, işleri durma noktasına gelen firmaların ayakta kalabilmeleri için bankacılık sektörü üzerinden borçlandırma tedbirleri sunmaktadır. Yani, ekonomik paketin kurtuluş reçetesi olarak sunduğu tek çözüm: BORÇLANMAYA, BORÇ-FAİZ EKONOMİSİ’NE bütün hızıyla devam etmektir. Firmaların kesilen nakit akışı neticesinde ödeyemedikleri banka kredilerine ait anapara ve faiz ödemeleriyle esnaf ve sanatkarların Halkbank’a olan kredi borçları paket kapsamında ertelenmektedir. Ayrıca ekonomik paket, bankacılık sektörünü firmaların kira, çalışan, elektrik gibi temel masraflarının finansmanı için yeni borç taleplerine anlayışlı davranmaya davet etmekte ve KOBİ’lerin yeni borçlanmalar için ihtiyaç duyacağı teminat açığını KGF üzerinden temin etmeyi planlamaktadır. Ocak 2020 tarihi itibariyle, KOBİ’ler dahil bütün ticari kredilerin sadece %45’nin kamu bankaları tarafından verilmiş olduğunu göz önüne alınırsa ekonomik paketin başarısının devletin kontrolü dışında bankacılık sektörünün bu kriz döneminde yeni kredilere karşı tutumuna bağlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Her geçen gün hızla derinleşen ekonomik krizin sebep olacağı bütün riskleri bankacılık sektörü üzerine yıkmayı planlayan bu ekonomik paket KGF üzerinden toplam ticari kredilerin sadece %1,2’sine karşılık gelen 25 Milyar TL ilave riske destek sunmaktadır.

4. Paket; çalışanları işverenin insafına, işverenleri de bankacılık sisteminin insafına terk etmektedir.

Her ne kadar Ekonomik Paketin sunumunda “istihdamın muhafazası” ifadesi ön plana çıkarılmış olsa da paketin içeriği istihdamı doğrudan temin edebilecek önlemleri içermemektedir. Ekonomik paketin kurgusu tersten çalışan bir süreç sunmaktadır. Yani, bankacılık sektörünün takdir edeceği yeni borç miktarı nispetinde ve sağlayacağı mevcut borçlarının ötelenmesi imkanı nispetinde firmalar ayakta kalacaklar ve ayakta kalacak firmalar kadar insanlar işlerini muhafaza edebilecekler. Maalesef ki, fikri altyapısı tamamen hatalı bir paket sunulmaktadır. Firmalar üretim/ticari faaliyetleri neticesinde elde ettikleri kazançla değil, bankadan temin edebilecekleri borç sayesinde ayakta kalabiliyorlar. Azalan veya tamamen duran ticari faaliyetleri neticesinde borcunu veya ekonomik faaliyetlerini çeviremeyen firmaların ücretsiz izin vermesini veya işçi çıkarmasını önleyecek herhangi bir tedbir pakette sunulmamıştır. İçişleri Bakanlığının Koronavirüs salgınıyla mücadele için çıkarmış olduğu bir genelge kapsamında Türkiye genelinde 149.382 iş yeri geçici süreliğine faaliyetlerine ara vermek durumunda kalmış ve bir gün içerisinde 500.000’e yakın kişi işini kaybetmiştir.  

5.    Türkiye’nin zaten derin bir ekonomik buhran içerisinde olduğu ve hali hazırda işsiz olan 6,6 milyon kişi yok sayılmaktadır.  

2019 sonu itibariyle Türkiye genelinde 4,5 milyon kişi aktif olarak iş aradığı halde bulamamaktadır ve gerçek manada 6,6 milyon kişi maalesef işsizdir. 2019 yılı içerisinde Türkiye Ekonomisinin istihdam kapasitesi yani iş sahibi çalışanların sayısı 658.000 kişi azalmıştır. Türkiye ekonomik olarak iş üretebilen değil, işsizlik üreten bir yapıya doğru evirilmektedir. Koronavirüs öncesi iş imkânı üretebilme kapasitesini kaybetmiş olan Türkiye Ekonomisinin Koronavirüs salgını ile durma noktasına gelen ekonominin acil ve çok radikal  yapısal tedbirler alınmadığı sürece bu işsizlere iş üretmesi mümkün değildir. Maalesef açıklanan ekonomik tedbir paketinde ekonomimizin en önemli sorunlarının başında gelen bu konuda somut bir adım atılmamış, tedbir alınmamıştır. Paketle birlikte duyurusu yapılan 20.000 yeni öğretmen ataması işsizlik probleminin yüzde birine bile çözüm olamayacak kadar yetersizdir. 

6. Milyonlarca işsiz geçimini nasıl sağlayacak ?

Vatandaşının refahını düşünen her ülkenin öncelikli cevaplandırması gereken bu en temel soruyu Ekonomik Paket maalesef görmezden gelmiş, cevap üretmemiştir. 2019 yılından enkaz olarak devir alınan ama iş bulabilmeleri için ekonomik pakette hiçbir aksiyon alınmayan 6,6 milyon işsiz ile Koronavirüs salgını neticesinde işini kaybetme tehlikesiyle yüzleşen ama işlerini kaybetmemeleri için ekonomik pakette hiçbir önlem alınmayan milyonların geçimini nasıl temin edeceği konusuna da ekonomik pakette yer verilmemiştir.Bu maksatla, çalışanların işsiz kaldığı dönemlerde kullanılmak üzere İşsizlik Fonu’ndabiriken ve sadece 9 Milyar TL’si nakit olan 131,6 Milyar TL’nin nakit yapıya nasıl kavuşturulacağı, nasıl ve ne miktarda kullanılacağı konuları da paketin içeriğinde açıklığa kavuşturulmamıştır. Ekonomimizin ve hatta toplumsal yapımızın en önemli sorunu olarak karşımızda duran bu problem için en kısa sürede acil eylem planı oluşturulmalıdır. Aksi takdirde hem ekonomimiz hem de toplumsal yapımız onarılması çok güç yaralar alacaktır.

7. Paket, ekonominin mevcut durumunu göz ardı etmektedir. 

Ekonomi paketlerinin başarılı olabilmeleri büyük ölçüde ekonominin içinden geçmekte olduğu durum ve şartlara uyum gösterebilme kapasitesine bağlıdır. İçinde bulunduğu durum ve şartları gözardı eden bir programın başarılı olma ihtimali yoktur. Koronavirüs salgınının sebep olacağı ekonomik yıkımları en aza indirmek için hazırlandığı ifade edilen “Ekonomik Destek Paketi” tasarlanırken Türkiye ekonomisinin ana kırılganlık unsurları olan “yüksek borçluluk” ve “artan kur” hesaba katılmamıştır. Kendi para birimi sürekli değer kaybeden ve çok yüksek oranda iç ve dış borç yüküne sahip bir ülkenin ekonomik krizden daha da borçlanarak ve iç piyasasına dönük önlemler ile çıkabilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla ekonomik paket yetersizliğinin yanında, paketin kurgusu ekonomik gerçeklikler ile uyumsuzdur, hatta çelişmektedir. Yıl başından beri TL %10, son altı ayda %16, son bir yılda ise %30’dan fazla değer kaybetmiştir. TL’ye olan güven sarsılmıştır. Ülke olarak 172 Milyar $’ı bir yıl içerisinde ödenmek zorunda olan toplam 434 Milyar $ dış borcumuz mevcuttur. Fakat açıklanan “Ekonomik Destek Paketi” sanki istikrarlı bir para birimimiz varmış gibi ve sanki risk oluşturabilecek seviyede borcumuz yokmuş gibi bu gerçek tehditlere karşı herhangi bir tedbir öngörmemektedir.   

8. Ekonomik Paket acilen genişletilmelidir.

 

  • İşsizlere üç ay (Nisan + Mayıs + Haziran) boyunca işsizlik maaşı hiçbir koşul aranmaksızın bağlanmalıdır.
  • İşsizlere üç ay boyunca su, elektrik ve doğalgaz desteği yapılmalıdır.
  • İşsizlere temel temizlik ve hijyen malzemeleri üç ay boyunca ücretsiz verilmelidir.
  • İşsizlere çocuklarının uzaktan eğitimine destek olması için ücretsiz internet hizmeti sağlanmalıdır.
  • Asgari ücret üzerindeki tüm vergiler kaldırılmalıdır.
  • Temel gıda, temizlik ve hijyen ürünleri üzerindeki tüm vergiler kaldırılmalıdır.
  • Su, elektrik ve doğalgaz fatura borcu nedeniyle kapatılan abonelikler hiçbir masraf alınmadan ve işleme gerek duymadan yeniden açılmalıdır. Üç ay boyunca gelecek faturalara isteğe bağlı taksit imkânı sunulmalıdır.
  • Akaryakıt üzerindeki vergi yükü en azından yarıya indirilmelidir.
  • Doğalgaz ve elektrik fiyatlarına %30 indirim yapılmalıdır.  
  • Tarımsal üretime ve çiftçilere yeni destek programları açıklanmalıdır.
  • Tarım ürünlerine yüksek taban fiyatları bugünden ilan edilmelidir.
  • Sosyal dayanışmanın bir gereği olarak, üç ay (Nisan + Mayıs + Haziran) boyunca kira ödemeleri askıya alınmalıdır.
  • Batık kredileri ve borçları devlet adına tasfiye etmek için genel müdürlük kurulmalıdır.
  • Firmaların ödemiş oldukları vergiler nispetinde faizsiz acil destek sağlanmalıdır.
  • Firmaların birtakım fırsatçı yabancı yatırımcılara satışına kontrol getirilmelidir.
  • Firmaların bu dönemdeki istihdam sağlama durumlarına göre öncelikli ve faizsiz kaynak kullandırma imkânı sunulmalıdır.
  • Firmaların bu dönemdeki istihdam sağlama durumlarına göre ürünlerinin alımında kullanılacak alışveriş çekleri emekli ve işsizlere dağıtılmalıdır. 
  • Firmaların bu dönemdeki istihdam sağlama durumlarına göre 2020 ve 2021 yılları için kurumlar ve gelir vergisinden indirim yapılmalıdır.

       Yeniden Refah Partisi Ekonomik İşler Başkanlığı

 

 

DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZİN DÜNYA GÖRÜŞÜ: FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ

Prof.Dr. Arif ERSOY

DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZ VE COĞRAFYAMIZDA İSTİKRAR

İslam dinin etkisi altında oluşan düşünce geleneğimizin dayandığı temel ilkelerden hareketle kurulan Osmanlı Beyliği, dünyanın merkezinde yer alan coğrafyamızda farklılıkta birliği tesis ederek dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti haline geldi. Bu coğrafyada farklı din, dil ve kültüre sahip olan 36 topluluk arasında düşünce geleneğimizin farklılıkları birliğe dönüştüren ilkeleri uygulanarak bir arada birlik ve istikrar içinde yüzyıllar boyunca yaşamasına ortam hazırlandı.

2.1. Düşünce Geleneğimizin Dayandığı Temel Paradigmalar: Hak ve Adalet

 Milletimizin fikri geleneği, İslam medeniyetinin dayandığı “Hak Merkezli Dayanışmacı Dünya Görüş’ünün” etkisi altında oluşmuş ve gelişmiştir. Bu dünya görüşüne göre kâinatta ahenk ve dayanışma hakimdir. Evrendeki denge ve düzen bu dayanışmayı ifade etmektedir. İnsanlar arasında da dayanışma ve yardımlaşma esas olmalıdır. Sosyal hayatta barış ve dayanışma, fertlerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması ve nimet-külfetin adil paylaşımıyla sağlanır. “Hak Merkezli Dayanışmacı Dünya Görüşüne” (HMDDG) göre sosyal teşkilatlanmanın gayesi, hukukun üstünlüğünü sağlamak, haklı olanların temel haklarının korumak ve nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis etmektir3. İnsan haklarının baskı ve dayatma ile ihlal edildiği ve nimet- külfet paylaşımın adil olmadığı bir ortamda barış ve dayanışma tesis edilemez. Toplumun farklı katmanları, sosyal gruplar ve toplumlar arasında sürtüşme ve çatışmalar engellenemez.

Hz. Muhammed (a. s.), daha önce kabileler arasında gerginlik ve çatışmaların yaygın olduğu ve farklı inançlara sahip olan kabilelerin yaşadığı Yesrib diye bilinen Medine’ye hicret ettikten sonra şehirde yaşayan Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve putperest Arap kabileleri arasında ortak paydaları içeren “Medine Vesikası” diye bilinen ortak anlaşma ile “Medine Site Devletini” kurdu. Bu anlaşmaya göre Medine ve civarındaki sakinler, kendi inançlarını serbestçe yaşayacaklar ve iç işlerinde kendi adet ve geleneklerine göre hareket edeceklerdi. Medine’yi dış saldırılara karşı birlikte savunacaklardı. Kentte yaşayan farklı ırk, din ve dile sahip olanlar arasında meydana gelecek anlaşmazlıkların çözümünde Medine Site Devletinin başkanı olan Hz. Muhammed’in hakemliğini kabul edeceklerdi4. Medine Vesikası, Medine Site Devleti’nin sınırları içinde yaşayan farklı inanç ve farklı kabilelere mensup olan toplumlar arasında iş birliği ve dayanışmayı sağlayan yeryüzünün ilk yazılı anayasa kabul edilmektedir5. Bu anlaşma ile insanlık tarihinde ilk kez “farklılıkta birlik” ilkesine dayanan yeni bir düzen kurulmuş ve İslam Medeniyetinin inşası başlatılmıştır.

----------

3 Arif Ersoy, İktisadi Teoriler ve Düşünceler Tarihi, Gözden geçirilmiş Dördüncü Baskı, Nobel Yayınları, Ankara, 2015a, s.4.

4 Ramazan Gümüş, “İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası”, Politik Akademi, İstanbul 2018, s. 2.

5 Muhammed Hamidullah, Introduction to Islam, IIFSO, İkinci Baskı, Malezya, 1958, s.14-16.

 

Atalarımız İslam Dini kabul etmekle hidayete erdiler.Hidayete erme, bir bakıma Tevhid ve adalet paradigmalarının kabul ve ilandır.Atalarımız hidayete ermekle kabilecilik anlayışını terk ettiler. Milleti İbrahim anlayışını benimsediler. Bu anlayış, ırkı anlamında bir birlikten çok    inançta, düşüncede, söylem ve eylemde birlikteliğe dayalı bir toplumun oluşmasına ortam hazırladı. Kendilerine Medine Site Devlet’ini örnek almakla farklıkta birlik içinde yaşama düşünce ve geleneğine sahip oldular.Bu yürüyüş dünyanın merkezi olan coğrafyamızda Selçuklu Davetinin kurulması ve dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti’nin farklı din, ırk ve kültüre sahip 36 topluluğun birlikte barış içinde yaşadıkları bir medeniyetin inşasına dönüşmüştür.

İslam medeniyetinin kurum ve kuruluşları, sosyal hayatta yardımlaşma (teavün) ve dayanışmaya (tesanüt) sağlamayı ve farklılıkları birliğe dönüştürmeyi hedeflemektedir. Farklılıkta birliğin sağlanması, ancak haklı olanın güçlü kılınması ve nimet/külfetin paylaşılmasında adaletin tesis edilmesi ile sağlanabilir. Medeniyetimizin kurumları bu iki paradigmaya uygun olarak işlevlerini yerine getirdikleri sürece coğrafyamızda barış ve huzur sağlanmış; farklılıklar dayanışma ve yardımlaşmanın temel dinamikleri haline gelmiştir6.

Kendi ülkemizde ve İslam coğrafyasında yaşıyan kitleler ve toplumlar arasında barış ve dayanışmayı sağlamak ancak ortak dünya görüşümüzün biçimlendirdiği “farklılıkta birlik” ilkesini hayata aktaracak stratejilerin geliştirilmesi ve uygulanması ile gerçekleştirilecektir. Bu hedefe ulaşmak için sömürgeci düşünce ve geleneğinin ürünü olan mevcut çarpık kurumsal yapılar yeniden gözden geçirilmeli ve günümüzün ihtiyaçlarını giderecek yeni kurum ve kuruluşların kurulması gerekmektedir. Güçlü olmayı haklı olmanın nedeni sayan mevcut kurumsal yapı, coğrafyamızda yaşayan kitlelerin sahip olduğu dünya görüşü ve değer ölçüleriyle uyuşmamaktadır. Gücü ve menfaati haklı olmanın nedeni kabul eden Irkçı ve tekelci mihraklar, coğrafyamıza gerginlik, çatışma ve sömürüden başka ne getirdiler ki ?  

2.2.        Kuvvet Merkezli Çatışmacı- Sömürgeci Zihniyetin Temel Paradigmaları: Kuvvetin Hak Nedeni Sayılması ve Nimet/Külfet Paylaşım Kurallarının Tekel Konumunda Olanlar Tarafından Belirlenmesi

Kuvveti haklı olmanın nedeni kabul eden “Kuvvet Merkezli Çatışmacı Dünya Görüşü” (KMÇD), bir bakıma tekel konumunda olanların hak verme yetkisini ve nimet/külfet paylaşımının kurallarını koyma ayrıcalığına sahip oldukları bir zihniyeti ifade etmektedir. Bu zihniyete göre kâinatta çatışma vardır. Canlı ve cansızlar arasında çatışma olduğu gibi, insanlar arasında, sosyal grup ve sınıflar arasında da sürekli menfaat çatışma bulunmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca sürüp giden çatışma güçlü ile zayıf, köle ile efendi, serf ile dere bey, işçi ile burjuva sınıfı arasında cereyan etmiştir. K. Marx’ a göre bu sürüp giden mücadele, ezen ile ezilen, güçlü ile zayıf, sömürenler ile sömürülenler arasında devam etmektedir7.

---------

6 Arif Ersoy, “Niçin Milli Anyasa? Bürokratik Anayasadan Demokratik ve Adil Anayasaya”, Milli AnyasaŞürası, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM), Ankara, 2012, s. 153.

7 K. H. Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çeviren: Levent Kavas, Ç Yayınevi, Ankara, 1998, s. 65.

 

Bu sürüp giden çatışmanın neticesinde güçlü olan taraf hep galip gelmiş ve gelecektir. Zayıf taraf da mağlup olmuş ve olacaktır. Galip olan güçlü taraf, sosyal hayatı düzenleyen kurallar koyma yetki ve ayrıcalığına sahip olmuş ve olacaktır. Bu anlayışa göre kuvvetli olanların yönetim ve paylaşım kurallarını koymaları doğaldır8. 

Toplumlar ve devletler arasında da çatışma süreklidir. Her şey rakibiyle (zıddı ile kaimdir) ayakta durur9. Zıddı olmayan ideoloji ve sistem varlığını sürdüremez.  Sosyal hayatta çatışmayı gerekli ve doğal kabul eden bu anlayışa göre çatışmada neticede güçlü olan taraf galip gelecektir. Bu nedenle tekel konumunda olan güçlünün hak ve özgürleri belirleme ayrıcalığına sahip olması ve nimet/ külfet paylaşımının kurallarını tekel konumundaki güçlüler tarafından tayın edilmesi olağan karşılanmaktadır. Siyasi ve iktisadi gücü ellerine geçiren imtiyazlılar, kendi   konumlarını   korumak amacıyla sosyal çatışmayı sürekli bir olgu olarak kabul etmekte ve hatta istemektedirler10 Bu anlayışa göre “hak verilmez alınır”. Egemen güce sahip olanların elinde hakkını alman için güçlü olman gerekir.

Bugün coğrafyamız tarihinin en bunalımlı ve istikrasız dönemlerinden biri yaşanmaktadır. Her gün binlerce insanın kanı akıtılmaktadır. Afganistan ve Irak’ın kaynakları adeta talan edilmektedir. Filistin halkının dramı artarak devam etmektedir. Suriye, Yemen ve Libya’daki iç çatışmalar sürdürülmekte; silah üretenler, kara borsa üzerinde öldürücü silahlarını pazarlamaya devam etmektedirler. Çatışmaların sürdüğü bazı bölgelerde yiyecek ve giyecek darlığıyla karşılaşılmasına rağmen çatıştırılan taraflara silah sağlanmakta darlıkla karşılaşılmamaktadır11.

Günümüzde coğrafyamıza yönelik tekelci ve ırkçı mihrakların uyguladıkları strateji ve politikalar, asırlar boyunca birlikte yaşadığımız ve ortak değerlere sahip olduğumuz toplumların dünya görüşü ve değer ölçüleriyle bağdaşmamaktadır. Bundan dolayı ırkçı ve tekelci mihraklar tarafından zorla ve hile ile coğrafyamızda yaşayanlara dayatılan bu politikalar ve takip edilen stratejiler ayrıştırmaya ve çatışma yol açmaktadır.

--------------------

8 Mao Zedong, “On the Correct Handling of Contradictions Among the People”, Selected Works, Cilt: V,ELP. Pekin, 1977, s.393-5.

9 Margaret Thatcher, “Thatcher was Right, Thinking Past the Cold War”, Bu konuşma, 9 Mart 1996 tarihinde Fulton’ da Westminster Kolej’inde yapılmıştır.

10 Maurice Duverger (1971), Politikaya Giriş, Çeviren: TİRYAKİOĞLU, Sami, Varlık Yayınları, Faydalı Kitaplar Serisi, N0:37, İstanbul, 1971, s.13-14.

11 Arif Ersoy, “100 Yıl Sonra I. Dünya Savaşı ve İslam Dünyası: Tarihten Ders Alarak Yeni Bir Dünyanın İnşası”, I. Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu: Emperyalizm ve İslam Dünyası, Ekonomik ve Sosyal Araştırma Merkezi (ESAM), Sempozyum Serisi:3, Ankara, 2015b, s.85.

 

3.     COĞRAFYAMIZDA SİYASİ VE İKTİSADİ İSTİKRARIN SAĞLANMASI İÇİN PARADIGMA DEĞİŞİKLİĞİNİN GEREĞİ 

17. Yüzyılın sonlarına doğru kültür coğrafyamızı doğrudan ve dolaylı olarak etkilemeye başlayan ırkçı- tekelci sömürgeci güçler, yüzyıllar boyunca farklılıkları birlikte yaşamaya dönüştüren ve ortak sorunlarını birlikte çözen halklar, toplum ve devletler arasında ayrıştırıcı ve çatıştırıcı strateji ve politikalar uygulayarak gerginlik ve çatışmalar çıkarttılar. Balkanları, Orta Doğu ve Afrika’yı istikrarsızlaştırdılar. Coğrafyamızdaki devletler, sosyal gruplar ve farklı inanç ve ırkan sahip olan kitleler arasında fitne tohumlarını ektiler. Farklılıklar körüklenerek çatışmaya dönüştürüldü. Bu çatışmacı strateji ve politikalar, ırkçı ve sömürgeci mihraklarının güçlü olmayı haklı olmanın nedeni sayan ve nimet/külfet paylaşımının kurallarını belirleme ayrıcalığına sahip olmalarını yansıtan tahakkümcü ve sömürgeci paradigmalarından kaynaklanmaktadır. 

Kapitalizmin ilk biçimi olan Merkantilist yaklaşıma göre bir ülkenin kazancı, diğer ülkenin zarar etmesiyle sağlanır. Bireyler, sosyal gruplar ve ülkeler arasında menfaat çatışması anlayışını benimseyen sömürgeci mihraklar, kendi ülkelerinin dışındaki coğrafyalarda farklılıkları sürekli çatışmanın dinamiği haline getirdiler. Merkantilist yaklaşımlarıyla bilinen Fransız Michel de Montaigne’ye göre“..bir şahsın sağladığı kâr diğerinin zarardır… Diğerinin zararına yol açmadan birinin kâr elde etmesi mümkün değildir”12.  Farklılıkları    kendi   ülkelerinde birleştirici ortak paydaları artırmak için kullanan ırkçı-tekelci mihraklar din, dil, inaç ve kültürel farklılıkları, bölmek, ayrıştırmak ve çatıştırmak için kullandılar13. Halen bu tür stratejileri coğrafyamızda uygulamaya gayret etmektedirler. Çünkü bu anlayışa göre güçlü olmak haklı olmanın nedeni kabul edildiği gibi menfaat da haklı olmanın temel dayanağı sayılmaktadır14.

Kuvetli olmayı haklı olmanın nedeni sayan sömürgecilerin anlayışı ile dünyanın bu merkez coğrafyasında barış ve dayanışma tesis edilemez. Çünkü bu coğrafyada çatışma ve ayrıştırma devam ettikçe onlar daha fazla kazanacak ve coğrafyamızda yaşayanlar ise, kaybedeceklerdir. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında kaybeden taraf coğrafyamızın insanları olmuştur. İran ve Irak Savaşlarında bölge ülkeleri hem insan, hemde iktisadi açıdan büyük zararlara uğratıldılar. Bölgedeki kaynaklar, demode olmuş silahların alımında çar çur edilmiştir. Körfez ülkelerinin Batı bankalarındaki birikimleri el değiştirdiği gibi bölge ülkelerinin gelirlerine adeta borçlandırma yoluyla el kondu. Afganistan ve Irak’ın işgali coğrafyamızda yüzbinlerce insanın ölümüne yol açtı. Bu hile ve desiselere dayalı sömürgeci politikalar uygulanarak Suriye, Yemen ve Libya’da yüz binlerce masumun ölümüne ve bu ülkelerin kaynaklarının talan edilmesine ortam hazırladı. Yoksulluk ve sefaleti yaygınlaşdırıldı15.

12 Stanley L. Brue, The Evolution of Economic Thought, Beşinci Baskı, theDryden Yayını, Londra, 1994, s. 19.

13 Arif Ersoy, a.g.e., 2015b, s.140.

14 Arif Ersoy, a. g.e., 2018, s.148-149.

15 Arif Ersoy, a.g.e., 2015b, s.177-178. 

 

 

 

 

 

 

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 12 - 02.04.2020

 

YARGI SİSTEMİNİ HIZLANDIRACAK VE YÜKÜNÜ HAFİLETECEK ÖNERİMİZ;  “TAHKİM”

 Av. Bayram SAKARTEPE

            Bilindiği gibi, ülkemizin en temel üç problemini sayın denilse, herkesin ittifakla sayacağı üç problem arasında mutlaka Adaletin sağlanması, Adalet mekanizmasının hızlandırılması gelmektedir. Halkımız geç  gelen adaletin, adalet olmadığı kanaatindedir. Dolayısıyla iktidarların birinci görevi “Haklının hakkını süratle alıp, kendisine iade etmektir. Milletimizin beklentisi de bu yöndedir.

            Masanın karşı tarafından, yani Yargı camiası açısından baktığımız da ise, mahkemelerin iş yükü bir insanın kaldıracağının çok üstünde olup, ortalama bir dosyaya dört ayda bir duruşma sırası gelmektedir. Hakimlerimiz ortalama her gün elli dava dosyasına bakmak zorunda kalmaktadırlar. Duruşma günlerinde, her dosyaya birkaç dakika ayırarak, ancak çok sınırlı sayıda dosya bitirilebilmektedir.

          Aslında son 15 yılda ülkemizdeki adliyeler fiziksel olarak fevkalade yenilenmiş, imkanları artırılmıştır. Özellikle Adliye binaları daha önce, Hükümet konaklarının zemin katlarında birkaç odadan ibaretken, son dönemde, büyük ve gösterişli Adalet Sarayları yapılmıştır. Örneğin İstanbul Çağlayan Adliye Binası Avrupa’nın; İstanbul Anadolu Adalet Sarayı ise Dünyanın en büyük Adalet Sarayları arasında ilk sıralar da gelmektedirler.

          Ayrıca  Hükümet, adalet teşkilatında görevlendirilmek üzere binlerce personel almaktadır. Bununla birlikte, Hükümet hukuk davalarında, arabuluculuk, ceza davalarında uzlaştırmacılık kurumlarını dava öncesi zorunlu hale getirmiştir. Buradaki amaç ise mahkemelerin iş yükünü, tarafları sulh olmaya davet ederek, hafifletmektir.

            Ancak maalesef ki bu fiziki ve insan kaynağı açısından iyileştirmeler adalet mekanizmasını hızlandıramamış ve milletimizin beklentilerine cevap verememiştir.

            Yeniden Refah Partisi olarak, Adalet mekanizmasının hızlandırılması ve toplumdaki adalet duygusunun tatmini; her şeyden önemlisi ise Adalet mekanizmasına duyulan güvenin bir an önce tesis edilmesi gerektiğini ifade etmek isteriz. Bunun için ilk önerimiz, “Tahkim” sistemini etkinleştirmektir.

           Milli Görüş’ün hukuk anlayışında, vatandaşlar arasında ”Akit Serbestisi” ilkesi hakimdir. Yani Devlet vatandaşlarına belli bir sözleşme şeklini dayatmaz. Taraflar özgürce istedikleri sözleşmeyi yapabilirler. Bu sözleşmeden dolayı, aralarında ihtilaf çıkarsa, o zaman Devlet mekanizması devreye girmektedir. Burada önerilen “Tahkim Kurumu”nu işletmektir. Taraflardan her biri, birer tane hakem atarlar. Bu iki hakem bir araya gelerek, problemi ittifakla çözmeye çalışırlar. İttifak edemezlerse, iki hakem, bir baş hakem atarlar ve böylece 3 kişilik hakem heyetinin kararı ile ihtilaf neticelenmiş olur.

            Bu mekanizma hayata geçirildiğinde, öncelikli olarak ihtilaflar hızlı ve ucuz çözülmüş olacaktır. Bu ise Mahkemelerin iş yükünün çok büyük bir kısmını alacaktır. Uluslararası Hukukta aktif bir mekanizma olarak işleyen Tahkimi, yani hakemlik sistemini iç hukukta da etkin hale getirmemiz gerekmektedir.

            Bizim iktidarımızda avukatlar ve emekli hakimler arasından seçilecek “Hakemler” ile hakemlik yani tahkim müessesesini işler hale getireceğiz. Hakemlerin verdiği kararlar yerel mahkeme kararı hükmünde olacaktır. Bundan dolayı, taraflardan birisi isterse, bir üst yargı yoluna denetim için götürebilecektir (Temyiz). Yine bu kararlar İlam hükmünde olacağı için, hükmü yerine getirmeyen taraf için cebri icra yoluna da başvurulabilinecektir.

           Yargıyı hızlandıracak pek çok çözüm üretilebilir ancak, Milli Görüşçüler olarak ülkemizde ve Dünya’da adaletin sağlanmasının en etkili yolunun “Önce Ahlak ve Maneviyat” anlayışının kalplere yerleşmesinden geçtiğinin bilincindeyiz. Herkesin başına bir polis dikme imkanı mevcut değildir. Müftü fetva verse de bir de kalbine sor, prensibiyle, kul hakkı ve ahiret bilincine sahip nesiller yetiştirmek zorundayız. Hakkı ve Hukuku bilen insanların yaşadığı bir toplumda zaten mahkemelere ve adalet mekanizmasına fazla iş kalmayacaktır.

 

              İNFAZ İNDİRİMİ (AF) YASASI

        Dünya ve ülkemiz normal bir süreçten geçmiyor. Bugünlerde tarihte az görülen salgın hastalık tehlikesi ile mücadele edilmektedir. Tüm hükümetler, mevcut krizi en az hasarla atlatmak amacıyla birtakım tedbirler almaktadırlar.

           Şu anda TBMM’de görüşülen infaz yasasındaki değişiklik önerisini, bu kapsamda değerlendirmek gerekmektedir. Bu düzenleme, infaz yasası değişikliği olarak gelse dahi sonuçları itibarıyla toplumda dolaylı ve kısmi bir af şeklinde algılanmaktadır.

           Yeniden Refah Partisi  olarak, toplumun adalet duygusunun tatmini açısından af yetkisinin suçtan  zarar görende (Mağdur tarafta) olduğu kanaatindeyiz. Bu ilke çerçevesinde Devlete karşı işlenen suçlarda affetme yetkisinin Devlette; Şahıslara karşı işlenen suçlarda da affetme yetkisinin, bu suçtan zarar gören mağdurda, yani şahıslarda olması gerekmektedir.  Geçmiş yıllarda olduğu gibi, Hükümetlerin şahısların yerine geçerek,  mağdurlar yerine af yetkisini kullanması, toplumdaki adalet duygusunu zedelemektedir. 

               Bizim iktidarımızda, şahıslara karşı işlenen suçlar, ancak suçtan zarar gören yani mağdurlar tarafından affedilecektir. Mağdurun rızası olmadan bu suçlara af getirilmeyecektir.

 

“BİZİ BİZ YAPAN AİLE DEĞERLERİMİZİ ÇİĞNEYEREK HAYATTA KALMAK,  İÇİMİZDEKİ İNSANI ÖLDÜREREK YAŞAMAK DEMEKTİR”

Koronavirüs salgını nedeniyle İNSANLIK olarak büyük bir sıkıntıyla karşı karşıyayız.  Virüs salgını ülkemizi ve tüm dünya ülkelerini maalesef ki tam bir kaos ortamına sürüklemiştir.

Virüs krizi öyle bir noktaya ulaştı ki, hastalık bulaşması korkusuyla birçok insan en sevdiklerinden bile kaçar oldu.

Elbette ki bu noktada bilim insanlarının, uzmanların, doktorlarımızın tavsiyelerine kulak vermek ve alınan tüm tedbirlere titizlikle uymak son derece önemlidir.

İnsan hayatının ve sağlığının korunması ve bu yolda “Tedbire tevessül”  inancımızın bir gereğidir.

Bilindiği üzere ülkemizde bu salgın hastalık nedeniyle 65 yaş ve üzerindeki büyüklerimize koruma amaçlı olarak sokağa çıkma yasağı getirilmiştir.

Bu yasak kapsamı içerisinde olan bazı büyüklerimiz, ya salgının etkilerinden yeterince haberdar olmadığı için veya bu konuda yeteri kadar hassas davranmadığı için sokağa çıkma yasağına riayet etmeyebiliyor, alınan tedbirlere uymayabiliyorlar. 

65 yaş üzeri bazı büyüklerimizin bu tutumları, gençlerimizi büyüklerimize karşı ‘sorumsuz ve saygısız’ davranmaya asla ve asla itmemelidir. 

Unutmayalım ki, AİLE BÜYÜKLERİMİZ VE YAŞLI AMCA VE TEYZELERİMİZ Tüm dünyanın maruz kaldığı ve mücadele ettiği “Pandemi”nin sebebi ve sorumlusu değil,  mağdurlarıdır...

Yaşlılarımıza karşı Virüsün kaynağı onlarmış gibi bir davranış içerisine girmek, hem bilimsel olarak yanlıştır hem de her şeyden önce dini ve kültürel değerlerimizin asla kabul etmeyeceği  büyük bir ahlak yoksunluğudur.

Büyüklerimizi inciterek hayatta kaldığımız bu fani dünyada huzur bize haram olur, yaşadığımız hayattan bize de bir hayır gelmez.

“Cenabı Allah’ın rızasını kazanmanın yolu, ana-babalarımızın rızasını kazanmaktan geçer” 

Çok iyi bilmemiz gereken bir gerçek de işte budur.

Onların değerini bilmez, onlara saygıda hürmette kusur edersek, biz de evlatlarımızdan aynısını görmeden bu dünyadan göçmeyiz.

Yaşlılarına hürmet etmeyen, onlara eziyet eden bir toplum olursak, bu virüsten daha büyük musibetlere de duçar oluruz, Allah muhafaza buyursun …

Asırlar boyunca ahlakıyla, aile hayatıyla tüm dünyaya örnek olmuş bir millet olarak bizlere küçüklerimizi sevmek, büyüklerimize de hürmet etmek yakışır; ecdadımızın 1000 sene boyunca üç kıtaya adalet medeniyet ve ilim götürürken bağlı olduğu düsturlardan bir tanesi de işte budur.

EN BÜYÜK MEDENİYET ÖRNEĞİ; KUL HAKLARINA SAHİP ÇIKMAK, VE TÜM İNSANLIĞA ŞEFKAT VE MERHAMET GÖSTERMEKTİR.

Allah’ın izni ile, bilim adamlarımızın geliştireceği ilaçlar ve tüm sağlık çalışanlarımızın gayretli çalışmaları neticesinde KORONAVİRÜS de bitecek, bu sıkıntılı günler de geçecek İnşallah ...

YETER Kİ BİZ, BİZİ BİZ YAPAN DEĞERLERİMİZDEN ÖDÜN VERMEYELİM, SEVGİ VE MERHAMET DUYGULARIMIZI KAYBETMEYELİM.

Tüm gençlerimizi; bu zor günlerde aile büyüklerine karşı hata yapmamaya, onlara en güzel şekilde hizmet etmeye, ihtiyaçlarını karşılamak için seferber olmaya davet ediyoruz.

EMİN OLALIM Kİ, HEPİMİZ ANNE BABAMIZA YAPTIKLARIMIZIN AYNISINI EVLATLARIMIZDAN GÖRECEĞİZ.

Kendimize reva görmeyeceğimiz incitici ve kalp kırıcı yanlışları AİLE BÜYÜKLERİMİZE BİZ YAPMAYALIM.

 

 

       
 

 

 

COVID-19 VE YAŞANAN MED-CEZİRLER

 
Doğan Bekin

Dönemin en büyük sarayını inşa eden Fransa Kralı Louis XIV, ne yazık ki sarayda istihdam edilen binlerce kişi için öngörülen 300 kadar porselen ördek, saraydakilerin ihtiyacına cevap vermekten uzak olmakla kalmıyor, aynı zamanda Versailles Saray’ı içerisinde ağır ve yoğun bir kokunun oluşmasına neden oluyordu.

Saray çalışanlarının bir kısmı ağır kokuyu absorbe edebilmek adına vazolarda portakal çiçeğini absorban olarak yetiştirme yoluna gidiyorlardı.  Kral Louis XIV ise, yıkanma fobisi  (ablutophobia) yüzünden saray temizliğinin haftada bir yapılmasını emrediyordu. Kendisi de birkaç ayda bir yıkandığı için Versaillles’te istihdam ettiği peruk imalatçılarının yaptıkları perukları kullanırdı.

Ünlü Fransız Diplomat ve Anı Yazarı, de Saint-Simon Dükü Louis de Rouvroy, kaleme aldığı Louis XIV’ın Versailles’i kitabında, Prenses d’ Harcourt’un yürürken küçük…. yaptığını ve hizmetçilerinin onun arkasından yerleri temizlediklerini belirtiyor.

Oysaki yüce dinimiz 1400 yıldan beri temizliği öngörüyor bizlere. Büyük fedakârlık içerisinde gecelerini gündüzlerine katan değerli sağlık çalışanları da virüs konusunda önleyici kural olarak sürekli temizlikten dem vururken, her ne hikmetse Peygamber Efendimiz S.A.V. tarafından ifade buyurulan ‘Temizlik imandandır’ hadis’i ve beş vakit abdest bağlamında bu konunun gündeme taşınması yönünde asıl söz söylemesi gereken din âlimlerinin suskunlukları gözlerden kaçmamaktadır.

Savaşın biçim ve içeriğini değiştiren korona virüs hamlesinin sıcak veçhesi konusunda zihinler hala bulanık ve büyük bir kavram kargaşası yaşanıyor. Oysaki bugün yaşananlar adı konmamış üstü örtük bir savaşın tezahürü olup, bildiğimiz savaşlardan çok öte ve farklı varyasyonlu yeni dengelerin ortaya çıkmasına neden olabilecek kapasite ve boyutta seyretmektedir. 
Amerika’nın 1930’larda yaşadığı büyük buhranlı dönemi kaleme alan Horace McCoy’un romanından esinlenerek sinemaya uyarlanan “Atları da Vururlar” (They Shoot Horses) filminde olduğu gibi vahşi kapitalizmin ayak izlerini COVID-19’da da görmek mümkündür. Ama bir farkla; bu virüsün bir bumerang olup kendilerini de büyük bir dip dalga ile vurabileceğini belki de hesaba katmamışlardı.

Özellikle Çin, bir yandan ABD’yi suçlarken, diğer yandan bu virüsün enfekte ettiği yedi buçuk milyon Wuhanlı’nın 21 Ocak 2020 tarihine kadar Wuhan dışına çıkışına göz yumarak bir bakıma bunun pandemik olmasına da göz yummuş veya ihmalkar davranmıştır. Sadece 1 Ocak 2020’ye kadar 900 Çinli’nin New York kentine seyahat etmiş olması gözlerden kaçmamaktadır. Özellikle COVID-19’un New York’ta hızla yayılması son derece anlam ifade etmektedir.
New York kentindeki beyaz ırkın üstünlüğü yanlısı örgütlerin virüs konusunda Siyonizm’i imlemeleri de bir başka önemli gelişmedir.

   
 

 

 

 

DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZİN DÜNYA GÖRÜŞÜ:

FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ

Prof.Dr. Arif ERSOY*

 

4.    DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZDE FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ

Toplumların ortak inancı ve değer ölçüleri, tarihi birikimi, kültürel ve doğal çevreleri de toplumların ortak davranışlarını ve bu davranışları tanzim eden kurumsal yapılarını şekillendirir. Bundan dolayı, farklı bir medeniyetin dünya görüşüne göre oluşturulan kurum ve kuralları, başka bir medeniyetin dünya görüşüne inanan bir topluma aynen aktarılması sorunlara, çelişki ve yozlaşmalara yol açar. Toplumsal   bozulma ve yozlaşma zamanla dayanılmaz boyutlara ulaşır. Farklı bir dünya görüşü ve değer ölçülerine göre oluşturulan kurum ve kuruluşların işleyişini anlayamayan kitleler bu ithal kurumsal yapı ile bütünleşemezler. Dışarıdan ithal edilen bu kurumsal yapı, halkın sosyal yardımlaşma ve dayanışma bilincini zaafa uğratır. Çünkü milli olmayan ve taklit edilen eğitim değerlerine göre eğitilmiş olan bürokratların zihnen sömürgeleştirilmesi kolaylaşır. Bu tür bürokratlar, kendi değerlerine zamanla yabancılaşırlar. Halkın sahip olduğu dünya görüşü ve değer ölçüleriyle adeta kavgalı hale gelebilirler.

 

Doğrudan sömürgeleştirilemeyen böyle ülkelerin zihni sömürgeleşmeye maruz kalan bürokratları, zamanla halkın inancı ve değer ölçülerine yabancılaşırlar. Milletin sahip olduğu devletin imkanlarını millete karşı kullanırken sömürgecilerin lehine işleyen politikaları uygulamayı bir çeşit ilericilik kabul ederler. Böylece millet, kendi devletiyle kavgalı hale gelir. Sömürgecilerin zihniyetini temsil eden bürokratlar, sorun çözecekleri yerde sorun üretirler. Sorun üreten baskı ve dayatmacı bürokratlar, ülkenin beşerî ve doğal kaynaklarını harekete geçiremezler. Aslında zengin beşeri ve doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen halkıyla devleti bütünleştiremeyen yönetimler, ülkelerindeki beşerî ve doğal kaynakları harekete geçiremezler. Böylece beşeri ve doğal kaynakları bakımından potansiyel olarak zengin olan ülke veya ülkeler zamanla borçlanır ve yoksullaşır.

 

Bugün ülkemizde ve coğrafyamızda ortak dünya görüşümüz ve değer ölçülerimizin biçimlendirdiği düşünce geleneğimizin “farklılıkta birliği” sağlayan fikri temelleri yeniden keşfedilir ve bu değerlere göre yeni stratejiler geliştirilir ve uygulanır ise, milli birlik ve bütünlüğümüz daha da güçlendirilir; kültür coğrafyamızda yaşayan kitlelerin arasında yardımlaşma ve dayanışma bilinci geliştirilir ve yaygınlaştırılır. Milletimiz geçmişte bu alanda öncülük yaptığı gibi gelecekte de öncülük edebiliriz. Zaten coğrafyamızda farklı ülkelerde yaşayan ve farklı dilleri konuşan ve farklı inançlara sahip olan insanlar, düşünce geleneğimizi oluşturan ilkelere yabancı değillerdir. Farklılıkta birlik ilkelerinin paylaşıldığı kültür coğrafyamızda geçmişte sağlanan yardımlaşma ve dayanışma gelecekte de sağlanabilir. Böylece hem ülkemiz hem de coğrafyamız barış ve istikrara kavuşturulabilir. Düşünce geleneğimizin farklılıkta birlik içinde yaşamanın fikri temelleri aşağıdaki başlıklar altında özetle anlatılmaya çalışılacaktır.

 

4.1.        Yerellik ve Evrensellik ilkesi

İslam’ın temel ilkelerine göre insanın yaradılış gayesi, önce kendi nefsini ıslah ederek yeryüzünün ıslah ve imarına katkıda bulunmaya gayret etmektir. Birey olarak insanın görev ve sorumlulukları, önce nefsine, ailesine, akrabalarına ve komşularına yöneliktir. Yaşadığı yerleşme yerindeki insanlara karşı görev ve sorumluluğunu yerine getiren insan, mensup olduğu ülkenin ve hatta bütün beşeriyetin iyliği için çalışması temel görevidir. Aile düzeyinde başlayan yardımlaşma ve dayanışma gayretleri, fertler ve sosyal gruplar arasında halkalar halinde en ufak yerleşme birimlerinde, kentler, bölgeler, ülkeler ve küresel düzeyde de devam etmelidir.

 

Varlık aleminde en ufak atom ve hücreler arasında bulunan ahenk, denge, yardımlaşma ve dayanışma, gezegenler ve galaksiler arasında nasıl devam ediyor ise; birey, aile, sosyal guruplar, kentler ve ülkeler arasında da devam etmelidir. Çünkü bütün beşeriyete hitap eden İslam Dini, yeryüzünde barış ve dayanışmayı sağlayan, ıslah ve imar etmenin yol haritasıdır. Bu yol haritasını takip edenler, insanlık tarihi boyunca bulundukları yerleri ve yaşadıkları coğrafyaları imar ve ıslah etmişler; toplumsal hayatın her aşamasında barışı tesis ederek sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı sürekli hakim kılmaya gayret etmişlerdir.

 

Peygamberimizden önce gelen peygamberlerin insanlığa tebliğ ettikleri mesajları belli bir bölgeye, belli bir ırk veya topluma yönelikti. Peygamberimizin mesajı ise evrenseldir. Bölge ve ırk farkı gözetmeden bütün beşeriyeti kuşatmaktadır. Ahir zaman peygamberi olarak Hz. Muhammed’in (a.s.) mesajı, kıyamet gününe kadar bütün insanlığa; ülke ve bölge farkı gözetmeden bütün beşeriyete yöneliktir. O, evrensel birlik ve dayanışmayı ilk defa dünya gündemine getirmiştir16.

 

Ortak kültürümüzde ve düşünce geleneğimizde öncelikle ailemizin, komşularımızın, bölge ve ülkelerimizin iyiliği için çalışırken bütün insanlığın iyiliği ve faydası için de gayret edilmesi her insan için temel bir görev kabul edilir. Bugün de ayrıştırıcı değil, birleştirici yardımlaşma ve dayanışmayı önceleyen ortak gayretler, coğrafyamıza ve küresel düzeye de taşınabilir. Çünkü düşünce geleneğimizde Yunus Emre’nin ifadesiyle “Yaradandan ötürü bütün yaratılanları severiz”. Düşünce geleneğimizde insanlık bir bütün olarak kabul edilir. Ahmed Yesevî’ye göre “hiç kimseyi incitmemek sünnetir”17. Kendimizi beşeriyetin bir parçası sayarız.

 

4.2.        Farklılıkların Çatışmanın Değil, Dayanışmanın Nedeni Olması İlkesi

Düşünce geleneğimizde Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın çocukları olan bütün insanların farklı dilleri konuşması, farklı din ve ırklara mensup olması doğaldır. Kur’an’ın bütün insanlığa hitabı, “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.  Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz takva sahibi olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır

 

18. Tehlikelere karşı koruyan kabı veya korunağı ifade eden “vikaye” kökünden türetilen “tava” sahibi olan insana “muttaki” denilir. Muttaki insan, İslam’ın temel ilkelerine uyarak dünyada kendini kötülüklerden ve ahirette ise, Allah’ın azabından koruyan insandır.

 

Hz. Muhammed (a.s.) bir kabilenin, bir ırkın peygamberi değildir. O, insanlık tarihi boyunca çatışmaların kaynağı olan ırkçılığı ortadan kaldırdı. Ona göre her insan, atalarının yaptığı iyiliklerle övünebilir. Fakat ırkçılık yaparak diğer insanları dışlayamaz. Düşünce geleneğimizin temel ilkelerinden birisi de kim olursa olsun; her insana karşı saygılı davranmak ve onların temel hak ve özgürlüklerini gözetmek insanî bir görevdir. İnsanı yücelten yaptığı işin iyi (amel-i salih) olmasıdır. Üstünlük, insanlara faydalı olma, her çeşit haksızlığa ve baskıya karşı tavır alma gayretleriyle elde edilir. İyi (irfanlı) insan, başkasına zulmetmeyen ve kendisine zulmedilmesine rıza göstermeyen insandır. İyi insan, ahlak ve kültürel faaliyetlerde ve sanatta iyi ve güzeli öne çıkarmaya gayret eden, ilimde doğruların ortaya konması için çalışan, iktisadi faaliyetlerinde sahip olduğu kaynakları israf etmeden faydalı olan mal ve hizmetleri üreten ve siyasette ise, insanların temel haklarına saygılı olan ve adaleti tesis etmek için uğraşan insandır19.

 

4.3.        Akli Deliller ile Nakli Delillerin Birlikte Kullanılması İlkesi

Peygamberimiz, insanlığa karşılaşılan sorunların çözümünde akli deliller ile nakli (vahiy kaynaklı) delillerin birlikte kullanılmasını öğretmiş ve uygulamalarıyla göstermiştir. O, akılla nakli, ilimle vahyi birleştirmiştir. Düşünce geleneğimizde de karşılaşılan sorunları çözmede aklımızı sonuna kadar kullanırız. Gözlemlerimizi göz önünde bulundurarak vardığımız neticeyi de nakli delilleriyle test ederiz. Çünkü Peygamberimizi izleyen arkadaşları (sahabeleri) ve Hicretin ilk dört yüzyılında yetişen İslam alimleri, Kuran ve hadislere dayanarak sorun çözme yöntemlerini (Usul-u Fıkhı) geliştirmişlerdir20. Sorun çözmede akli ve vahiy kaynaklı delilleri birlikte kullanmışlardır.

 

İslam Fıkhı’na göre ilim, kâinatta cereyan eden doağl kanunların insan tarafından keşfedilmesidir.  Fizik ve Kimya gibi akli-doğal bilimlerin ilkeleri kâinatta var olan doğal kanunlardır. Bu doğal kanunları fizikçi ve kimyagerler keşfetmektedirler. Doğal kanunları koyan (vazı-ı) da ve peygamberler yoluyla beşeriyete gönderilen vahye dayan kanunlarını belirleyen de Allah’tır. Bundan dolayı İslam’da akli deliller ile vahy-i deliller arasında çatışma ve çelişki yoktur. Çünkü insana akıl veren de kâinatı yaratan da aynı Allah’tır. Kâinattaki doğal kanunlar da Allah’ın ilim ve kudretin gösteren mücessem ayet ve delillerdir21.   Bu bakımdan kâinatta var olan her varlık İlahi kudreti gösteren bir ayettir. Bu bakımdan kâinat, adeta bir ilahi kitap gibidir. Bundan dolayı doğal (kevni) kanunlar Kur’an ile çelişmezler22. Kur’an adeta kâinat kitabının bir özetidir. İlim adamlarının ilmi gerçekleri keşfetmek için geliştirdikleri teoriler ilim değildir. İlmi gerçekleri keşfetmek için teorisyenler tarafından geliştirilen birer yöntem ve merdivenlerdir. Bu teoriler, ilmi gerçeklerin keşfedilmesine vesile olur ise, o zaman ilim haline gelirler.

 

İslam tarihi boyunca tevhid ve adalete inan âlimler, akılla vardıkları neticeleri dört temel delil (edile-i erba’aya) ile test ederek karşılaşılan sorunlara çözüm üretmeye gayret etmişlerdir.  Bundan dolayı Müslüman âlimlerin ekseriyeti, kimsenin şahsi menfaat ve ikbaline hizmet edecek ve beşeriyeti hile ve desiseler ile kandıracak teorileri bilerek üretmemişlerdir. İlim ile hidayeti birleştiren alimler feraset (öngörü) sahibi yol gösteren rehberler olmuşlardır. Onlar, insanların hak ve adalet bilinçlerini geliştirerek yeryüzünün imar ve ıslahına katkıda bulunma irade ve azimlerini artırmışlardır. Düşünce geleneğimizin temel ilkelerine inanan âlimler gelecekte “farklılıkta birlik” ilkelerine göre geliştirecekleri strateji ve politikalarla kültür coğrafyamızda yardımlaşma ve dayanışmayı arttıracaklar ve karşılaşılan sorunlara yeni çözümler üreteceklerdir. Âlimlerimiz geçmişte olduğu gibi gelecekte de inançlarını düşünceye, düşüncelerini söylemlere ve söylemlerini de eyleme dönüştürerek diğer insanlara örnek olacaklar ve coğrafyamızın makus talihini değiştirmede rehber olma görevlerini üstleneceklerdir.

4.4.        İnsanın Eyleminin İnsanı İyi veya Kötü Kılma İlkesi

Hz. Muhammed’den (a s.) önce insanlar iyi veya kötü kabul edilirdi. İnsanların doğuştan günahkâr ve kötü olduğuna inanılırdı. Mücadelenin kötü insanlarla iyiler arasında cereyan ettiği varsayılırdı. Hz. Muhammed (a.s.), doğuştan bütün insanların İslam fıtratı üzerinde doğduğunu, “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar da, sonradan baba- annesi onu Yahudi veya Mecusi yahut ta Hristiyan yapar”23 hadisi ile ifade etmiştir. O, ırklarına, soy- soplarına bakılmaksızın bütün insanların doğuşta (fıtraten) iyilik yapma eğilimine sahip olduklarını ilân etti.

 

Buluğ çağına gelen insanın ahlaki eylemleri kötü ve çirkinse, bilgileri yanlış, ürettikleri mal ve hizmetleri insan için zararlı, siyasi faaliyetleri haksızlık ve zulme yol açıyor ise, kötü insandır. İyi insan olmak için bu kötü eylemlerden vazgeçilmesi gerekir. İnsan özü itibariyle kötü değildir. İnsanı kötüleştiren kötü eylemleridir. Şayet insanların eylemleri ahlâken iyi ve güzel, ilmen doğru, iktisaden faydalı ve yaralı, siyasetten de adil ise o insan iyi insandır. İnsanı üstün kılan yaptığı iyi (amel-i salih) işlerdir.

 

Düşünce geleneğimizi biçimlendiren Kur’an, beşeriyeti iyilikte ve Hakk’a teslim olmada yardımlaşmaya, kötülük ve düşmanlıkta ise, yardımlaşmamaya davet etmektedir. Kur’an bu hususu, “bir topluma karşı olan kininiz, sizi saldırıya sevk etmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir”24ayeti ile açıkça ifade etmektedir. Hz. Muhammed (a. s.), insanlık tarihi boyunca birey ve toplumlar arasında devam eden mücadeleyi insanların şahıslarına değil, eylemlerine yöneltmiştir. Her insan, hidayete erer ise, iyi ve güzel işler yapar. Tevhid ve adalet ilkelerinden ayrılır ise, yani dalâlete düşer ve hidayeti kararır ise, kötü işler yapar. Kötülük insanın özünden değil, eyleminden ve yaptığı işin kötü olmasından kaynaklanmaktadır25

 

Düşünce geleneğimizin temel ilkelerinden biri de esas olan iyi ve güzelde, doğruda, faydalıda ve adalette herkes ile yardımlaşmak ve dayanışmaktır. Kötülükte, çirkinlikte, yanlışta, sömürüde, haksızlık ve düşmanlıkta başkalarıyla işbirliği yapmamaktır. Bu ilkelere dayanılarak coğrafyamızda çatışma değil, yardımlaşma ve dayanışma öne çıkarılmış ve asırla boyu vakıf kurumları yoluyla toplumun katmanları arasında yardımlaşma ve dayanışma yaygınlaştırılmıştır.

 

 

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 13 - 08.04.2020

TARIM ÜLKEMİZİN BEKA MESELESİDİR

Türkiye Koronavirüs salgını nedeniyle son derece zor bir süreçten geçiyor.  Bu süreçte İnsanlar lüks tüketim ihtiyaçlarını erteleyebilirler. Yeni araba alma ihtiyacını erteleyebilir, tatile gitmeyi, yeni bir kıyafet veya telefon almayı erteleyebilirler. Ama hiç kimse beslenmesini erteleyemez. Beslenmek ve hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu temel gıda maddelerini almayı erteleyemez. Bu temel gıda maddeleri de tarımsal üretim ile elde edilir.  (Buğday, nohut, mercimek, domates, biber, patates gibi.)

Bu nedenle tarımsal üretim yapan üreticilerin evine kapanma, tarlaya gitmeme şansı yoktur.

TARIM ERTELENEMEZ  !!

Fakat çiftçimiz virüs krizinin meydana getirdiği olağanüstü durum ve ağır ekonomik şartlar nedeniyle önümüzdeki 1-2 ay içinde ekim-dikim-budama işlerini gerektiği gibi yapamaz ise, sezonu geçirirse, sonrasında istese de ekim-dikim yapamayacaktır.

Böylesi bir durum da ülkemiz ve milletimiz açısından son derece sıkıntılı sonuçlara sebep olacaktır.

“Efendim biz de üretim yerine şimdiye kadar yaptığımız gibi ithalatla sorunu çözeriz” DİYEMEYİZ, ÇÜNKÜ KORONAVİRÜS SALGINI NEDENİYLE TÜM DÜNYADA OLAĞANÜSTÜ TEDBİRLER VAR, bu nedenle de tarım ürünlerinin, temel gıda maddelerinin ithalatında aksamalar yaşanması kuvvetli bir ihtimaldir.

Örneğin Rusya, Kazakistan ve Kırgızistan dün itibariyle tarım ürünü ihracatını durdurduklarını açıkladılar … Kazakistan’ın bizim de yıllardır büyük oranda buğday ithal ettiğimiz bir ülke olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekir.

Bu sebeple bu zor günlerde Devletimiz tarafından yerli tarım üretimi ciddi şekilde desteklenmeli ve teşvik edilmeli,  Çiftçilerimize yönelik acil bir ‘özel destek paketi’ açıklanmalıdır.

-       Çiftçimizin Tarım Kredi kooperatifleri borçları ertelenmelidir.

-       Bu borçların faizleri silinmelidir.

-       Hali hazırda borcu olan çiftçimizin kredi limitleri yükseltilmeli,  “faizsiz”,6 ay geri ödemesiz finans desteği sağlanmalıdır.

-       Tarımsal üretimde kullanılan mazottan alınan vergi acilen sıfırlanmalıdır.

-       Tarım ürünlerine en yüksek düzeyde taban fiyatları bugünden ilan edilmelidir.

-       Devlet gerekirse çiftçinin üreteceği tüm ürünler için alım garantisi vermelidir.

-       Şu anda gübre, ilaç, makine ekipman, sulama malzemeleri ile ilgili vadeli satışlar neredeyse tamamen bitti, tüm satışlar nakde döndü ve çiftçimiz bu ürünleri satın alamıyor. Tarımsal üretimin sekteye uğramaması için bu duruma acilen bir çözüm üretilmeli, içinde bulunduğumuz olağanüstü şartlara uygun mücbir sebep destek paketlerinin önü açılmalıdır.

-       Bu kritik dönemde tarımsal üretimin devamlılığını sağlayabilmek için çiftçimizin icra ve hacizlerden kurtarılması gerekir. Çiftçimize yönelik, kamu kaynaklı her türlü haciz ve icra işlemleri net bir şekilde en az bir yıl ertelenmelidir.

 

BU NOKTADA DİĞER ÖNEMLİ BİR KONU DA, TARIMDA ÇALIŞAN MEVSİMLİK İŞÇİLERDİR …

Tarımsal üretim ve hasadın yapılabilmesi için, birçok üretim bölgemizde mevsimlik işçilere ihtiyaç var.

Ülkemizde Mevsimlik işçiler genellikle güney doğudan geliyor. FAKAT koronavirüsü nedeniyle şehirlerarası ulaşıma sınırlama getirildi. Bu insanlarımızı örneğin Urfa’dan İzmir’e nasıl getireceğiz ??

İlgili Valiliklerden izin alarak otobüslerle taşındığını var sayalım, bu sefer de sağlık kontrolleri nasıl yapılacak ??

Mevsimlik işçiler, aile boyu, kundaktaki bebeğiyle, 80 yaşındaki dedesiyle yediden yetmişe ma-aile çalışmaya giderler.

Bugüne kadar derme çatma çadırlarda oldukça zor şartlarda, yerine göre 10-15 kişi birlikte kalıyorlardı.

Şu anda virüs nedeniyle bu şartlarda kalabilmeleri mümkün değildir.

Bu insanlarımızın barınma sorununu gidermek için hangi somut adımlar atıldı ? veya   ATILDI MI?

örneğin ülkemizin kiraz üretim merkezlerinden bir tanesi olan İzmir Kemalpaşa'da iki haftaya kadar Kiraz hasadı başlayacak. Üreticiler son derece tedirgin durumdalar. Sağlıklı bir şekilde ve zamanında hasat yapabilmek için en az dört bin, beş bin mevsimlik işçi gerekiyor. Bu insanlar nasıl taşınacak? Nerede konaklatılacak?  İşçiler getirilemez ise,  Kiraz dalında mı bırakılacak? Ürün dalında bırakılır çürümeye terk edilirse, üreticinin iflası nasıl önlenecek; halkımızın sağlıklı beslenebilmesi için son derece önemli olan meyve ihtiyacı nasıl karşılanacak ?

Sadece kiraz değil, kayısı, erik, şeftali gibi meyvelerde de hasat yapılabilmesi için, mevsimlik işçi meselesinin acilen çözülmesi gerekiyor. Çünkü, bu meyvelerin hasadında adeta zamanla yarışılıyor. Meyve belli bir olgunluğa ulaştığında toplanmazsa, çürüyor.

BÜTÜN BU SEBEPLERDEN DOLAYI;

Önümüzdeki süreçte yerli tarım üretiminin kesintisiz ve güçlü bir şekilde devamı için gerekli adımlar atılmadığı taktirde, Ülkemizin ihmal ve duyarsızlıktan dolayı telafisi mümkün olmayan zararlara uğrayabileceği bilinmelidir.

Çünkü temel gıda maddelerinin temini hayatta kalmak için zorunludur ...!!

Doğrudan doğruya milletimizin bekasıyla ilgili olan ‘temel gıda ihtiyacının karşılanması’ noktasında en önemli vazifeyi ifa eden çiftçilerimize bu zor günlerde mutlaka sahip çıkmalıyız, mevsimlik işçiler için gerekli tedbirleri acilen almalıyız.

Bu noktada en büyük desteği ve fedakarlığı da devletimizin yapması gereklidir.

 

ERBAKAN HOCAMIZIN BİYOGRAFİSİ IŞIĞINDA İKİNCİ KIRK YIL HAMLESİ

Doğan Bekin

Lider, iş insanı, sanatçı, gibi kendi alanlarında başarı eğilimlerini yakalamış veya topluma mal olmuş kişilerin yaşam öyküleri hiç şüphesiz alınması gereken derslerle doldur.

Bu nedenle, özellikle önemli makam ve mevkileri işgal edenlerin günlük tutmaları son derece önem arz etmektedir. Ne yazık ki, bizler biyografi yazma ve gelecek nesillere somut tecrübeler aktarabilme konusunda yetersiz kalıyoruz. Bu yüzden birçok gerçek ve bilgi dağarcığı bir dönem sonra nisyana terk ediliyor.

Şu da bir gerçek ki, Başbakan Prof.Dr. Necmettin Erbakan’ın  “DAVAM” kitabı için kendisiyle röportaj yapılması konusunda çok geç kalınmıştı. Erbakan Hocamız, sadece lise dönemine kadar olan yaşam öyküsünü anlatabilmişti. Belki de, karanlıkta kalmış birçok gerçeği de kendi anlatımıyla gelecek jenerasyonlara aktarma imkânı bulabilirdi. Ama ne yazık ki geç kalındığı için ömrü bunları anlatmaya kifayet etmedi. Dışarıda ise, “BİYOGRAFİ” en çok önemsenen yapıtların başında yer almaktadır.  

Geriye göz atacak olursak, Osmanlı Devleti’nin dağılmasında öncü rol oynayan İngiltere Kraliçesi Victoria’nın adı bile şu anda nisyana terk edilmiş gözüküyor. Oysaki Monica Charlot’un “Victoria The Young Queen” ( Genç Kraliçe Victoria) biyografi kitabı tarihi iz sürmede en büyük yardımcı kaynak niteliğindedir.

Bugün, Çanakkale’yi herkes konuşuyor, yazıyor, çiziyor ama Siyonist düşüncenin güdümünde hareket eden Winston Spencer Churchill’in ‘Bahriye Bakanı’ olarak Çanakkale Savaşı’nda oynadığı rolü şayet Randolph Churchill, “Young Statesman” (Genç Devlet Adamı) adlı biyografi kitabında dile getirmemiş olsaydı acaba bizlerden kaç kişi perde gerisi oyunları bilebilecekti? Asıl can alıcı nokta bu olsa gerek.

Keza, ”Bosna Kasabı” olarak tarihe imlenen Miloseviç’i betimleyen Dusko Doder ve Louise Branson’un, “Potrait of a Tyrant”( Bir Tiran’ın Portresi) gelecek nesillere ışık oluşturacak niteliktedir.

Donald Trump’ın 1980’li yıllarda yayınladığı biyografisi de onun şu andaki politikalarının yansıması niteliğindedir. O dönemlerde New York Times’ta tam sayfa yayınladığı kendi reklamda kafasında oluşturduğu ABD Başkanlık imajını görmek mümkündür.

Son dönemlerde adından sıkça söz edilen Bill Gates’in; ‘Using A Digital Nervous System, Business And The Speed of Thought” (Dijital Sinir Sistemini Kullanmak, İş ve Düşünce Hızı) adlı kitabı sadece mevcut duruma değil, geleceğe de ışık tutmaktadır. Özellikle, “ Prepare for the Digital Future” (Dijital Geleceğe Hazırlık) üzerinde durulması gereken bir gerçektir. Bu günlerde karşı karşıya kaldığımız Covid-19 sonrası için gündeme gelmesi kuvvetle muhtemel olacak olan dijital geleceğe dair nasıl bir dünyanın bizi beklediği ve buna ne kadar hazırlıklı olduğumuz büyük tartışma konusudur. Özellikle Bill Gates’in üzerinde durduğu; kurumsal istihbarat, kurumsal IQ, hipermedya, dijital yaşam biçimi  v.s.gibi konuları gelecekte gündemin önemli maddelerini oluşturacağı bir gerçek olsa gerek.

 

Bu ve benzeri kişilerin biyografileri aslında birçok gerçeği aydınlatıcı niteliklere sahiptir. Ezcümle, Biyografi gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin ikinci kırk yılına damgasını vurmaya hazırlanan Yeniden Refah’ın, küresel gelişmeler karşısında ortaya koyacağı vizyonun anahtarı için şüphesiz Milli Görüş Lideri Prof.Dr. Necmettin Erbakan’ın ortaya koyduğu vizyonun örnek alınması son derece önem arz etmektedir.

Kişilerin biyografisi yanında, birçok zorluklarla karşı karşıya kalan geçmiş siyasi partilerin de en az kişi biyografileri kadar büyük dikkatle incelenmesi ve bu gerçeklerden büyük dersler çıkarılması gerekir düşüncesindeyiz.

 

RUANDA SOYKIRIMININ 26.YILDÖNÜMÜ VE ÇAĞRIŞTIRDIKLARI  

Doğan Bekin

1994 yılında Afrika ülkesi Ruanda’da meydana gelen soykırımda Nisan 1994 -Temmuz 1994 arasında yüz gün içerisinde yaklaşık ‘sekiz yüz bin’ kişi aşırı uca bağlı “Hutular” tarafından katledildi.

Bu acımasız soykırımın üzerinden 26 yıl geçti. Hiç şüphesiz Ruanda soykırımı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen dünyanın en büyük katliamı olurken, 1995’te  Bosna Hersek’te Sırplar tarafından gerçekleştirilen Srebrenitsa Katliamı da bir bakıma İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'daki en büyük katliam" olma özelliğine sahiptir.

Bu yıl Ruanda Katliamının 26. Yıldönümü pandemik korona virüsü nedeniyle dünyanın dört bir yanında ‘sanal anma’ (virtual commemoration) yöntemi ile anılmaktadır.

Ruanda Dışişleri ve Uluslararası İşbirliği Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Sayın Dr. Richard Sezibera geçen yıl yaptığı açıklamada; Fransa ve Belçika'ya göndermede bulunarak: " Ruanda’da dil, din ve etnisite bakımından Hutular ve Tutsiler arasında hiç bir ayrım olmadığı halde sömürgeci güçler, bizi bir arada tutan tarihi yapıyı yok ettiler, tarihimizi çöpe attılar" ifadesi aslında Batı’nın gerçek yüzünü ortaya koyuyordu.

Nitekim Ruanda’da soykırım yaşanırken Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi başta olmak üzere, ABD, Fransa ve diğer güçlerin kayıtsız kalmaları ve daha sonra gelişen olaylarda Fransa’nın 200.000 Ruandalı Tutsi ve Pigmenin katliamından sorumlu tutulması dikkatlerden kaçmazken, Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın 12 Ocak 1998’de Le Figaro’ya verdiği demeçte; “Ruanda’da bir soykırım yaşanması o kadar da üzerinde durulacak bir şey değildir” ifadesi büyük yankı oluşturmuştu.

Bu arada, Ruandalı Müslümanlar’ın, Hutuların soykırımından kaçan ılımlı Huti, Tutsi ve pigmelere evlerini ve camilerini açarak birçok kişiyi korumaya almaları ve katliamları önlemek için büyük çaba göstermeleri örnek alınacak bir davranış biçimi idi. Şu anda Ruanda'da Müslümanların sayısı yaklaşık 1.5 milyona ulaşmış olup, bu da ülke nüfusunun % 10'unu oluşturmaktadır.

Bu arada Ruanda’nın başkenti Kigali’de yer alan ‘École Technique Officielle’ adlı okulda yer alan Fransız ve Belçikalı öğrenci ve öğretmenlerin tahliyesinden sonra oradaki öğrencilerin toplu olarak katledilmesi bir insanlık dramı olarak tarihe geçti.

Ruanda’da tüm bu trajik olaylar yaşanırken, Hôtel des Mille Collines’in müdür yardımcısı 1260 Tutsiyi aynen Ruanda Müslümanları’nın yaptığı gibi koruma altına alarak ölümden kurtarmıştı.

Ruanda Soykırımı’na sessiz kalan Batılılar, daha sonra Hotel Rwanda, Shooting Dogs, Shake Hands with the Devil gibi filmlere imza atarak bunu istismar yoluna gitmişlerdir.

Bosna-Hersek Savaşı sırasında katliama uğrayan Bosna Müslümanları’na yardım elini uzatan Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan ise karanlık güçler tarafından asılsız ithamlarla hedef haline getirildi. En sonunda konunun tarafı olan Boşnak yetkililerin katılımıyla Erbakan Hoca tarafından yapılan ve “matematik toplantısı” olarak adlandırılan kapsamlı basın toplantısında bütün iddialar tek tek çürütüldü.

 

 

DÜŞÜNCE GELENEĞİMİZİN DÜNYA GÖRÜŞÜ:

FARKLILIKTA BİRLİĞİN FİKRİ TEMELLERİ

Prof.Dr. Arif ERSOY*

 

4.1.        Esas Olan Zulme Karşı Ortak Tavır Alınması İlkesi

Düşünce geleneğimizde esas olan zalimlerin zulmüne karşı ortak tavır almaktır. Kur’an’ın ifadesine göre ortalığı karıştıran, fitne ve fesada yol açanlar, düşünce ve inanç özgürlüğüne tanımayan zalimlere karşı mücadele etmek hak ve adaletten yana olanların görevidir. Kin ve nefret, sadece zalimlerin haksızlık yapma ve zulüm eylemine devam etmelerine karşı alınan tavırlardır. Eğer zalimler zulüm eyleminden “vazgeçerlerse, düşmanlık ancak zalimlere (eylemlerine) karşıdır”26, ilkesinden hareketle onlara karşı düşmanlığımız son bulur. Müslüman olduğu için kız kardeşini evine öfke ile giden ve onu hırpalayan Hz. Ömer (r.a.) gibi Dar-ul Erkamda peygamberimizin yanına gidince Kelimeyi Tevhid ’i dili ile okur ve kalbi ile tasdik ederse, yani zulümden vazgeçer ve hidayete ererse, o zaman Adil Ömer olur. O, hidayete erdikten sonra adaleti tesis etmede ve iyilik yapmakta örnek ve önder olmuştur27.

 

Düşünce geleneğimizde Allah’ın her insana bağışladığı temel hakları ihlal eden ve sosyal hayatta nimet külfet paylaşımında haksızlık yapan zalimlere karşı tavır almak erdemli olmanın gereğidir. Zalimlere karşı duyduğumuz kin ve nefret, zalimler zulmetme eylemine devam ettikleri sürece devam eder. Zalimler, insanların doğal haklarını ihlal etmekten vazgeçerler ise, sosyal hayatta nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis etmeye gayret ederler ise, onlara karış kinimiz biter ve sevgimiz artar.

 

4.2.        İnsanın Maddeten ve Manen Gelişmesinin Esas Alınması İlkesi

Hz. Muhammed, Medine Site Devletin oluşturduğu sosyal yapıyı ile hem insanın maddi hem de manevi ihtiyaçlarının birlikte ve dengeli bir şekilde karşılayan bir düzen tesis etmiştir. İslam’a göre insan, Klasik iktisatçıların ileri sürdükleri gibi sadece üretim faktörü veya tüketen bir makine değildir. Klasik iktisatçılar, eşya gibi emeğin ücretinin serbest piysada emek arz ve talebine göre belirleneceğini savunmuşlardır28. İnsan emeğini de adeta diğer üretim faktörleri gibi kabul etmişlerdi. Ücet seviyesini belirlenmesini serbest piyasanın işleyişine bırakmışlardı.

 

İslam, ruh ve bedenden oluşan insanın maddi ve manevi yönleri bulunan ve yaratıkların en üstünü olan bir canlı olarak kabul eder. Kâinat insan için yaratılmıştır. İslam İktisadı insan merkezli bir sosyal disiplinidr. İnsan bütün iktisadi faaliyetlerin merkezinde yer almaktadır. İnsanın hem maddi hem de manevi ihtiyaçlarının dengeli bir şekilde karşılanması esas kabul edilmektedir. Çünkü Kur’an’ın ifadesiyle “Görmediniz mi ki, Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin hizmetinize vermiş, gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. Bununla beraber insanlar içinde kimi de var ki ne bir ilme, ne bir mürşide ve ne aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele ediyor”29.

 

Düşünce geleneğimizde insanı ruhtan ve bedenden oluşan üstün bir canlı olarak kabul edilir. Bundan dolayı insanın hem maddi hem de manevi ihtiyaçları denge için karşılanması esas alınır. İslam, insanı ruhen kendini geliştirmek için inzivaya çekilmesini tasvip etmediği gibi, salt inansın maddi ihtiyaçlarına yönelerek maneviyatını ihmal etmesini de tasvip etmez. İslam’a göre insan, ruh ve bedenden oluşan akıl ve muhakeme kabiliyetine sahip olan ve bu dünyada imtihana tabi tutulan bir canlıdır. Görev ve sorumluluğunu yerine getirmek için hissetme, düşünme, irade ve ünsiyet yetenekleriyle donatılmış ve en güzel fıtratla yaratılmıştır30.

 

Eğer insanın temel yetenekleri, doğasına (fıtratına) uygun eğitimle geliştirilir ise, yer yüzünü imar ve ıslah eder. Kur’an’ın ifadesiyle tevhid ve adalete “…inanan ve güzel amel işleyenler de varlıkların (hayr-ulberiyye) en hayırlılarıdır”31. Çünkü onlar temel insan haklarını gözeterek ve sosyal hayatta adaleti tesis ederek yeryüzünü ıslah ve imar ederler.   Şayet   tevhid ve adalete inanmazlar ve Allah’tan başka ilah saydıkları zorbalara insan haklarını ihlal etme ve nimet/ külfet paylaşımında haksızlık yapma ayrıcalığını tanırlar ve böylece yeryüzünde bozgunculuk yaparlar ise, o takdirde “Onlar, varlıkların (şer-ulberiyye) en şerlileridir”32. Çünkü onlar yeryüzünü ifsat ve tahrip ederler.

 

4.3.        Hukukun Üstünlüğünü Esas Alan Sınıfsız bir Toplum İnşa İlkesi

Hz. Muhammed (a.s.) Mekke’de sınıflı bir toplumda doğup büyümesine rağmen, Mednine’de hukukun üstünlüğü esasına dayanan sınıfsız bir toplum inşa etti. İnsanlar arasında soy, sop, servet ve statüden kaynaklanan ayrımcılığı kaldırdı. Onu mescidinde herkes eşitti. Aynı safta yan yana ibadet eder. Habeşli Hz. Bilal, İranlı Hz. Selam ile Mekkeli Haşimi soyundan gelen ve Hz. Peygamber’in amcası olan Hz. Hamza arasında sosyal hayatta fark gözetilmemiştir33.

 

Düşünce geleneğimizin temel ilkelerine göre kurulan ve kurumsallaşan Selçuklu ve Osmanlı toplumları da Batılı anlamda sınıflı toplumlar değildi. Toplumlar uğraşı alanlarına göre idari, askeri, ilmi ve mesleki kuruluşlardan oluşmaktaydı. Bu kuruluşlarda yetenek, kabiliyet ve gayretlerine göre herkes yer alabilirdi. Irk, servet ve soy-sopa dayalı sınıflaşma söz konusu değildi. Osmanlı Devleti’nde padişahtan sonra en yüksek makam olan Sadr-ı Azamlık makamına, ırk, soy-sopa ve mensup olduğu aliye bakılmadan liyakatli olan herkes gelebilirdi. Türkiye Cumhuriyet Devleti’inde de toplum sınıflardan oluşmamaktadır. Bugün ülkemizde anadili, geldiği bölge ve mensup olduğu aileye bakılmadan herkes, gerekli nitelikleri taşıyor ve toplumun desteğini alıyor ise, cumhurbaşkanı ve başbakan olabilmektedir. Çünkü düşünce geleneğimiz sınıfsal bir toplumu öngörmez. Görev ve sorumluk ehliyet, liyakat ve yeteneklere göre şahıslara tevdi edilir. Hz. Muhammed (a.s.) belirtiği gibi “insanların en iyisi insanlara faydalı iş ve hizmet yapanlardır”34.

 

Yukarıda özetlenen düşünce geleneğimizin temel ilkelerine dayanarak ülkemizde “farklılıkta birlik” ilkesini uygulayarak ortak paydalarımızı artırabiliriz. Güçlü devlet, temsil ettiği toplumla bütünleşen devlettir. İdareciler toplumun katmanları arasında ortak paydaları artırdıkları ölçüde yönettikleri devleti güçlendirirler. 0rtak paydaların dışında kalan alanlardaki farklılıkları idareciler çatışmak için değil, “farklıkta birlik” ilkelerinden hareketle yardımlaşma ve dayanışmayayagönüştürmeye gayret etmelidir. Osmanlı Devleti’ni yönetenler bu ilkeleri uyguladıkları sürece kültür coğrafyamızcda barış ve huzuru tesis etmişlerdir. Coğrafyamızın dışından gelen saldırı ve tehditleri de akamete uğratmışlardır.

 

 Kültür coğrafyamızı bizat gezerek araştıraran ve inceleyen bir şahıs olarak farklı dil, din ve kültüre sahip halk kitleleri arasında birçok alanda ortak paydaların bulunduğunu müşahede ettim. Bugün ve gelecekte eğer dünyanın merkezinde yer alan bu coğrafyada düşünce geleneğimizin “farklılıkta birlik” ilkelerini öne çıkarır, kültürel, iktisadi ve siyasi alanlarda öncelikle halk kitleleri ve komşu devletler arasında iş birliği, yardımlaşma ve dayanışmayı artırır isek, yeniden barış ve huzura kavuşturabiliriz. Coğrafyamızdaki farklılıkları çatışma nedeni haline getiren ırkçı-tekeli mihrakların ürettikleri yapay çatışma ve gerginlikler önlenebilir. Barış ve dayanışma sürebilir kılınabilir.

 

5.     SONUÇ

 

Bugün ülkemizde ve coğrafyamızda düşünce geleneğimizin temel ilkelerine dayanarak yeniden farklılıkta birlik sağlanarak barış ve huzur tesis edilebilir. Osmanlı döneminde yüzyıllar boyunca farklı din, dil ve ırka sahip olan toplum ve ülkeler arasında devam eden yardımlaşma ve dayanışma günümüzde sağlanabilir. Bu hedefe ulaşmak için aşağıda özetle belirtilen aşamalarda gereken gayretleri sarf edilmelidir. Bunun için sahip olduğumuz dünya görüşü ve değer ölçülerimizin ortak noktaları öne çıkarılmalıdır. Ortak fikri ve ilmi araştırmalar yapılmalı. Elde edilen neticeler ortak platformlarda tartışmalıdır. Karşılaşılan sorunlara çözüm üreten ve coğrafyamızın beşerî ve doğal kaynaklarını harekete geçirecek strateji ve politikalar geliştirilmeli ve yerel, ulusal ve bölgesel düzeyde uygulanmaya çalışılmalı.    Böylece son iki yüzyıl boyunca ülkemiz ve coğrafyamıza yönelik ırkçı-tekelci ve sömürgeci dış mihrakların ayrıştırıcı ve çatıştırıcı strateji ve planları akamete uğratılabiliniz.

 

Geçmişte sahip olduğumuz düşünce geleneğimizle insanlık tarihinin akışını değiştirdiğimiz gibi bugün de coğrafyamızın birikimini, beşeri gücünü ve imkanlarını hareket geçirebilir isek, hem kültür coğrafyamızda barış ve dayanışmayı sağlayabilir, hem de dünya barışına önemli katkılarda bulunulabiliriz.

 

Genel anlamda hedeflenen büyük gayelere ulaşmak için geliştiren strateji ve ilkelerin gerçekleşmesinin dört aşaması bulunmaktadır. Bu aşamalarda yapılan çalışmalar ve sarf edilen gayretler biri birini tamamlar ise, amaçlanan hedefe ulaşılır ve sarf edilen gayeler olumlu neticeler sağlayabilir.

 

İlk aşama inanma aşamasıdır. İnsan hissetme yeteneğiyle inanır. İnandığı hususun iyi ve güzel olduğunu kabul eder. İkinci aşama düşünmeme aşamasıdır. İnsan düşünce yeteneği ile inandığı husus hakkında bilgi edinir. Bilgisinin doğru veya yanlış olduğu ile ilgili araştırmalar yapar. Gözlemlerde bulunur. Akli ve nakli delillere dayanarak tahliller yapar. Üçüncü aşama tartışma aşamasıdır. İlmen doğruluğu ispat edilen hususlar, diğer insanlarla tartışıldıktan sonra varılan sonuçların doğru olup olmadığın test edilir. Dördüncü aşama ise, uygulama aşamasıdır. İyi ve güzelliğine inanılan, ilmi tahlillerle doğruluğu ispat edilen hususların ilmi müzakereler ile doğruluğu testinden neticeler eyleme dönüşür ise, yani uygulayabilirse, anlam ifade eder. İnanılan husus ne kadar iyi ve güzel, ilmen doğru olsa da uygulanmadıkça bir fayda sağlayamaz. Bir fikrin veya stratejinin uygulanabilir olması, kurumsal yapının uygun olup olmamasına bağlıdır. Çünkü uygulama kurumsal yapı ile gerçekleşir. Bozuk olan bir kurumsal yapıyla faydasına inanılan, düşünce, araştırma ve gözlemler ile doğruluğu ortaya konan ve ilmi tartışma ile geçerliliği ispat edilen hedef ve gayelere ulaşılması güçtür. Bunun için mevcut kurumsal yapının gözden geçirilmesi veya yeni kurumların kurulması gerekir.

 

Yukarıda özetle belirtiğimiz düşünce geleneğimizin farklılıkta birlik içinde yaşama ilkelerine ülkemizde ve hatta coğrafyamızda yaşayanların kahir ekseriyetinin inandığına ve bildiğine, gönül ve kültür coğrafyamızı defalarca gezen birisi olarak şahit oldum, yakinen gördüm ve yaşadım. Hak ve adalet ilkelerine göre kurumsal yapısı biçimlendirmiş Osmanlı coğrafyasında yüz yıllar boyunca bu ilkeler uygulanmış ve farklılıkta birlik içinde yaşama ve dayanışma sağlanmıştır.

 

Ülkemizde ve coğrafyamızdaki bu ilkeler ile ilgili üniversite ve araştırma kurumlarında yeni araştırmalar yapılmalı; elde edilen neticeler ve önerilen tavsiyeler bütün yönleri ilmi platformlarda tartışılmalı. Farklılıklarımızı çatıştırma ve ayrıştırmaya dönüştüren ırkçı-tekelci sömürge yönetimlerinin coğrafyamızda son iki yüzyılda meydana getirdiği gerginliklerin sebep olduğu beşerî kayıp, çatışma ve savaşların neden olduğu tahribat ve istikrarsızlıkların boyutları bütün yönleri ile ortaya konmalı ve kitleler ile paylaşılmalıdır.

 

Farklılıkta birlik içinde yaşamayı sağlayan düşünce geleneğimizin fikri temellerine dayanılarak yeni ortak stratejiler ve politikalar geliştirilmeli. Bu politikaların uygulanması için mevcut kurumlarımız gözden geçirilmeli. Çatışmacı dünya görüşünün ilkelerin göre oluşmuş mevcut kurumlar yeniden yapılandırılmalı. Yeniden ülkemizde ve coğrafyamızdaki diğer ülkeler ile birlikte barış ve istikrar içinde yaşama yollar bulunmaya gayret edilmeli. Tahakkümcü ve sömürgeci mihrakların ayrıştırıcı ve çatıştırıcı strateji ve politikalar birlikte akamete uğratmalı.

 

Farklılıkları ülkemizde ve coğrafyamızda “bölmek, ayrıştırmak, çatıştırmak ve sömürmek” için kullanan mihrakların peşinde gittiğimiz sürece barış ve istikrara kavuşulamayacağı son iki yüzyıl boyunca yaşanan ve karşılaşılan hadiselerle açıkça ortaya çıkmıştır. Çünkü kuvvetli olmayı haklı olmanın nedeni kabul eden bu mihraklar, farklılıkları çatışmaya dönüştürerek sömürülerine insanlık tarihi boyunca süreklilik kazandırmışlardır. Bugün ve gelecekte de bu yöntemleri uygulamaya devam edeceklerdir. Farklılıkları birliğe çevirme inancı ve düşüncesine sahip olanlar geçmişte birlikte barış içinde yaşadıkları gibi bugün ve gelecekte de yaşayabilirler. Onlar barış düzeninin kazancını da, riskini de birlikte adil bir şekilde paylaşırlar. Zalimler ise, insanlık tarihi boyunca çatışma ve savaşlar çıkararak kitlelerin kazancına el koymuşlar ve riskini de yoksullara ödettirmişlerdir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

BENTLEY Jerry, ZIEGLER, Herbert and SALTER, Heather Streets (2014). Traditions and Encounters: A Brief Global History, Volume 2, 3rd Edition. New York: The McGraw- Hill Companies.

BLAUG, Mark (1997), Economic Theory in Retrospect, 5. Baskı, Cambridge Üniversitesi Yayını, Cambridge.

BRUE, Stanley L.(1994), The Evolution of Economic Thought, Beşinci Baskı, TheDryden Yayını, Londra.

DEMİRCİ, Mehmet (1993), “Tarihten Günümüze Ahmed Yesevî”, Ahmed Yesevî: Hayatı- Eserleri- Fikirleri-Tesirleri, Ege Üniversitesi-Dokuz Eylül Üniversitesi, Sempozyum Bildiriler, Seha Neşriyat ve Tic. A. Ş., İstanbul.

DUVERGER, Maurice (1971), Politikaya Giriş, Çeviren: TİRYAKİOĞLU, Sami, Varlık Yayınları, Faydalı Kitaplar Serisi, N0:37, İstanbul.

EL MEVDUDÎ, Ebu Âla (1996), Tefhimu’l Kur’an, 1. Cilt, İnsan Yayınları, İstanbul.

ERSOY, Arif (2014a), “Beşeri Gelişme ve Eğitim: İrfan ve İmar Eksenli Eğitim”, Türkiye’nin Milli Eğitim Sistemi: Dünü, Bugünü ve Geleceği, derleye: Tacettin Çetin Kaya, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM), Ankara.

ERSOY, Arif (2014b), “İktisadi Gelişme Ve Eğitim: İrfan- İmar Eksenli Eğitim”, Editörler: Kamil TÜĞEN ve Asuman Altay, Prof. Dr. Fevzi Devrime’ e Armağan, Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Maliye Bölümü, İzmir.

ERSOY, Arif (2015), “Medeniyetimizin Dayandığı Dünya Görüşü ve Değer Ölçüler: İnsan Merkezli Yeni bir Medeniyetin İnşa Felsefesi”, başlıklı bu tebliğ, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimler Fakültesi, Felsefe Bölümü tarafından 13-15 Kasım 2015 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen Felsefe Şurası: İmkânlar, Sorunlar ve Çözüm Önerileri etkinliklerinde sunulmuştur.

ERSOY, Arif (2015a) İktisadi Teoriler ve Düşünceler Tarihi, Gözden geçirilmiş Dördüncü   Baskı, Nobel Yayınları, Ankara

ERSOY, Arif (2012), “Niçin Milli Anayasa? Bürokratik Anayasadan Demokratik ve Adil Anayasaya”, Milli Anayasa Şurası, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (ESAM), Ankara,

ERSOY, Arif (2015b), 100 Yıl Sonra I. Dünya Savaşı ve İslam Dünyası: Tarihten Ders Alarak Yeni Bir Dünyanın İnşası”, I. Dünya Savaşı’nın 100. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu: Emperyalizm ve İslam Dünyası, Ekonomik ve Sosyal Araştırma Merkezi (ESAM), Sempozyum Serisi:3, Ankara.

ERSOY, Arif (2018), “Erdemli Olmanın Merhaleleri ve Sosyal Yapı: Modern Tekelci İktisadi Sistemden İnsan Merkezli İktisadi Nizama Geçiş”, İnsan, Ahlâk ve İktisat, derleyenler: M. Kazım Acar, M. Enes Kala ve Y. Emre Aydınbaş, Türkiye Yazarlar Birliği Yayınlar:77, Ankara.

HAMIDULLAH, Muhammed (1958), Introduction to Islam, IIFSO, İkinci Baskı, Malezya,

IYAD, Qadiibn Musa al- Yahsubi (1991), Muhammad Messenger of Allah: Ash-Shifa of Qadi ‘Iyad, İngilizceye çeviren: A,shah Abdurrahman Bewley, Madinah Press, Granada, Spain.

GÜMÜŞ, Ramazan (2018), “İslam Devletinin İlk Anayasası: Medine Vesikası”, Politik Akademi, İstanbul,

KARAMAN, Hayrettin(2008), “Fıkıh Usulü”, İslam’a Giriş: Evrensel Mesajları, derleyenler: Mehmet Görmez ve ekibi, Ankara.

MARX, Karl H. ve ENGELS, Friedrich (1998), Komünist Manifesto, Çeviren: Levent KAVAS, Ç Yayınevi, Ankara.

NAR, Ali(1993), Kırk Hadile Müslüman Kimliği, Kayıhan Yayınları, İstanbul.

NUMANİ,Allame Şibli (2015), Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, çeviren: Talip Yaşar Alp, ikinci Bakı, Maha Yayınları:16, İstanbul.

RAHMAN Afzalur(1996), “Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem”, SîretAnsiklopedisi, Yeni Şafak, İnkılap, İstanbul.

THATCHER, Margaret (1996), “Thatcher was Right, Thinking Past the Cold War”, Bu konuşma, 9 Mart 1996 tarihinde Fulton’ da Westminster Kolej’inde yapıldı.

ZEDONG, Mao (1977), “On the Correct Handling of Contradictions Among the People”, Selected Works, Cilt: V,   ELP. Pekin,

 

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 30.04.2020

HAFTALIK SİYASİ İŞLER RAPORU

30 NİSAN 2020

 

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI’NIN CUMA HUTBESİNE YÖNELEN HAKSIZ TEPKİLER VE İKTİDARIN BU HUSUSTA ASIL YAPMASI GEREKENLER

 

24 Nisan 2020 tarihinde Hacıbayram-ı Veli Camii’nde kılınan cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı Sn. Ali Erbaş’ın vermis olduğu hutbe, bazı kesimler tarafından hedef tahtasına konuldu, acımasızca ve haksız bir şekilde eleştirildi.

Diyanet İşleri Başkanımız’ın söz konusu hutbesinde insan bedenini tahrip edici, sağlığa zarar verici türlü hususlarla birlikte zina, Lûtilik ve eşcinsellikten de bahsedilmiş ve “Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtiliği, Eşcinselliği lanetliyor.” İfadeleri kullanıldı.

Bu ifadelerin  bazı siyasi kesimler, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve barolarca hedef alınması, hedef alanların sığ anlama kapasitelerini, yaşadıkları toplumun değerlerinden kopuk olduklarını, ve maalesef ki zihinlerinin hala İslam düşmanlığı saplantısıyla işlediğini yeniden ortaya koymuştur.

EVET, olayın özeti budur, böyle bir olaya bizim bir muhalefet partisi olarak; video klip çekerek, yazılı açıklamalar yaparak, sosyal medya üzerinden Diyanet İşleri Başkanımız’a sahip çıkan, destek olan paylaşımlar yaparak tepki göstermemiz gayet normal ve yerindedir.  Çünkü elimizden şu an için sadece bu gelmektedir.

PEKİ YA  İKTİDAR KANADI  ??  İKTİDAR PARTİSİNE MENSUP VEKİLLER  ?? 

İşin ilginç tarafı onlar da bizimle aynı şeyi yapıyor …

Diyanet İşleri Bşk.’mıza gösterilen tepkilere sözlü olarak karşı çıkıyor, Sn. Ali Erbaş’ı destekleyen duygusal sosyal medya paylaşımları yapıyorlar …

Aynen herhangi bir vatandaşımızın veya Meclis dışındaki bir siyasi partinin yapabileceği gibi …

GÜLERMİSİNİZ,  AĞLAR MISINIZ  ??

Peki ya ellerindeki iktidar gücü ?? Yanlışı fiilen durdurma yetkisine bizzat sahip olmaları  ??  Her türlü yanlışı ve haksızlığı fiilen ortadan kaldırabilecek yetkiye sahip, Cumhuriyet tarihinin en güçlü iktidarı olmaları ??

Kimse işin bu boyutunu sormuyor, sorgulamıyor …

Peki ya  Diyanet İşleri Bşk.’mıza gösterilen tepkilerin dayanağı olan,  hatta ve hatta  Sn. Ali Erbaş’ı sarf ettiği bu sözler nedeniyle hukuken sıkıntıya sokabilecek maddeler içeren “İstanbul Sözleşmesi”ni bizzat kendilerinin imzalamış olmasına, 6284 Sayılı Kanunu bizzat kendilerinin çıkarmış olmasına ne diyeceğiz ??

Yıllardır aile ve sosyal hayatla ilgili kanunlarımızı Batı’nın, AB’nin dayatmasıyla yapan ve yasalaştıranın bu iktidarın ta kendisi olmasına ne diyeceğiz ??

Konunun asıl önemli olan bu boyutu da sorgulanmıyor …

Peki ya  tam 1000 sene İslam’la yoğrulmuş bu ülkede şu mübarek Ramazan ayında ücretli bir kanalda ahlaka aykırı bir gençlik dizisinin yayınlanmasına RTÜK eliyle engel olmayan, bir de üstüne üstlük bütün halka açık TV kanallarında, iktidara yakın kanallar da dahil olmak üzere bu ahlaksız dizinin reklamının yapılmasına göz yumanın bu iktidarın ta kendisi olmasına ne diyeceğiz ??

Bu çok acı gerçek de maalesef ki göz ardı ediliyor …

ŞİMDİ YENİDEN REFAH PARTİSİ OLARAK, DİB SN ALİ ERBAŞ’A BİZDEN DAHA ‘DUYGUSAL DESTEK MESAJLARI’ YAYINLAYAN İKTİDAR TEMSİLCİLERİNE SORUYORUZ…

ŞAKA MI YAPIYORSUNUZ, YOKSA ÇOK YAKIN GEÇMİŞİ DAHİ UNUTACAK NOKTAYA MI GELDİNİZ ??

İstediğiniz zaman bir gecede 10 tane KHK çıkaran, kimseye sormadan bu ülkede “sistem değiştiren”, Parlementer Sistem yerine Başkanlık Sistemi’ni getiren, istediğiniz zaman jet hızıyla meclisten torba yasaları birer birer geçiren bir iktidar olarak “İstanbul Sözleşmesi”ne mi gücünüz yetmiyor  ?? 6284 Sayılı Kanunu değiştirmeye mi gücünüz yetmiyor ??

HER TÜRLÜ YETKİYE SAHİP BİR İKTİDAR OLARAK “İSTANBUL SÖZLEŞMESİ”Nİ VE BATI’NIN DAYATTIĞI DİĞER KANUNLARIMIZI ORTADAN KALDIRMADAN, ISLAH ETMEDEN, RTÜK’Ü GÖREVİNİ TAM MANASIYLA YAPAR HALE GETİRMEDEN, BU ÜLKEDE MEDYANIN YAPTIĞI YAYINLARI BU MİLLETİN DEĞERLERİYLE UYUMLU HALE GETİRMEDEN,

İstediğiniz kadar konuşun, istediğiniz kadar açıklama yapın, istediğiniz kadar sosyal medya paylaşımı yapın, bu gibi vakalardan kurtulamayız … 

Eğer bu hayati öneme sahip konularda bu şekilde davranmaya devam edecekseniz biliniz ki;  YENİDEN REFAH en kısa zamanda gelecek, ÖNCE İSTANBUL SÖZLEŞMESİ’Nİ YIRTIP ATACAK ve ayrıca gençliğimizi, yeni nesillerimizi ifsad eden bütün bu yanlışlara  DUR DİYECEK…!!

 

 

 

TEKELCİ  MESLEK ODALARINDAN,  ÇOKLU ODALARA

Av. Bayram SAKARTEPE

Yeniden Refah Partisi, Siyasi İşler Başkanı

 

Diyanet işleri Başkanı sayın Ali ERBAŞ ‘ın okumuş olduğu,  Hutbeye karşı   Ankara Barosunun talihsiz açıklamalarını,  hayretle ve ibretle takip ettik. Ülkemizin, bu noktaya nasıl geldiğini ve getirildiğini üzülerek hep beraber gördük.

Milli Görüş, Siyaset Sahnesine çıktığı,  1969 yılından beri “ Önce Ahlak ve Maneviyat “ dedi.  Bu sözün bir slogandan öte, bir kimlik, bir duruş, bir şahsiyet ve her şeyden önce bir milletin mayası, ruh kökü olduğu unutulmamalıdır. Şimdi gelinen noktada, koca koca Kurumların, topluma öncülük (!) yapacak adamların, nasıl olup da ahlaksızlığı ve hayasızlığı savunduğunu anlamakta  millet olarak zorluk çekmekteyiz.

Bunun için Milli Eğitim Politikalarımızın, ne kadar Milli olduğuna, başka bir platformda, daha geniş bakacağız. Ancak Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk’un hazırlatmış olduğu, “ Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul” projesinin kapsamının ve amacının, Hükümet tarafından  milletimize izah edilmesi gerekmektedir. Çocuklarımız küresel bir planın oyuncağı mı  yapılmak isteniyor ?. Yoksa İstanbul Sözleşmesi’nden daha büyük bir faciaya mı, imza atılıyor ? Yeniden Refah Partisi olarak, bu konunun takipçisi olacağımızın,herkes tarafından bilinmesini  isteriz.

Niyetimiz bataklığı kurutmak ise, Avrupa Birliği Uyum süreciyle başlayan ve İstanbul Sözleşmesiyle devam eden, süreci iyi takip etmemiz gerekmektedir. Bu süreçte, dış dayatmalarla, milletimizin manevi değerlerine karşı  tüm kanun ve uygulamalar meşrulaştırılmıştır.

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul Sözleşmesi imzalandı. 14 Mart 2012 tarihinde TBMM de oy birliği ile kabul edildi.  Meclis gündemine saat 22.50 de gelen tasarı, 23.16 da görüşmeleri tamamlanarak, toplam 26 dakika gibi kısa bir süre de kabul edildi.  Görüşmelerde ve oylamada,hiçbir milletvekili itiraz etmedi.  1 Ağustos 2014 tarihinde de resmi gazete de yayınlanarak yürürlüğe girdi. 45 ülke tarafından imzalanan bu sözleşme, 27 ülke tarafından onaylanarak yürürlüğe konulmuştur.

Bu sözleşmenin 4. Maddesi ile, LGBT yaşam biçimine meşruiyet kazandırılmış, 12. maddesi ile de “Toplumun Tüm Geleneklerinin Yok Hükmünde  olduğu”, kabul edilmiştir.

Anayasanın,  90/son .m uyarınca uluslararası sözleşmeler, hiyerarşik olarak, kanunlardan daha üstün kılınmıştır. Dolayısıyla, İstanbul Sözleşmesi hükümleri iç hukuk kurallarımızdan (kanunlarımızdan)  maalesef daha  yukarıdadır. 

Bütün bunlara rağmen, Evrensel Hukuk tarafından da, Aile toplumun çekirdeği olarak kabul edilmektedir. Aile Toplumun geleceğidir. Lutilik ise toplumun geleceğine karşı işlenmiş bir cinayettir. Toplumun geleceğini yok etmektir.  Ailenin korunması yaşama hakkının korunmasıdır. Aile kurumunun yok edilmesine karşı yapılan bu saldırılar Evrensel Hukuk tarafından kabul edilemez.

Üzülerek  ifade etmek isteriz ki, Hükümet Türk Aile Yapısına karşı yapılan saldırıları önlemek yerine, saldırganlara yukarı da kısaca izah ettiğimiz şekilde, hukuki zemin hazırlamıştır. Derhal, bu yanlıştan dönülerek, İstanbul Sözleşmesi’nden, Türkiye olarak, imzamızın çekilmesi ve uzantılı kanunların yürürlükten kaldırılması gerekmektedir.

Ankara Barosu’nun, Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali ERBAŞ aleyhine yaptığı açıklamayı kabul etmek mümkün değildir. Bir toplumun ORTAK PAYDALARI vardır. Orada yaşayan herkes ORTAK PAYDA haline gelen kurallara karşı, kendileri farklı kanaatte olsalar   dahi saygı göstermek zorundadır.  Ankara Barosu kendi görev alanına girmeyen bir konuda,  milletimizin İnancına ve Toplumumuzun Ortak paydasına karşı saldırgan bir açıklama da bulunmuştur. İçinde bulundukları toplumun Ortak paydalarını zedeleyenler,  o toplum da fitne ve fesat  sebebiyet verirler. Ankara Barosu, Topluma ve onu oluşturan aileye karşı “İnsan Hakkı” ihlalinde bulunmuştur.

Afrin operasyonu, esnasında da, bir başka meslek örgütü olan, Tabipler Birliği “ Toplum Sağlığına aykırıdır” diye karşı çıkmıştır. Milletin değerlerine yabancı olan meslek örgütleri, kendi görevlerini ifa etme, üyelerinin Mesleki standartlarını yükseltme  gayretleri yerine, içinden çıktıkları toplumun değerleri ile mücadeleyi seçmeleri asla kabul edilemeyecek bir husustur.

Meslek örgütü yöneticileri, temsil ettikleri üyelerinin ittifak etmedikleri bir konuda, sadece yönetim yetkilerine dayanarak,açıklamada bulunmaları son derece yanlıştır. Ankara Barosunun yapmış olduğu bu açıklamayı, Ankara Barosuna kayıtlı Avukatlar da kabul etmemiştir.  Pek çok Avukat, kendi Baro yönetimine karşı sosyal medyadan , bir kısmı da basın toplantıları  yaparak karşı çıkmıştır. Dolayısıyla, Kendi mensuplarının dahi kabul etmediği ve karşı çıktıkları, hayasız  fiili savunması 100 yıllık bir meslek örgütüne hiç yakışmamıştır.

Meslek örgütlerinin, kuruluş amaçları dışına çıkarak, İdeolojik  mücadele için konumlanması, o kuruluşa üye,  mensupları tarafından da kabul görmeyen ve tasvip edilmeyen bir uygulamadır.  Bu tavırlar, meslek örgütlerinin TEKEL olmalarından kaynaklanmaktadır. Ülkemiz siyasal alan da çok partili demokratik yapıya geçeli yıllar olmuştur. Yine Çalışma hayatında, Çoklu Sendikal  mücadeleye geçilmiş olmasına rağmen, Meslek örgütleri konusunda “Tek Parti Zihniyeti”  halen devam etmektedir.  Bu Tekelci ve Dayatmacı yapının mutlaka ve derhal değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu yapı yerine, rekabetçi, şeffaf  ve aynı meslek grubu içinde birden fazla meslek örgütünün kurulmasına izin verilmelidir. Mesela, bir doktor Tabipler Odası’na kayıt olmak yerine,  başka bir Tabip odasına kayıt olma imkan ve özgürlüne kavuşmalıdır. Yine Ankara’da ofisi olan bir avukat mevcut Baro yerine,  aynı ilde örgütlü, alternatif Baro veya Barolara kayıt olabilmelidir. Böyle bir Rekabet, Tekelci ve Dayatmacı anlayışları tasfiye edecektir. Yeniden Refah Partisi olarak, Bu TEKELCİ yapıdan milletimizi en kısa zamanda kurtaracağız.

Bu olaylar karşısında, Hükümet’in,  Muhalefet Partisi gibi eleştirel bir yaklaşım göstermesini de asla kabul etmiyoruz. Zira Aziz Milletimiz’in İnancına ve Değerlerine aykırı, bu kanunları siz çıkartınız. Eleştirdiğiniz Kişi ve Kurumlara, bu imkanları siz verdiniz. Bunların Yasal zeminlerini sizin hükümetiniz oluşturdu. Milletin ve yıkılan ailelerin, perişan olan çocukların yerine KADEM’in , AB’nin ve Küresel Emperyalistlerin sözünü dinlediniz. Aile yapımızı perişan ettiniz.

Şimdi Aziz Milletimiz’den özür dileyip, bu büyük yanlıştan dönme vaktidir. Bu vebalden kurtulma zamanıdır. Dağılan yuvaları, sönen ocakları tekrar kurtarma zamanıdır. Mensubu olmaktan şeref duyduğumuz, Aziz Milletimizi sevindirme, Hayır Duasını alma vaktidir.  Mübarek Ramazan ayında Allahın rızasını kazanma vaktidir.

Yeniden Refah partisi olarak, ÖNCE AHLAK VE MANEVİYAT  diyoruz. Hükümeti, iktidar olduğunun farkına vararak, Muhalefet Partisi gibi davranmaktan vazgeçmeye davet ediyoruz. Olaylar karşında şikayetçi olmak yerine çözüm üretmeye Çağırıyoruz.

Hükümet’ten;

1)    Milli Eğitim Bakanlığı tarafından  hazırlanan , “ Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı okul” projesinin kapsamının ve amacının,  ne olduğunun  kamuoyuna açıklanmasını;

2)    Tekelci  Meslek örgütü yapılanmasına son vererek, Rekabetçi, Şeffaf ve Çoğulcu meslek örgütlerine geçiş için, gerekli yasal düzenlemelerin yapılmasını;

3)    Milletimizin sırtında hançer olan, başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, Türk Aile yapısını Dinamitleyen Kanunların yürürlükten kaldırılmasını talep ediyoruz.

 

Vatandaşlarımızın,  beklentilerini yerine getirin, hem bizim hem de, Aziz milletimizin duasını alın;  Bu konu da, Hem biz hem de milletimiz sizi alkışlasın.

Yeniden Refah Partisinin genç ve ehil kadroları, Tarihi sorumluluklarını,  yerine getirmek için, Demir Çarıklarını giyerek, İktidar Yürüyüşünü  en kısa zaman da tamamlayacaktır.

Zafer İnanlarındır, Zafer Yakındır !

 

………………………………………………………………………………………

 

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ÜZERİNDEN KUR’AN HAKİKATLERİ VE İSLAM ESASLARININ LİNÇ EDİLMEK ÜZERE HEDEF ALINMASI

 

Mahmut Altunsoy

Yeniden Refah Partisi, Mali İşler Başkanı

 

            Koronavirüs pandemisi kapsamında alınan tedbirler dolayısıyla kalabalık bir şekilde bir araya gelmenin virüsün bulaşıcılığı ve ölümcül tehlikesi nedeniyle önemli riskler taşıması dolayısıyla camiilerde vakit namazlarının cemaatle namaz kılınmamasına, cuma namazlarının kılınmamasına karar verilmişti. Bunun üzerine asırlardır cuma namazının kılındığı aziz topraklarımızda bu bağımsızlık nişanesi ibadetin temsili de olsa sürdürülmesi adına az sayıda cemaatle cuma namazının belirlenen camiide kılınması söz konusu olmuştur.

 

            24.04.2020 tarihinde Hacıbayram-ı Veli Camii’nde kılınan cuma namazında Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın irat ettiği hutbe, bazı kesimlerce hedef alınmış ve sapkın zihinlerce saptırılmak hedeflenmiştir.

 

            İslam’ın insana ve insanlığa verdiği kıymet nedeniyle beden ve ruh sağlığına zarar verici her türlü şeyi men etmiş ve kıymet verdiği ve “Yaratılmışların en şereflisi” olarak nitelediği insanı korumaya önem vermiştir. Bahsi geçen hutbede de insan bedenini tahrip edici, sağlığa zarar verici türlü hususlarla birlikte zina, Lûtilik ve eşcinsellikten bahsedilmiştir. “Ey insanlar! İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtiliği, Eşcinselliği lanetliyor.” cümlelerinin bazı siyasi kesimler, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve barolarca hedef alınması sığ anlama kapasitesini, toplumuna bigane kalmayı, zihinlerinin hala İslam düşmanlığı saplantısıyla işlediğini yeniden ortaya koymuştur.

 

            İslam dinin barışçı ve esenlik vaadeden, toplumsal ve evrensel barışı öğütleyen esaslarından bihaber biçimde niyetinden saptırılan bu hutbe içeriği ile Diyanet İşleri Başkanı özelinde İslam dini hedef alınmaktadır. Söz konusu hutbe içeriği, uzun zamandır ulusal medya, sosyal medya ve internet yayın platformlarında normalleştirilerek yaygınlaştırılması amaçlanan cinsel bozuklukların artık haddinden fazla bir şekilde topluma sunuluyor olması nedeniyle bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Hatta geç kalındığı dahi tartışılabilir. Diziler, filmler, sosyal medya yayınları, fenomen olarak adlandırılan ahlak teröristleri ve daha nice unsur ile hedef alınan toplumsal yapı ve genel ahlakın korunması milli ve manevi değerlerin nesillere aktarılması ve yaşatılması bakımından büyük önem taşımaktadır. Fikir hürriyeti, düşüncenin bağımsızlığı konularında her türlü sembolik çığırtkanlıkta ön safta yer alan başta barolar olmak üzere çeşitli düşünce kuruluşları, siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarının ortaçağ batısının garabetiyle bir anda tek avaz olarak ortaya çıkması tarafımızca kınanmıştır.

 

            Cinsel bozuklukların fizyolojik ya da psikolojik rahatsızlık olarak ortaya çıktığı bireylerin kınanması ya da esenlik, barış ve hoşgörü dini olan İslam nazarında lanetlenmesi söz konusu değildir. Hutbede geçen metinde de bahsedildiği üzere fail olan bireylerin değil fiil olan Lûtilik ve Eşcinsellik ile zina eylemleri lanetlenmektedir. Tevbe kapısının yaşam boyunca açık bırakıldığı İslam dininde hiçbir bireyin lanetlenmesi söz konusu olmayacaktır. Genel sağlığa, genel ahlaka, kamu yararı ve toplumsal yapıya, bireyin beden ve ruh sağlığına zarar veren eylemler lanetlenmiştir.

            Diyanet İşleri Başkanı özelinde İslam’a saldırmak için sivri dişlerini gösteren bu cenahın İslam’ın esaslarına gönüllerini ve kulaklarını kapatmaları anlaşılabilir bir cehalettir ancak bir kısmı hukukçu olan bu zevatın okuduğu metni de anlayamaması acınası bir durumdur.

            İşin özeti Malcolm X’in şu sözlerinde yer bulmuştur. “İslama sövmekten başka fikri olmayanlar; fikrin değil, İslam’a sövmenin hürriyetini istiyor.”

 

            Bu vesile ile İslami hakikatin yanında, her türlü nefret söyleminin karşısında yer aldığımızı bir kez daha dile getirerek Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali ERBAŞ’ı hedef alan eylem ve söylemleri kınıyoruz.

 

…………………………………………………………………………………………

 

SÖZDE 1915 ERMENİ SOYKIRIMINA KARŞI DAHA GÜÇLÜ POLİTİKALAR GELİŞTİRMEMİZ GEREKMEZ Mİ?

Doğan Bekin, 

Yeniden Refah Partisi, Dış İlişkiler Başkanı

Yahudi asıllı ünlü Siyonist Avukat Prof.Dr. Raphael Lemkin’in sözde Asuri ve Ermeni Soykırımı’ndan yola çıkarak 1944 yılında ülkemizi suçlayarak ilk kez dile getirdiği soykırım(genocide) ifadesini; ‘Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Konvansiyonu’nu hazırlayarak tamamlamasından sonra, ne yazık ki her yıl ABD başkanları tarafından Ermeni Diasporası nezdinde Türkiye’ye karşı siyasi bir koz olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. 

Nitekim Demokrat Parti başkan adaylarından ve ABD eski Başkanı Barack Obama’nın yardımcısı olarak ta görev yapan Joe Biden, dün yaptığı açıklamada; “ABD başkanlığına seçildiğim takdirde 1915 Ermeni Soykırımı’nı resmen tanıyacağımı taahhüt ediyorum” ifadesi son derece talihsiz bir açıklama olup, dışişleri bakanlığının bu konuyla ilgili sessiz kalmayıp bir açıklama yapması zarureti ortaya çıkmaktadır.

1918’dekurulan Ermenistan Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı olan Hovannes Kaçaznuni’nin 1923’te Bükreş’te yapılan toplantıda Taşnaksutyan Partisi tarafından sunulan raporunda, 1915 olaylarında Taşnaksutyan yönetiminin de suçlu olduğunu ve Müslümanlara yönelik katliamların yapıldığı açıkça itiraf ederken, Ermeni Devrimci Federasyonu( Dashnagtzoutiun)’un artık 1915 olaylarıyla ilgili yapabileceği hiç bir şeyin kalmadığını ve fesih kararının alınması gerektiği belirtilmiş olmasına rağmen, sözde 1915 Ermeni Soykırımı her yıl Türkiye’nin önüne getirilmeye çalışılmaktadır.
Bu konuda, birçok ülkenin Türkiye’nin yumuşak karnı olarak görmeye çalıştığı sözde 1915 Soykırımı ile ilgili yaklaşımları son yıllarda siyasi bir argüman olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Bu konuda yetkililer tarafından daha güçlü politikaların ortaya konulması artık bir zaruret halini almıştır.

ABD Başkanı Trump’ın, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, Osmanlı Devleti'nin son döneminde 1.5 milyon Ermeni'nin tehcir, katliam ve ölüm yürüyüşü ile 'Büyük Felaket'( Meds Yeghern) ile yüz yüze kaldığını ifade etmesi tamamen Ermeni diasporanın yanlı ve algı operasyonuna yönelik söylemleriyle örtüşmektedir. Aynı Trump’ın Ermeniler tarafından yapılan Hocalı Soykırımı konusunda hiçbir tepki vermemesi tam bir paradoks oluşturmaktadır. 
Oysaki 1915 olaylarıyla ilgili dönemin Fransız İstatistik sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve Justin McCarthy'nin Ermenilerle ilgili istatistiki rakamları tamamen aksini ifade etmektedir.
JUSTIN Mc Carthy’e göre ;


Anadolu’dan Ermeni Göçü:


Ülke ve Sayı: 


Rusya 400.000 (Kuzey Kafkasya’ya göç büyük oranda refah düzeyi nedeniyle yapılmıştır.)


Yunanistan 45.000


Fransa 30.000


Bulgaristan 20.000


Kıbrıs 2.500


Diğer Avrupa ülkeleri 2.000

Kuzey Amerika 35.380


Suriye 100.000


Lübnan 50.000


Irak 25.000


Filistin ve Ürdün 10.000


Mısır 40.000


İran 50.000


Diğer 1.000


Toplam mülteci 810.000


Anadolu’da kalan Ermeni sayısı 70.000


Rusya’ya yapılan büyük çoğunluğu daha müreffeh bir yaşam için Doğu Anadolu’dan Kuzey Kafkasya’ya yapılan 400.000 kişilik göç ve 1897-1914 tarihleri arasında Amerika kıtası ve Avrupa’ya göç amaçlı olarak özellikle Halep ve Beyrut’a yapılan göçler dikkate alındığında “Tehcir Kararı” ile Anadolu’dan Ortadoğu ve diğer yerlere yapılan zorunlu tehcirin rakamsal olarak diasporanın ifade ettiği 1.5 milyon Ermeni iddiasından çok farklı olduğu ortadadır.

Özellikle, Fransızların Osmanlı Devleti için yaptığı istatistiki veri çalışmaları, salnameler ve Justin Mc Carthy’nin , ‘Osmanlı Anadolu’nun Nüfusu ve İmparatorluğun Sonu’ (The Population of Ottoman Anatolia and the end of the Empire) kitabı gibi araştırma sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler büyük önem arz etmektedir.

Burada özellikle Ortadoğu’ya yapılan göçler, Amerika’ya ya gitmek üzere olup, bu göç hareketi 1897’den itibaren hız kazanmaya başlamış ve tehcir kararından çok önce gerçekleşmiştir. Beyrut limanı Amerika ve Avrupa’ya yapılan göç dalgasında kilit rol oynamıştır

.

Burada önemli bir konuya değinmek gerekirse, 1914 yılında Rusya’da 1.4 milyon Ermeni nüfus mevcut idi. Bu nüfusa Osmanlı topraklarından katılan 400.000 kişi eklendiğinde 1916-1917 yıllarında Kuzey Kafkasya’daki Ermeni nüfusu 1.78 milyona yükselmiş olduğunu görmek mümkündür. 1922 yılına gelindiğinde ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki Ermeni nüfusunun 1.1 milyona düştüğünü görmek mümkündür. Buradaki % 25’lik ölüm oranı ve Amerika’ya göç dikkat çekmektedir.
Ermeni Diasporası, 1914-1922 tarihleri arasında Rusya’daki %25’lik Ermeni nüfusunun azalma sebebini sorgulamak yerine, abartılı rakamlarla 1915 olaylarını gerçeklerden saptırmaya çalışmaları dikkat çekicidir.

………………………………………………………………………………….

 

 

ÜLKEMİZDE FAALİYET GÖSTEREN AMERİKAN ŞİRKETİ’NE KIYAK

Bugün ülkemizde yapılan adaletsizlikler maalesef ki bu güzel ülkeyi  “Yaşanabilir Bir TÜRKİYE” olmaktan alıkoyuyor;

-       Geçenden 12 $,  geçmeyenden 30 $ alınan köprüler,

-       Otoparkı araç garantili, kafeteryası müşteri garantili, polikliniği hasta garantili bir biçimde ihale edilen, “yap-işlet-devret modeli” ile değil, ADETA “ben yiyemedim, sen ye modeli” ile yapılan “Şehir Hastaneleri”,

-       Son derece büyük stratejik öneme sahip “Sakarya Tank Palet Fabrikası”na 50 milyon dolar bulunamazken, tam tamına 750 milyon dolar bulunup inşa edilen ve sonrasında işletilemeyip daha açılmadan kapatılan “Ankapark” isimli lunapark,

-       Milyonlarca emeklimize bir yılda  “%4 + %4” maaş zammı verilirken, aynı anda Doğalgaza bir ayda “%15 + %15” oranında yapılan zamlar,

-       Devlet tarafından toplanan verginin %70’inin dar gelirliden ve orta sınıftan, %30’unun zenginden toplanması, 

 

VE BÜTÜN BUNLARIN ÜSTÜNE, BİRKAÇ GÜN ÖNCE  “Resmi Gazete”de yayınlanarak yürürlüğe giren, ülkemizde faaliyet gösteren meşhur bir Amerikan Gıda Şirketi’ne yapılan kıyak…

Vatandaşa, küçük esnafa, KOBİ’lere gelince vergi üstüne vergi, ceza üstüne ceza, ABD menşeili gıda şirketine gelince yüzde 70 vergi indirimi, KDV ve Gümrük vergisinden muafiyet ...

YENİDEN REFAH OLARAK SORUYORUZ; HAK VE ADALET BU İŞİN  NERESİNDEDİR  ??

Bütün bu olaylar  Ak Parti – MHP Koalisyon Hükümeti’nin gelir ve nimetlerin adil bir şekilde paylaşılması, ekonomide nimet-külfet dengesinin sağlanması demek olan “PAYLAŞIMDA ADALET” prensibine aykırı icraatlarından birkaç tanesidir.

“Efendim bu yabancı şirketler istihdam sağlıyor, ülke ekonomisine katkı sağlıyor …” EVET  AMA; TR genelindeki milyonlarca KOBİ’lerimiz ve küçük esnafımız da istihdam sağlıyor ve ülke ekonomisine katkı sağlıyor …!!

İçinde bulunduğumuz zor günlerde “Milli Dayanışma Kampanyası”yla milletimizin zekat ve sadakalarının dahi toplanmaya çalışıldığı şu dönemde  Hükümet bir Amerikan şirketi için bu fedakarlığı nasıl yapıyor ??

Bir fedakarlık yapılacaksa, bu fedakarlık Anadolu’daki milyonlarca küçük esnaf ve işveren için neden yapılmıyor ??

Biz Yeniden Refah olarak “paylaşımda adalet”, “yönetimde adalet”  için geliyoruz ...

“Önce Amerikan Şirketleri” DEĞİL, “Önce Millet”  demek için geliyoruz ...

Biz bu ülkede gelir ve servet dağılımında adalet için geliyoruz…

Biz  sadece imtiyazlılara değil, “Herkese Refah” için geliyoruz …

 

………………………………………………………………………………………………..

 

 

Prof.Dr.Doğan AYDAL

Yeniden Refah Partisi Ar-GE Başkanı

BASIN BİLDİRİSİ

27.04.2020

ÜLKEYİ BÖLÜNMEYE KADAR GÖTÜREBİLECEK AB, ESPOO VE AARHUS SÖZLEŞMELERİ ASLA İMZALANMAMALIDIR

ESPOO (ÇED) SÖZLEŞMESİ, sözleşmeyi imzalayan taraf ülkelerin belirli yatırım faaliyetlerinin çevresel etkilerini planlamalarının erken bir aşamasında, birlikte değerlendirme yükümlülüklerini ortaya koymaktadır. Ayrıca, devletlerin, Olumsuz çevresel etkiye sahip olması muhtemel bütün önemli projeleri birbirlerine bildirme ve danışma yükümlülüğünü getirmektedir. Sözleşme 1991 yılında kabul edilmiş ve 10 Eylül 1997'de yürürlüğe girmiştir.

Adı, çevre ile başladığı için oldukça masum görünen ve AB ülkeleri için çok da önemli olmayan bu sözleşme, Türkiye için, kolonileşmenin başlangıcıdır. Ülkemizi bölünmeye kadar götürecek olan ön sözleşmelerdir.

AB-ESPOO SU ÇERÇEVE DİREKTİFİ (SÇD), her AB üyesi devletin, ulusal sınırları içinde bulunan nehir havzalarının yönetim planlarını hazırlamalarını AB topraklarının dışına uzanan “uluslararası !” nehir havzalarında ise ilgili devletlerle tek bir nehir havzası yönetim planı oluşturmak için çaba harcamalarını, bunun mümkün olmaması durumunda; havza planlarını, nehirlerin kendi topraklarındaki bölümü için hazırlamasını ve AB komisyonuna iletmesini öngörmektedir.

Nehir havzası yönetiminde AB ülkeleri arasında işbirliği zorunluluğu getirilmektedir. AB üyesi olmayan ülkelerle uygun eşgüdümün kurulması için çalışılmasına yer vermektedir.

ESPOO sözleşmesi sadece suya odaklı sözleşmeler olmayıp, suya dayalı projeleri (baraj yapıları, yer altı suyu çekim işlemleri) ilgilendiren hükümleri bulunmaktadır.

ÖZETLE; AB, özellikle sınır aşan sularımızın yönetiminin (AB, “Uluslararası Su” olarak adlandırmaktadır) AB’ye devredilmesini ve bu nehirlerin bulunduğu havzalarda yapılacak yatırımları AB İZNİNE bağlamamızı istemektedir. Daha da ileriye giderek, bu nehirler ile ilgili proje hazırlarken Sınır ötesindeki ülke ve/veya ile anlaşmamızı da istemektedir. Yani Fırat için Irak ve Suriye; Dicle için, Suriye ve yeni güney komşumuz, yakın zamanda ABD desteğiyle Devlet olması an meselesi olan PYD-PKK oluşumu ile anlaşmayı tavsiye etmektedir. Tabii Çoruh nehri için Gürcistan, Aras Nehri için, Türkiye, Azerbaycan, İran, Ermenistan uzlaşmasını, Arpaçay için Ermenistan ile uzlaşmamızı istemektedir.

Çevreyi çok önemsediğini ifade eden AB’nin, Türkiye’de Nükleer santral kurulurken hiç sesi çıkarmamıştır. Yüzlerce dereyi tahrip eden, dere tipi hidroelektrik santralleri kurulurken sesi çıkmamıştır ( 23250 MW için tahribatlar yapılmış, sadece 7857 MW’lık santral kurulabilmiştir). Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Trakya’daki topraklarımızda, 272’si kanserojen 2500 civarında kimyasal kullanılarak çıkartılmaya çalışılan Kayagazı’na, çıkartan şirketler AB ve/veya ABD kökenli diyerek itiraz etmemiştir. Çevreyi tahrip etmesi kesin olan “Kanal İstanbul” ile ilgili tek kelime etmeyen AB, her nasılsa, Doğu Akdeniz’de sondaj yapıp çevreyi kirletiyoruz ve bunun için kendilerinden izin almadık

diye, AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Mogerini’nin imzasıyla, Komisyon adına, Mart 2018’de KINAMA yayınlamıştır. AB’nin gerçek yüzü budur!

AARHUS SÖZLEŞMESİ ise, Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (UNECE) 25 HAZİRAN 1998 tarihinde DANİMARKA'NIN AARHUS şehrinde (ÅRHUS) Dördüncü Bakanlar Konferansı'nda "Avrupa için çevre" sürecinin bir parçası olarak kabul edildi ve 30 Ekim 2001'de yürürlüğe girdi.

Aarhus sözleşmesi; Çevresel konularda bilgiye erişim, çevresel karar verme sürecine halkın katılımı ve yargıya başvuru sözleşmesidir. Konu bu şekli ile ortaya konulduğunda AB üyesi ülkeler için hiçbir tehlike oluşturmadığı gibi, oldukça izi bir sözleşme olduğu söylenebilir. Ancak konu Türkiye özeline geldiğinde durum oldukça farklılaşacaktır.

Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizde 40 yıldır süregelen PKK olayı bilinmektedir. Mevcut Hükümet ve/veya gelecekteki Hükümetlerden biri bu bölgelerde yatırım kararı aldığında PKK sempatizanı birçok kişi veya STK’nın ertesi gün mahkeme kapısına koşacaklarını rahatlıkla tahmin edebiliriz. Mahkemeler sonuçlanmadan, sonuçlansa bile başka kişiler tarafından yeniden mahkemeye müracaat edileceğinden bu bölgelerde hiçbir yatırım yapılamayacaktır. Yatırım yapılamayan Bölgelerde işsizlik, yoksulluk artacak ve bedelini önce Hükümetler sonra Türkiye bölünerek ödeyecektir. AB’nin AB ortaklığı için bu sözleşmeleri öncelikle imzalamamızı istemesinin sebebi budur.

Türkiye için İntihar hükmünde olan bu sözleşmeleri şu ana kadar imzalamayan Hükümetimizin bu kararlılığını takdir ederken, CHP’nin 24 Temmuz 2014 tarihinde Sayın Sezgin Tanrıkulu aracılığıyla Mecliste Dönemin Dış İşleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’na “bu sözleşmeler neden imzalanmadı” şeklinde sorduğu soruya da anlam vermekte zorluk çekiyoruz.

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 11.05.2020

Macaristan Parlamentosu “İstanbul Sözleşmesi”ne karşı deklarasyonu kabul ederek, sözleşmeyi reddetti. Bizim yapmamız gerekeni, Hıristiyan Macaristan yaptı. 

Hükümet’e sesleniyoruz; Rusya’nın, Macaristan’ın, Sırbistan’ın dahi kabul etmediği şu gayri ahlaki, gayri insani kağıt parçasını yırtıp atın artık.

 

 

 

Türkiye'de Bireysel Kamyonculuk Yapan Esnafın Sorunları

Korona Virüsün yol açtığı sağlık sorunları konuşulurken her ölçekteki esnaf ve işletmelerin ekonomik sıkıntılar içinde olduğu artık saklanamayacak bir gerçektir. Çok sıkıntı çeken esnaf guruplarından biri de, sayıları 2019 sonu itibariyle 664.043 olan kamyoncu esnafımızın son 18 yıldır karşı karşıya bulunduğu temel problemlerdir.

AKP Hükümeti son 18 yılda bireysel kamyoncu esnafını bitirmek için sürekli yeni dayatmalar getirerek esnafımızı çalışamaz hale sokmuştur.

YETKİ BELGELERİ SORUNU (K1-C2 BELGELERİ); 2002 YILINDA Ulaştırma Bakanlığı görevinde olan Sayın Binali Yıldırım, sektörün kurtuluşu için K1 ve C2 yetki belgeleri verileceğini, belge sahibi olmayan kişilerin bu sektöre giremeyeceğini ve ton, km uygulamasıyla karayolu taşımacılığında bir devrime imza atacaklarını söylemişti. K1 yetki belgesi ile yurtiçi eşya ve yük taşımacılığı yapabilme şartı, C2 belgesiyle de Uluslararası taşımacılık yapabilme ön görülmüştü. Belli bir ücret karşılığında bu belgeler kamyoncu esnafına satın aldırıldı. Fakat bir zaman sonra bu belgeler kullanılamadı. Mesleği bırakmak isteyen esnafın para vererek aldığı bu belgeler resmen değersiz kâğıt haline geldi. Hatta “sadece birinci derecede akrabaya devredilebilir” şartı konarak esnafın önü tamamen kesildi. C2 belgesine sahip lojistik firmaları da dışarıdan ucuz motorinle ülke içerisinde taşımacılık yapmaya başladılar. Bu sebeple iç piyasada fiyat istikrarsızlığı ve haksız rekabet oluştu.

Kamyoncu esnafı, taksicilerde ve minibüsçülerde olduğu gibi plakaların dondurulmasını, her önüne gelenin sektöre girmemesini, mesleği bırakmak isteyen esnafımız plakalarını ve belgelerini satabilmelerini veya ücret karşılığı devlete iade edilmesini istemektedir. Minibüsçülerde ve taksicilerde olduğu gibi hat, plaka hakkı gibi özlük hakkı istemektedirler.

FİYAT İSTİKRARSIZLIĞI; Kamyoncu esnafının en büyük bir diğer sorunu piyasadaki fiyat istikrarsızlığıdır. Lojistik Firmaları bir şekilde fabrikalardan düşük fiyatlara ihaleleri alarak bir de üstüne komisyon ücretleri koyarak haksız rekabete sebep olmaktadırlar.

Fiyat istikrarsızlığının önlemek için TON-KM uygulamasına acilen geçilmesi gerekmektedir.

DİJİTAL TAKO VE U-TDS SİSTEMİNE GEÇİŞ; Ulaştırma Bakanlığı, hiçbir altyapısını oluşturmadan 2020 yılında DİJİTAL TAKO uygulaması ve E-fatura ve Ulusal Taşımacılık Digital Sistemini (UTDS) kullanma ve uygulama mecburiyeti getirmiştir.

Dijital Tako uygulamasıyla her ay sonu TAKO’dan alınacak verilerin sisteme yüklenmesi istenmiş, eğer zaman aşımı kullanım yapıldıysa otomatikman ay sonu E-ceza uygulaması yapılması planlanmıştır. Günde 9 saat sürüş hakkı veren bu uygulamayla kamyoncunun eli ayağı bağlanmıştır. Dokuz saatini dolduran kamyoncu 12 saat dinlenmek zorundadır. Kamyoncunun yol güzergâhlarında böyle uzun bir dinlenmeyi gerçekleştirecek fiziki yerleri yoktur. Yol boylarındaki tesisler yolcu taşımacılığı yapan otobüs firmalarına izin vermekte kamyoncu esnafının uzun süre bekleme yapmalarına izin vermemektedirler.

Bu yıl bireysel kamyon-kamyonet’e 5 bin TL’nin üzerinde olan navlunlarda E-fatura kesilmesi zorunluluğu getirilmiştir. Bunu yapabilmek için bireysel kamyoncunun interneti aktif kullanmayı bilmesi gerekir. Kamyoncular yüklemiş oldukları yükün irsaliyesini internet üzerinden 6 saat içinde sisteme bildirmek gerekmektedir.

HURDA TEŞVİK’İ VE ÖTV İNDİRİMİ; Son yıllarda Euro ve doların artmasıyla birlikte kamyoncu esnafı yeni araç alamamaktadır. Aracını yenileyemeyen esnafımız doğal olarak eski araçlarıyla sanayiden çıkamamaktadır

Taksicilere yapıldığı gibi ÖTV’ nin düşürülerek ve hurda teşvikinin genişletirilerek yeni araç alımının önünün açılmalıdır. Böyle yapıldığı takdirde esnaf sanayi kapılarında sürünmekten kurtulacak hem de otomotiv sektörü ivme kazanmış olacaktır.

KARAYOLLARI KANTARI PROBLEMLERİ; Maalesef Karayolları Kantarları Tonaj denetimleri zamanında sağlanamamaktadır.

Kamyoncu esnasın Bu konudaki talebi,  Karayolları Kantar denetimlerinin sağlıklı olarak, zamanında yapılmasıdır.

Yeniden Refah Partisi olarak iktidara gelindiğinde Kamyoncu esnafının yukarıda zikredilen bütün problemleri ilk üç ay içinde çözüme kavuşturulacaktır.

 

 

Prof. Dr. Doğan Aydal

Genel Başkan Yardımcısı

Ar-Ge Başkanı

 

 

ENERJİ KRİZİ KAPIDA

 

Günlük siyasetler ve Korona krizinin gölgesindeki Ülkemiz çok yakın bir zamanda önümüze çıkacak bir enerji krizi ile karşı karşıyadır. Ülkemizdeki elektrik tüketiminin son yüz yıllık artış grafiği istatistiki olarak incelendiğinde yıllık ortalama artışın %7,66 olduğu görülmüştür. Son beş yılda maalesef bu artışların olmadığı, ülkemizin elektrik üretimi ve tüketimi bakımından çok gerilediği görülmektedir.

2010 yılındaki tüketim verileri her yıl % 7,66 artarak devam etmiş olsaydı, 2017 yılı başında 300.000 GW/h değerini aşmış olacaktık. Bu değer, maalesef içinde bulunduğumuz 2020 yılı başında ancak aşılabilmiştir. 2019 yılı sonu itibariyle elektrik tüketim ve üretim değerimiz maalesef 304.000 GW/h seviyesindedir.

Üretimdeki düşük değerlerin anlamı çok basit olarak açıklanabilir; Santrallerimiz verimli çalışmamaktadır. Ülkemizin Ocak 2020 itibariyle Elektrik üretim santrallerinin kurulum gücü 91.269 MW’tır. Eğer 91.269 MW santral gücü %100 verimle tam çalışabilseydi ( 91.269 MW x 24 Saat x 365,6 Gün= 800.835 GW/h enerji elde edebilirdik. Halen üretebildiğimiz enerji miktarı ise 2019 yılı sonu itibariyle maalesef 304.200 GWh’dır. Bunun bir diğer anlamı mevcut enerji santrallerimizin ortalama üretim verimliliğinin % 37,6 düzeyinde olmasıdır.

Bu üretiminin önümüzdeki yıl çok daha düşeceğini tahmin edilmektedir. Zira Ülkemizdeki Elektrik üreten santrallerinin dağılımı şöyledir; 2018 yılında elektrik üretimimizin, %37,3'ü kömürden, %29,8'i doğalgazdan, %19,8'i hidrolik enerjiden, %6,6'sı Rüzgâr enerjisinden, %2,6’sı Güneş enerjisinden, %2,5'i Jeotermal enerjiden ve %1,4’ü diğer kaynaklardan elde edilmiştir.

2019 yılı Eylül ayı sonu itibarıyla kurulu gücümüzün kaynaklara göre dağılımı; yüzde 31,4’ü hidrolik enerji, yüzde 28,6’sı doğal gaz, yüzde 22,4’ü kömür, yüzde 8,1’i rüzgâr, yüzde 6,2’si güneş, yüzde 1,6’sı jeotermal ve yüzde 1,7’si ise diğer kaynaklar şeklindedir. Görüleceği üzere kömür ve hidrolikten elektrik üretimlerinde ani değişiklikler olmaktadır.

Bilindiği gibi, Linyit ile çalışan santraller kapatılmıştır. Bu oldukça önemli bir üretim eksikliği oluşturacaktır. Rusya ile olan siyasetimizdeki iniş ve çıkışlar da bilinmektedir. Doğalgaz ve taşkömürü ithalinde de bir krizle karşılaşıldığı takdirde Türkiye’nin yeniden karanlıklara gömülmesi an meselesi olacaktır. Kriz kapıdadır.

Ülkenin şimdilik idare etmesinin veya elektrik sıkıntısı yokmuş gibi gözükmesinin sebebi ise Sanayi ve Ticarethanelerin durmuş ve/ veya işleri yavaşlatmış olmalarıdır. Zira son on yıl dikkate alındığında Ülkemizde üretilen elektriğin % 61 ile % 67’si arasında değişen değerlerde Sanayi ve Ticarethaneler tarafından kullandığı rahatlıkla görülecektir. Sanayi ve Ticarethaneler ayni hızla elektrik tüketmiş olsaydı krizin başlangıç yılı 2017 yılı olacaktı.

Ülkemizde Güneş enerjisi gibi bir nimet bulunmaktadır. Yapacağımız en önemli iş, Türkiye’mizin sahip olduğu Güneş Enerjisi potansiyelini mümkün olduğu ölçüde fazla kullanmak için gerekli idari kanun ve yönetmelikleri çıkarmak olacaktır. Ülkemizin sahip olduğu 380.000 MW’lık Güneş enerjisi potansiyelini kullanabildiğimizde (Kurulu Santral Gücüne çevirebildiğimizde) Ülkemiz enerji ithal eden ülke olmaktan çıkıp, enerji ihraç eden ve bu yolla çok para kazan bir ülke konumuna gelecektir.

 

Prof. Dr. Doğan Aydal

Genel Başkan Yardımcısı

Ar-Ge Başkanı

 

……………………………………………………………………………………………………………………………………………….

 

                                      LİBYA’DAKİ SON GELİŞMELERİ NASIL OKUMALIYIZ   

 

Doğan Bekin,

Dış İlişkiler Başkanı 

                                                                                                             

 


Birleşmiş Milletler’in girişimleri üzerine Fas’ın Suheyrat kentinde düzenlenen toplantı sonunda Libyalı taraflarca üzerinde mutabakata varılan 17 Aralık 2015 tarihli  Libya Siyasi Anlaşması ile; Akile Salih başkanlığındaki Tobruk merkezli yasama organı olarak Temsilciler Meclisi ve  danışma kurumu olarak ta  Libya Devlet Yüksek Konseyi oluşturuldu.
Suheyrat’ta ilgili taraflar arasında imzalanan söz konusu anlaşma Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından da aynen benimsendi. Bu anlaşmaya göre, Libya’daki geçiş sürecini yürütmek üzere Fayez al Sarraj başkanlığındaki Ulusal Mutabakat Hükümeti görevlendirildi.
Libya’nın en nihai siyasi anlaşması ile oluşturulan Libya’daki Başkanlık Konseyi,  Sirenayka, Tobruk ve Trablus’tan  oluşan üç tarihi bölgenin saç ayağı üzerine inşa edildi. Her ne kadar Zintan ve Doğu Libya temsilcileri daha sonra Başkanlık Konseyi’nden istifa etmiş olsalar da  bu kurum meşruiyetini aynen devam ettirmektedir.

Bu cümleden hareketle , sadece yasama organı olarak faaliyet yürütme yetkisine sahip olan Tobruk’taki Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih’in insiyatifiyle Libya Ulusal Ordusu başına getirilen Halife Haftar, Suheyrat’ta imzalanan Libya Siyasi Anlaşması gereği, yasama,yürütme ve yargı alanlarında hiçbir yetkiye haiz değildir.

Bu nedenle Halife Haftar’ın, hiçbir yasal dayanak olmaksızın “açık darbe”( blatant coup)  yoluyla kendisini tek taraflı devlet başkanı ilan etmesi ve BM tarafından benimsenen Libya Siyasi Anlaşması’nın  hiçbir hükmünün kalmadığını beyan etmesi uluslararası teamüller açısından son derece içi boş verbal bir söylemden öteye gidememiştir. Nitekim kendisini destekleyen ülkeler bile onun bu açıklamasını ihtiyatla karşılamış ve destek vermekten büyük ölçüde imtina göstermişlerdir.

 


Nitekim, Birleşmiş Milletler Libya Destek Misyonu( UNSMIL) Başkanı Bayan Stephanie T. Williams da yaptığı açıklamada; BM’nin Libya Siyasi Anlaşması’ndan yana olduğunu açıkça ifade etmiştir. Libya Devlet Yüksek Konseyi de, Akile Salih başkanlığındaki Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’ne çağrıda bulunarak, darbe girişimine karşı net tavır almaya ve Libya’yı yönetmenin ancak ve ancak seçimler yoluyla olabileceğini ortaya koymaya davet etmesi gayet yerinde bir ifade şekli olmuştur.

Geçen yıl nisan ayında Trablus’a yönelik operasyon başlatan ve geride kalan zaman içerisinde hiçbir varlık gösteremeyen Haftar, son dönemde Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin başlatmış olduğu ‘Barış Fırtınası Operasyonu sonucu Libya’nın batısındaki bir çok stratejik kenti de kaybetti. Haftar’ın Ulusal Mutabakat Hükümeti karşısında almış olduğu ağır yenilgi  açık darbe kararını almasını zorunlu kılan en önemli etmenlerin başında gelmektedir. Özellikle Haftar’ı destekleyen ülkelerde son dönemde baş gösteren ekonomik çalkantılar ve virüs ile mücadele sonucu ortaya çıkan sarsıntılı süreçte bu kararı almasında etkin olmuş olma ihtimali söz konusudur.

Halife Haftar’ın başında bulunduğu Libya Ulusal Ordusu Sözcüsü Ahmed Mismari’nin  Ramazan Ayı dolayısıyla, uluslararası topluluk ve dost ülkelerin girişimleri üzerine ateşkes kararı aldıklarını açıklaması da Haftar’a gücünü yeniden konsolide edebilmek adına  zaman kazanmaya yönelik beyhude bir girişim olarak  düşünülebilir.

Libya’daki son gelişmeler hiç şüphesiz Türkiye’yi de çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Libya’daki dengelerin bozulması durumunda Libya-Türkiye arasında akdedilen anlaşmanın geleceği de tartışılır hale gelebilir. 

Şöyle ki, Türkiye ile yapılan anlaşmaya ta başından beri  karşı çıkan Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih ve sahada büyük çaplı güç kaybı yaşayan Libya Ulusal Ordusu Komutanı Halife Haftar’ın, bundan sonraki süreçte nasıl rol oynamaya çalışacaklarının snopsisi de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır.

Buna göre, Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih’in, siyasi çözüm adı altında teklif ettiği öneriler tamamen Türkiye’yi dışlamaya yönelik sinsi bir planın gereğidir. Akile Salih, Başkanlık Konseyi’nin yeniden oluşturulmasını ve  yeni konsey üyelerinin sadece konsey  dışından bir başbakan atayabileceklerini dillendirmesi, Türkiye ile yakın ilişki içerisinde olan Fayez al Sarraj’ı  başbakanlık görevinden devre dışı bırakmaya yönelik olsa gerek.

 

Aynı Akile Salih, destekçisi Halife Haftar konusunda ise; Libya Ulusal Silahlı Güçleri’nin ülkenin korunması ve güvenliği için görevlerini ifa etmekte olduklarını ve hiçbir şekilde zorlanamayacaklarını ifade etmekte olup, silahlı güçlerin aynı zamanda  Savunma Bakanı’nı da atamaya yetkili olacağını ifade etmesi bir tür askeri vesayeti çağrıştıran bir teklif olduğu ortadadır.
Sonuç olarak; Tobruk  merkezli Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih , General Halife Haftar’ın istemleri doğrultusunda politik söylemlerle güç devşirmeye çalışarak  Trablus yönetimini tamamen etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Oysa ki, Halife Haftar’ın tek taraflı olarak kendisini devlet başkanı ilan etmesi,  aynı zamanda kendisini Libya Ulusal ordusu başına getiren Temsilciler Meclisi’ni de yok sayması anlamı taşımaktadır. Akile Salih’in Haftar’ın meşru olmayan tutumunu  görmezden gelmesi ve Fayez al Sarraj’a yönelik politik  atraksiyon içerisinde olması son derece vahim bir durum ortaya çıkarmaktadır.

Bu tutumun, Libya’nın ‘Doğu Libya’, ‘Batı Libya şeklinde yeni bir kaos ortamına sürüklenebileceğini göz ardı etmemek gerekir düşüncesindeyiz.

Yeniden Refah Partisi olarak, tarihi bağlarımız olan dost ve kardeş Libya’nın yeniden istikrara kavuşması ve küresel güçlerin tasallutundan bir an önce kurtulmasıdır.

 

……………………………………………………………………………………………………..

 

 

HAK VE ADALET MERKEZLİ MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİNTARİHİ VE FİKRİ TEMELLERİ

 

                                                                                                Prof.Dr. Arif ERSOY*

 

GİRİŞ

Son yarım yüzyılda ülkemizin siyasi gidişatına yön veren ve birçok yapay ve hukuk dışı engeller ile önü kesilmeye çalışılan Milli Görüş Hareketi, ülkemizin siyasi gündemine 1969 yılında “Bağımsızlar Hareketi” diye bilinen bir girişimle getirilmiştir. Milli Görüş Hareketi, ülkemizin ve beşeriyetin karşılaştığı iktisadi, siyasi, ahlaki ve ilmi sorunlarına çözüm bulma iddiasında olan bir medeniyet projesinin bir bakıma hak ve adalet eksenli dünya görüşüdür. Bu hareket, siyasal tarihimizin en dinamik ve en kapsayıcı hareketi olarak değerlendirilebilir. Milli Görüş Hareketi’nin siyasi anlayışını iktidara taşımaya çalışan partiler, son 46 yılda koalisyonlara ortak olarak, muhalefet partileriolarak ulusal, yerel ve uluslararası düzeyde doğrudan ve dolaylı olarak önemli icraatlar yapmış; ülkemiziniktisadi ve sosyal gelişme sürecini önemli ölçüde etkilemiş ve katkıda bulunmuştur. Bu hareket, “Anadolu İnkılâbı” diye vasıflandırdığımız ülkemizdeki köklü değişme ve gelişmenin aksiyon aşamasıdır.

 

Son yıllarda ülkemizde ve dünyada meydana gelen hadiseler, Milli Görüş Hareketi’nin savunduğu ilkelerin ne kadar doğru ve tutarlı olduğunu kanıtladılar. Bu hareketi haklı çıkardılar. Burada Milli Görüş Hareket’in tarihi ve fikri temelleri üzerinde kısaca durulmaya çalışılacaktır.     

---------

* Prof. Dr. Arif ERSOY, 1977-1994 yılları arasında Ege ve Dokuz Eylül Üniversiteleri İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinde öğretim üyeliği görevinde bulundu. Çalışmaları daha çok “İktisadi Düşünceler” ve “İktisadi Sistemler” alanlarına yöneliktir. Çalışmalarının bir kısmı başta İngilizce olmak üzere, Almanca, Rusça, Çince ve Arapçaya çevrilmiştir. Batı ve İslam Ülkelerinde düzenlenen çeşitli toplantılara katıldığı gibi Rusya ve Orta Asya Ülkelerinde bilimsel ve istişarî toplantılara katılmıştır. Çin ’nin Başkenti Pekin’de Çin Halk Üniversitesi’nde 1990 yılında araştırmacı olarak bir süre bulunmuştur. 27 Mart 1994 Mahalli Seçimlerde belediye başkanlığına Çorum’da aday olan Ersoy seçimi kazandı. 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan Mahalli idareler seçiminde ikinci kez seçildi. Bu görevi 27 Mart 1994- 8 Ağustos 2002 tarihleri arasında yerine getirmiştir. Halen Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, İktisat Bölümü’nde öğretim üyesi ve Ankara’da ESAM’  ın (Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi) genel sekreterliği görevini deruhte etmektedir. E-mail: ersoyarify@hotmail. Com

 

I- MİLLİ GÖRÜŞ HARKETİNİN TARİHİ

Milli Görüş Hareketi,1969 yılında Bağımsızlar Hareketi ile Türkiye’nin gündemine geldi. Bu hareketin önderleri, 1940’larda üniversitelerde, özellikle İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan, zeki çalışkan ve

İslâmi hassasiyete sahip gençlerdi. Bu gençle, 1940’larda ve 1950’lerdeüniversitelerini derece ile bitirdiler. 1950 ve 1960’lı yıllarda Devlet’in çeşitli kurumlarında görev aldılar. Kamu kurumlarında aksaklıkları yakinen gördüler. Ülkenin siyasi yapısını öğrendiler. Bir kısmı Batı ülkelerinde bulundu. Doktora derecesini aldılar. Batı’nın kurum ve kuruluşlarını tanıma fırsatı buldular. Kapitalizmin ve Sosyalizmin dayandığı dünya görüşlerini, işleyişini ve ürettiği sorunlar hakkında kapsamlı bilgi edindiler. Zihinlerinde ülkemizin ve İslam âleminin neden geri bırakıldığının sebep ve sonuçlarını irdeleyen sorulara cevap bulmaya çalıştılar.

 

Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve sosyal sorunlarını bilen ve bu sorunların çözümü için gayret gösteren bu azim ve gayret sahibi insanlar, 1960 Askeri Darbesi’ni yaşadılar. Emperyalizmin bu darbeyi nasıl tezgâhladıklarını takip ettiler. Bu iyi eğitilmiş azimli gençler, Küresel Emperyalizmin hile ve desiselerini Türkiye’nin önde gelen ilim adamları, fikir ve halk önderlerinden ta üniversite yıllarında öğrendiler. Araştırdılar. Küresel sömürü çarklarının nasıl döndüğünü hidayetle ilmi birleştirerek sahip oldukları ferasetle anladılar. Emperyalizmin görünen yüzü ile görünmeyen yönün aynı olmadığını keşfettiler.

 

Milli Görüş Hareketi’nin önderi Prof. Dr. Erbakan, Almanya’da doktora yaparken kalkınma için sanayileşmenin nedenli önemli olduğunu yakinen gördü ve teknik projelerde görev aldı. Araştırmalara katıldı. Yenin buluşlara katkıda bulundu. Makine alanında uzman olduğu için İstanbul Teknik Üniversitesi’nde ülkemizin sanayileşmesine yönelik bazı projeler üzerinde çalıştı.Dönemin Başbakanı Merhum Adnan Menderes’in de desteğiyle 1956 yılında 850 işçi çalıştığı ve yılda yüzde yüz yerli 5000 dizel motoru üreten Gümüş Motor Fabrikası’nı kurdu.Hile ve desiselerle bu fabrika işletilmedi. Engellendi ve kurucuların elinden alındı.

 

Türkiye’nin sanayileşmesinin önündeki engelleri gidermek amacıyla Prof. Dr. N. Erbakan, Türkiye Odalar Birliği’nin yönetimin değiştirilmesi için çalıştı. Bu kuram seçile başkanı oldu.Odalar Birliği başkanlığı polis zoru engellendi hukuku dışı yol ve yöntemlere başvurularak engellendi.

 

Onlar, ırkçı emperyalizmin hile ve desiselerinin belirlediği bir sahnede figüran olmak istemiyorlardı. Onların inancı, bilgileri, hidayet ve ferasetleri bu kötü gidişatın bir parçası olmalarına mani oldu. Onlar,kendi millete güvenerek milletin dünya görüşü ve değer ölçülerine sahip çıktılar. Milletin makûs talihinin milletle bütünleşerek değiştirilebileceğine inanmış insanlardı. Onun için bir araya geldiler. Türk siyasi hayatında ve hatta insanlık tarihinin gidişatında yeni değişme ve gelişmelere yol açacak “Milli Görüş Hareketini” başta Konya olmak üzere on beş ilde bağımsız aday olarak başlattılar.

 

On beş bağımsız milletvekili adayından sadece Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca’nın 14 Ekim 1969′da yapılan Genel Seçimlerde Konya’dan bağımsız milletvekili olarak TBMM’ne girmesi, Türk siyasi hayatından yeni bir dönemin başlamasına ortam hazırladı. Milletin dünya görüşünü öne çıkartmakla ülkemizin gelişeceğine inan ilim adamları ve halk önderleriyle yapılan kapsamlı istişarelerden sonra Milli Görüş Hareketinin ilk partisi olan Milli Nizam (MNP) 24 Ocak 1970 tarihinde kuruldu.Artık milletin inancı dünya görüşüne dayalı hak ve adalet merkezli yeni bir anlayışa göre Türkiye’nin, İslam coğrafyasının ve bütün beşeriyetin sorunları dile getirilecek ve küresel sömürü düzenin çelişkileri ortaya konacaktır. Bu gelişme, Anadolu İnkılâbı’nın aksiyon aşamasının başlaması anlamına gelmektedir.

 

Anadolu İnkılâbı, Hak ve adalet merkezli yeni barış (İslam) medeniyetin kuruluşunun başlangıcıdır. Anadolu işgale yeltenen Batılı emperyalist güçlere karşı 1919’daAnadolu insanın başlattığı direniş,hak ve adalet merkezli yeni bir medeniyetin inşasına yönelik bir hamleydi. Bu hamle zaferle neticelendi. Emperyalist güçler püskürtüldü. Daha sonra bu hamle çeşitli müdahale ve darbelerle engellendiyse de, 1969 yılından itibaren bağımsızlar hareketi ile yeniden başlatıldı.  1980’lı yıllarda sosyal hayatta hukukun üstünlüğünü esas alan ve nime- külfet paylaşımında adaleti sağlamayı amaç edinen Adil Düzen’in kurulmasına öncülük edecek “Yeniden

 

Büyük Türkiye” inşası hedefine yönelik önemli ilmi adımlar atıldı. Adil Düzen Projesi Refah Partisi tarafından 1989 yılında siyasi gündem taşındı. Artık Türkiye’de ve İslam dünyasında Müslümanlar kuvveti haklı olmanın nedeni kabul eden siyasi ve iktisadi tekellerin sistemleri olan Sosyalizm ve Kapitalizme mahkûm olmayacaklardır. Onlar tarihte olduğu gibi yeniden Silm Nizamıyla beşeriyete öncülük edecekler ve mazlumların sığınağı olan Yeni Adil bir Dünya kurmayı üstleneceklerdir. Bazı Müslüman âlimler bu hamlenin önemini kavrayamadılar. Karşılaşılan sorunlara çözüm üreteceklerine üretilen çözümleri ret etmeye kalkıştılar. Dahili ve harici güçler bu gelişmeleri engellemeye kalkıştılar. Hak ve adalet merkezli barış medeniyetin kuruluş zamanı gelince, bu tür engeller süreci geciktiremeyecektir. Bu medeniyetin önderlerinin kendilerine hazırlamaları için ihtiyaç duyulan belli zaman verilecektir. Yoksa Nemrutlar, Firavunlar ve Ebu Cehiller Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın ve Hz. Muhammed (a.h.s) yolculuklarını engelleyemedikleri gibi Hak ve adalet merkezli Yeni Silm Medeniyetin kuruluşunu ırkçı- tekelci mihraklar ve onların hizmetkârla da engelleyemeyecektir.   

 

Milletin dünya görüşü ve değer ölçülerinden hareketle yeni bir anlayışı Türkiye’nin siyasi gündemine getiren Milli Nizam Partisi, laikliğe aykırı faaliyette bulunduğu ithamıyla partiye veya partililere hiç haber vermeden, savunma istemeden Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açıldı. Anayasa Mahkemesi de duruşma yapmadan evrak üzerinde karar vererek, Milli Nizam Partisi’ni hiçbir hukuki mesnede dayanmadan kapattı (H. Ertem, 2013, s.40- 46).

 

1969 yılında bir avuç inanmış ve azimli insanla yola çıkan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın kurduğu ilk partisi kapatıldıktan hemen sonra Milli Selamet Partisi ismiyle 11 Ekim 2013 tarihinde ikinci partiyi kurdu. Kitlelerin bir bölümü, ülkenin Milli Görüş ile kurtulacağına inanmaya başladı. Yoğun menfi propagandalar bu davaya inananların sayısının artmasına engel olamadı.14 Ekim 1973 tarihinde yapılan Genel Seçimlerde 48 milletvekili ile TBMM’ne girdi ve gurup kurdu. 26 Ocak 1974 tarihinde CHP-MSP hükümeti kuruldu. Güvenoyu alan bu koalisyon hükümetinde Prof. Dr. Necmettin Erbakan başbakan yardımcısı oldu ve MSP 7 bakanlıkla T.C. Hükümeti’nde temsil edildi (H. Ertem, 2013, s. 105).

 

Milli Görüş Hareketi, bu hükümette ve daha sonra kurulan koalisyon hükümetlerinde ülkeye önemli hizmetler yaptı. Ülkemizde sanayileşme hamlesini başlattı. Ahlâki ve manevi kalkınma hamlesi başlattı ve 1974 yılında Kıbrıs Zaferi’nin kazanılmasını sağladı. MSP, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra kapatıldı. Milli Görüş Hareketi’nin önderleri hapsedildi.

 

Milli Görüş Hareketi’nin üçüncü partisi olan Refah Partisi, 19 Temmuz 1983 tarihinde kuruldu.Kısa sayılacak bir süre içinde bütün yurt genelinde teşkilatlandı.6 Kasım 1983 seçimlerine girmesi engellenen yen Refah Partisi, 25 Mart 1984′de yapılan mahalli idareler seçimine katıldı ve Şanlıurfa, Van illeri ile 5 ilçenin belediye başkanlığını kazandı. Daha sonra 27 Mart 1994 tarihinde yapılan mahalli idareler seçiminde RP, kentlerde yaşayan toplam nüfusun %65’inin yaşadığı şehirlerde, başta İstanbul, Ankara, Konya ve kayseri olmak üzere belediye seçimlerin kazandı ve belediyecilik hizmetlerinde “Milli Görüş Belediyeciliği Devrim’ini” gerçekleştirdi. RP’si 1989 yılında hak ve adalet merkezli bir sosyal yapılanma projesi olan “Adil Düzen Projesi’ni” benimsediği ilân etti.  Bu girişim, insanlık tarihinde yeni bir barış medeniyetinin (Silm Medeniyeti) kuruluş hamlesi olarak tarihteki yerini aldı.

 

 Uyanmış Anadolu insanı, Milli Görüş’ün üçüncü partisi olan Refah Partisi’ni 1995 yılında Türkiye’nin en büyük partisi haline getirdi. Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, Haziran 1996’da 54. Cumhuriyet Hükümeti’nin Başbakan’ı oldu. Bu hükümet, Türkiye Cumhuriyeti’nin en başarılı hükümeti olarak tarihteki yerini aldı. Dâhilî ve harici fesat mihrakları 28 Şubat 1997 Post Modern Darbe’sini tezgâhladı. Bu darbede millen ordusu milletin dünya görüşü ve değer ölçülerin temsil eden iktidarın düşmesine ve yerine yalan ve talan dayanan bir rejimin iktidara gelmesine yol açtı. 54. Erbakan Hükümeti, dünyanın en büyük entegrasyonun hareketi sayılan D8 Teşkilâtı’nın kurulmasına öncülük etti. Bu girişim, ırkçı ve tekelci sermayenin küresel düzenini sarstı. Adil Yeni bir Dünya’nın kuruluş hamlasını başlattı.

 

Küresel emperyalizmin uzantıları olan yerli işbirlikçiler, Türkiye’nin en büyük siyasi partisini olan RP’sini sudan bahanelerle kapattılar. Milli Görüş lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a siyaset yasağı getirdiler. Milletin, İslam âleminin ve mazlum milletlerin haklarını savunan Erbakan’ı kendini savunma zorunda bıraktılar. Anadolu insanın başlattığı hak ve adalet merkezli İnkılab`ın aksiyon aşaması bir süreliğine sekteye uğradı. Anadolu İnkılâbı devem edecektir. Bu millet, ırkçı-tekelci mihraklar istemese de, hak ve adalet merkezli yeni bir barış (Silm) medeniyetinin inşasındaki tarihi görevini yerine getirecektir.

 

II- DOĞAL BİR OLUŞUM OLARAK MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ

Milli Görüş Hareketi, doğal, fıtri bir milli harekettir. Hidayet, feraset ve dirayet sahibi olan bu hareketin önderleri, normal insanların yapmaları gerekenleri yaptılar. Herinsan, karşılaştığı sorunlara çözüm üretmek için üç yola başvurabilir.

 

Birinci yol, inandığı ve doğruluğunu ilmen ispat ettiği ilkeleri esas alarak karşılaşılan sorunlara çözüm araması ve bütün yeteneklerini kullanarak, gereken istişare ve araştırmaları yaptıktan ve dünyada olup bitenleri takip ettikten sonra kendisinin verdiği kararlara göre sorunlarını çözmesi yoldur. Bu çözüm yolu doğal çözüm yoludur. İnsan fıtratına uygundur. Bu yolu ve yöntemleri izleyenler imanları, fikir, söylem ve eylemleri arasında bütünlüğü sağlayarak başarılı olmuşlar; kendi tarihlerine ve dünya tarihine yön vermişlerdir. Milli Görüş Hareketi’nin önderleri, bu yolu izlediler. Geçmişte milletimizin önderleri, bu yolu izleyerek göçebe bir toplumdan adil bir cihan devletini kurmuşlardır. Bu yolu izleyen Fatih Sultan Mehmet 1453 yılında İstanbul’u fethetmiş ve insanlık tarihini değiştiren yeni bir çağın başlamasına ortam hazırlamıştır. Milletimizin önderleri, 20. Yüzyılın başında bu yolu izleyerek emperyalistlerin işgaline uğrayan Anadolu’yu işgalden kurtarmış ve mazlum milletlerin uyanışına vesile olan dünyanın sömürgecilere karşı ilk zaferini kazandılar. Milletimiz kendi inancı dünya görüşü ve değerleri ölçüleri etrafında toplanarak sömürgeci emperyalizme karşı Çanakkale ve İstiklal Savaşı’nı kazandı. Mazlum milletlerin kendi istiklallerini kazanmalarına öncü ve örnek oldu.

 

İkinci yol, kendi dünya görüşünü ve değer ölçülerini bir kenara bırakarak, inanmadıkları ve ilmen doğruluğunu ispat edemedikleri başkalarının inanç vedünya görüşlerini taklit ederek karşılaştıkları sorunlara çözüm üretmeye çalışma yoludur. Bu yol taklitçilerin tercih ettikleri yoldur. Bu yol ve yöntem ilk bakışta cazip ve kolay görünür. Fakat uzun dönemde çıkmaz sokaktır. Başkalarını körü körüne taklit edenler karşılaştıkları sorunlara kalıcı çözüm üretemezler. Taklitçilerin taklit yoluyla buldukları çözümler bir soruna çözüm üretseler bile, yeni sorunlara yol açar.

 

Taklitçiler başka toplumların peşine takılmaktan başka bir alternatife sahip olamazlar. Onlar zamanla üretkenlik kapasitelerini ve kişiliklerini kaybederler. Milli ve manevi değerlerinden yoksun kalırlar. Milli dinamiklerini harekete geçiremezler. Kendi toplum ve tarihiyle kavgalı hale gelirler. Kendi toplumlarına sömürgecilerden daha çok eza ve cefa çektirirler. Zihnen sömürgeleşme doğrudan sömürgeleşmeden daha beterdir. Doğrudan sömürgeleştirilenler, zamanla uyanırlar. Sömürgecilere karşı bağımsızlık savaşı kazanırlar. Milletiyle bütünleşerek doğrudan ülkelerini talan eden sömürgecileri mağlup eder ve ülkelerini bağımsızlaştırabilirler. Zihnen sömürgeleştirilenler inançlarını ve bilinçlerini kaybettikleri için halkına sömürgecilerin yapmadıkları zulümleri reva görürler. Taklit ettiklerine hayranlık duyarlar. Kendilerini ilerici, halkını gerici kabul ederler. Bir ulusun uğrayabileceğin en büyük felaket zihnen sömürgeleştirilen sözde aydın sayılanlar tarafından yönetilmeleridir.

 

Batı medeniyeti fende ve teknikte ilerlemiştir. Ünlü Amerikalı kurumsal iktisatçı Thorstein B. Veblen’in ifadesiyle Batı uygarlığı fen ve teknolojide ilerledi. Fakat Batılar, insani değerler açısından Ortaçağ’daki ayırımcılık ve ötekileştirme anlayışını sürdürmektedirler. Hala Eski Yunan ve Eski Roma’nın entrikalarıyla ile yeryüzü sömürmeye çalışılmaktadır. İnsani değerler açısından Batı uygarlığı henüz gelişmemiştir(E. K. Hunt, 1979, s.317- 9).

 

İslam dünyasının taklitçi ve işbirlikçi yöneticileri, kendi toplumlarının hak ve adalete dayalı medeniyetlerinin dünya görüşünü terk ederek, kuvvet ve sömürü zihniyeti üzerinde inşa edilmiş Batı medeniyetinin kurum ve kuruluşlarını taklit ederek ülkelerini geri bıraktılar. Kendi sorunlarına kendi dünya görüşü ve değer ölçülerine esas alarak yeni çözümler üretemediler. Taklitçiliği benimsedikleri için taklit ettiklerini arkadan takip etme zorunda kaldılar.

Ülkemizde İttihat ve Terakki zihniyeti, Batılı emperyalist mihraklarının peşine takılarak bir cihan devleti olan Osmanlı Devleti’nin çöküşüne ortam hazırladılar. Bu zihniyet,1940’lı yıllarda Devlet yönetimine yeniden hâkim oldu. Emperyalist mihraklarla anlaşmalar yaptı. Her alanda taklitçiliğe dayanan siyasetler izlendi. Devletle milletin arası açıldı. Gayri milli bir eğitim politikası benimsendi.  Sahibi millet olan Devletin imkânları kullanılarak baskı ve dayatmacı bir yönetim sergilediler. Bu yol doğal değildi. Milletimizin fıtratına ve tarihine uymuyordu. Hidayet ve feraset sahibi olan ve kendi ülkelerini merkez kabul edenler bu yolu tercih edemezlerdi. Etmediler de.

Üçüncü yol ise, bütün ilke ve değerleri bir tarafa bırakarak belli menfaat ve ihtiraslarla milletin önünü düşmek ve konjonktüre göre yol ve yöntem değiştirme yoludur. Bu yol aslında nihilistlerin yoldur. Yol olarak kabul edilemez. Bu yolu izleyen yöneticiler, tarih boyunca kendi ülkelerini felâketten felâkete sürüklemişler ve yönettikleri devletlerini çöküşüne ortam hazırlamışlardır.

 

Milli Görüş Hareketi, fıtri olan birinci yolu takip etmiştir. Bundan dolayı Milli Görüş Hareketi, Hak ve adalete dayalı dünya görüşünden zorla ve hile ile uzaklaştırılan bir milletinin yeniden kendi dünya görüşü ve değer ölçülerine, tarihine ve özüne dönüş hareketidir. Bir bakıma normalleşme hareketidir. Suyun asli mecrasına dönüşüdür. Her milletin kendi dünya görüşü ve değer ölçülerine göre sorunlarını çözmesi ve kendi ülkesini yönetmesi doğal ve fıtri hakkıdır.Sömürgecilerin anlayış ve mantığa göre yönetilen toplumlar, kendi milli dinamiklerine harekete geçirebilirler mi?

1969 Bağımsızlar Hareketi’nin başta Prof. Dr. Necmettin Erbakan olmak üzere diğer arkadaşları, önce ülkemizi insan hak ve özgürlüklerin kmilen korunduğu, haksızlıkların ve adaletsizliği azaltıldığı “Yaşanabilir bir Türkiye” olmasını temel hedef olarak kabul etmişlerdi. Türkiye’nin“Yeniden Büyük Türkiye” haline getirilmesi ve “Yeni bir Adil Dünyanın” kurulmasının Milli Görüşle gerçekleştirilebileceğine inanıyorlardı. Bu inançla yola çıktılar ve bu inanç ve azimle Milli Görüş’ü, önce Türkiye’nin ve daha sonra 1980’lı yıllarda dünya gündemine taşıdılar. İslam âleminin despotizme ve sömürgecilerin temsilcilerine karşı uyanmalarına rehberlik ettiler. 

 

 

       
 

 

   

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 16.05.2020

MHP-AKP Koalisyonu ve Kemal Derviş Yasaları

MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, sosyal medya hesabında “...Kemal Derviş’in yardakçıları, devşirilmiş ucubeler Türk milletini kandıramazlar” diyor. Sayın Bahçeli’nin Kemal Derviş’i ABD’den Türkiye’nin ekonomisini düzeltsin diye getiren MHP-ANAP-DSP koalisyon Hükümeti’nin Başbakan Yardımcısı olduğunu unutmuş olması mazur görülebilir. Hatta Kemal Derviş’in Telekom yasasına muhalefet eden bakanı Sayın Öksüz’ün kellesini isteyen talebini yerine getirdiklerini de unutabilir; zira “hafızayı beşer nisyan ile maluldür”.

Bizim asıl bu vesile ile üzerinde durmamız gereken konu MHP-AKP koalisyonunun derviş yasaları ile ilgilerinin ne olduğudur. Derviş yasalarından birkaçını burada zikretmekte fayda var.

Şeker Yasası: Şeker rejimini yeniden düzenleyen yasayla, şeker pancarında taban fiyatı kaldırılırken, fiyatın fabrikalar tarafından serbestçe belirlenmesi hükmü getirildi. (Asıl amaç başka)

Merkez Bankası YasasıYasaya göre Merkez Bankası, Hazine ile kamu kurum ve kuruluşlarına avans veremeyecek ve kredi açmayacak. Para basma yetkisi imtiyazlı olarak hazineden alınarak Merkez Bankası’na verildi. Yani hükümetin para politikası yetkisi elinden alındı.

Tütün Yasası: Yasa ile TEKEL'in yeniden yapılandırılması, tütün ve alkollü içecekler piyasasına yeni düzenlemeler amaçlanıyor. (Asıl amaç başka. Sezer'in yasayı tütün ve tütün mamullerinin dış alımının serbestleştirilmesinin yerli üreticilerin kaybına yol açacağı ve iç pazarın tamamen yabancı sigara tekellerine açılacağı gerekçesiyle veto etmesine rağmen değiştirilmeden aynen kabul edildi).

 

Elektrik Piyasası Kanunu: Bu kanunun amacı; elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için, rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterebilecek, mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasasının oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanmasıdır. Asıl amacı bir anımız ile aşağıda açıklayacağım.

Ek Bütçe: Yasa 2001 mali yılı bütçe kanunu ile bağlı cetvellerinde değişiklik yapılmasını öngörüyor. Şubat krizi ile birlikte artan finansman ihtiyacını karşılamak üzere çıkarılan 30 katrilyon 640 trilyon liralık ek bütçede, kamu yatırımlarına ayrılan kaynak 280 trilyon lira (!!!!!) olarak belirlenirken, bu rakamın 130 trilyon lirasının (!!!!) otoyol yatırımlarına gitmesine karar verildi. Ve diğerleri...

Yasaların amaçları ile uygulamalar arsındaki derin uçurumu görmemek için insanın ne olması hususunu sizlere bırakıyorum. Şeker Yasası ile çiftçimiz mağdur edilmiş. Şeker fabrikalarımız yok pahasına satılmıştır. Tütün Yasası ile tütün üretimi yok denecek kadar azalmış ve piyasa tamamen yabancı tekellerin eline geçmiştir. Şimdi sormak lazım MHP-AKP koalisyonu şeker ve tütün yasalarını yürürlükten kaldırmayı düşünür mü? Her gün şikayetçi oldukları merkez bankası yasasını değiştirmeyi ve tabir caizse “davul hükümetin omuzun da tokmak merkez bankasında” ucubesinden kurtulmayı düşünürler mi?

Yeniden Refah Partisi olarak biliyoruz ki bu koalisyon sadece konuşur; icraat yapamaz. Tavsiyemiz şudur; ülkemizi ve insanımızı daha fazla zorluklara düçar etmeyiniz. Borçlardan dolayı yapamıyorsanız biz bu yükün altına girmeye hazırız. Milli Görüş olmadan sıkıntılardan kurtulamayız. Neden mi? Elektrik piyasası yasasının, üyesi olduğum komisyon görüşmeleri ile ilgili ibretlik anımı sizlerle paylaşıyoruz.

 

2001 yılı Ocak ayı, sağcı ANAP solcu DSP ve sözüm ona milliyetçi MHP koalisyon hükümeti iş başında.  Hazineden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu, Sanayi Ticaret, Enerji Tabii Kaynaklar, Bilgi Ve Teknoloji Komisyonu’nda görüşülüyor. Komisyon Başkanı MHP Konya Milletvekili Sayın Hasan Kaya. Kanun tasarısının geçici 4. ve 8.  kritik iki maddesi var. Kemal Bey (Derviş) yabancı misafirlerini kıramamış olacak, hükümeti sayın Bakan yerine Hazine Müdürü temsil ediyor. Geçici 4. madde ile “kamuya ait elektrik enerjisi üretim ve dağıtım tesislerinden işletme hakları devri öngörülenlerden devir işlemlerini 30 Haziran 2001 tarihine kadar tamamlayamayan şirketlerin mevcut sözleşmeleri hükümsüzdür” hükmü getiriliyor. Geçici 8. Madde ile yapımı devam eden enerji santrallerini 2002 yılı sonuna kadar tamamlamayanların kredileri için verilen Hazine garantileri kaldırılıyor. Dağıtım şirketlerinin devirlerinin zamanında tamamlanması için Hazine onayı bekleniyor. Onay vermeyen Hazine’nin başında Kemal Bey oturuyor. Kendi kusurunu gerekçe yaparak sözleşmeleri kanunla iptale kalkışıyor. Her iki madde de sözleşmeleri hak sebebi sayan Milli Görüş prensiplerine aykırı olduğu için, 30 Haziran tarihinin 31 Aralık olarak değiştirilmesini, varsa Hazine ile Dağıtım Şirketleri arasındaki ihtilafın giderilmesine çalışılması yönünde değişiklik önergesi verdik. Komisyon Başkanı önergeyi işleme aldı ve hükümetin görüşünü sordu. Hazine Müdürü’nün “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” ibaresi yazılı TBMM çatısı altında, “IMF heyeti Sayın Bakanımızın yanında benden bu maddenin aynen geçip geçmediği hususunda haber bekliyor” sözü üzerine önerge reddedilince Cennet Mekan ERBAKAN Hocamızın “biz ve diğerleri” sözünün slogan değil bir gerçek olduğunu ve sağcı, solcu ve milliyetçi diye bahsedilen partilerin de farklarının olmadığını bir kere daha anlamış olduk. 

 

 

Suat Pamukçu


Yeniden Refah Partisi Genel Sekreteri

 

 

 

İstanbul Sözleşmesi, bilindiği gibi, TBMM tarafından aleyhte hiç söz alınmadan ve hiç ret oyu verilmeden 26 dakika gibi kısa bir sürede kabul edildi. Ayrıca daha dikkat çekici husus ise, mecliste kabul edilen metin ile resmi gazete de yayınlanan metnin farklı olmasıdır.  Sözleşmenin 4. Maddesinin 3. Bendinde bulunan ”Cinsel Tercih “ kelimesi, Resmi Gazetede yayınlanan metin de “ Cinsel Yönelim “ olarak yumuşatılmıştır.

Bu sözleşme uyarınca, ayrımcılık yapılmama gerekçesi ile insan fıtratına aykırı cinsel tercihler meşrulaştırıldı.

 

Sözleşmenin 48. maddesinde de,  “Taraflar iş bu sözleşme kapsamında, her türlü şiddete ilişkin olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma dahil olmak üzere, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm sürecini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır” denilmektedir.  Bu madde metninden de anlaşılacağı üzere, aile içi vakıalarda dahi arabuluculuğu yasaklamakta olup, önleyici tedbirleri engellemektedir.

İstanbul sözleşmesinin uygulandığı hiçbir ülkede şiddet azalmamış aksine geçmişe göre çok daha artmıştır. Bu olayın gerekçesini ise sözleşmeyi savunanlar ortaya koyamamıştır.

Bu sözleşmeye pek çok ülke karşı çıkmıştır. Slovakya, Çek cumhuriyeti, kabul etmemiştir. Bulgaristan Anayasa Mahkemesi ise sözleşmenin Bulgaristan anayasasına aykırı olduğuna karar vermiştir. Bu verdiğimiz örneklere ilave olarak; Macaristan Parlamentosu da  İstanbul Sözleşmesini reddederek  tarihi bir karara imza atmıştır.

 

Macaristan, “İstanbul Sözleşmesinin reddedilmesine ilişkin” siyasi bir bildiriyi kabul etti. Karara göre,  İstanbul Sözleşmesi “yıkıcı cinsiyet ideolojisini başlatma girişimi” olarak görüldü.


Bu karar da,  hükümeti, sözleşmeyi onaylamaması ve Avrupa Birliği'ne de aynı yolu izlemesi  çağrısında bulunuldu. 

 

Macar Parlamentosunun karar gerekçelerinden bazıları şöyle;


- Sözleşme, kadınlara yönelik şiddeti durdurmak ve aile içi şiddeti sona erdirmek anlamına geliyor, ama bir  çok da tartışmalı maddesi var. 

 
-Başta da LGBT’yi destekleyen maddeler  yer alıyor.


-Bu Sözleşme ülkelere, “sosyal cinsiyet” diye bir tanımı ve onunla birlikte “yıkıcı cinsiyet teorisinin uygulanmasını” dayatıyor. Trans bireyleri tanımaya zorluyor. 


-Bu sözleşme aynı zamanda da ülkeleri cinsiyete dayalı sığınma vermeye zorluyor. 

- "Ülkemizi, kültürümüzü, yasalarımızı, geleneklerimizi ve milli değerlerimizi, nüfusun çoğunluğunun inançlarına aykırı olan “toplumsal cinsiyet teorisine” ve sınırsız bir “cinsiyet tercihine dayalı göç” dayatmasına karşı korumalıyız.

Macaristan anayasası ve kanunları çocuk ve kadınları şiddetten korumaya yeter.  

- Avrupa Konseyinin bu sözleşmesi cinsiyeti tanımlamak için kabul edilemez bir yaklaşım içeriyor ve parlamentonun bu yaklaşımı ulusal hukuka dahil etmemesi gerekiyor. 

 

Yukarıdaki gerekçelere baktığımız da yüreğimiz yanıyor. Bizim meclisimizde oy birliği ile ve süratle geçen bu sözleşmeye hiçbir milletvekilinin ses çıkartmaması, aziz milletimize  acı veriyor. Hele, devlet geleneğine ve şanlı tarihe sahip ülkemiz ile Macaristan’ın mukayese  edilmesi hepimizi kahrediyor.

 

Şimdi tüm Milletvekillerine sesleniyoruz ;

Sayın milletvekilleri,

Milletimiz ve biz, sizi ve  parlamentoyu alkışlamak istiyoruz;

 

Devletin asli görevi olan 'neslin muhafazası' görevini yerine getirin. Neslin korunması tüm vatandaşlarımızın doğuştan gelen haklarıdır. Bu hakkın korunması vazifesi de yüce Meclisimize aittir

Ülkemizi ve milletimizi uçuruma götüren bu yanlışa “Dur” deyin. Bu konuda gerekli adımların hemen atılmasını ve düzenlemelerin ivedilikle yapılmasını talep ediyoruz

Macaristan Parlamentosunun, kararlılığını  ve hassasiyetinin bir benzerini yüce meclisimizden de bekliyoruz. Aziz milletimizin temsilcileri olarak,  milletimizin hayır duasını almanızı istiyoruz.

Aziz milletimizin temsilcileri olarak, sizlerin yapacağı milli ve manevi bir düzenleme ile tarihi bir sorumluluk üstleneceksiniz. Gelecekteki evlatlarımızın, neslimizin bir felakete savrulmasına mani olacaksınız. Bu milletin gelecekte tekrar tarihe yön verecek şanlı bir neslin yetişmesine sebep olacaksınız

Şunu ilan etmek isteriz ki; Bu milletin gerçek temsilcileri Milli Görüşçü kadrolardır. Siz bunu yapamazsanız, Yeniden Refah Partisinin vatansever evlatları olarak, kollarımızı sıvadık, iktidar hazırlıklarımıza başladık. Yine Efsane hizmetler yapmak için geliyoruz.

“Önce Ahlak ve Maneviyat “ diyen Yeniden Refah Partisinin, genç ve dinamik kadroları; Milletin feryadına kulak vererek, hislerine tercüman olarak, emin adımlarla iktidara yürümektedir.

Milli Görüş iktidarında, ekonomimiz gibi, kanunlarımız da yerli olacak. Emperyalist Dayatmalara asla geçit vermeyeceğiz.

Erbakan Geliyor, Hasret Bitiyor.

Saatlerimizi Zafere Ayarladık, Zafer de Buluşmak Dileğiyle …

 

Av. Bayram SAKARTEPE

Genel Başkan Yardımcısı

Siyasi İşler Başkanı

 

 

 

ENERJİ KRİZİ KAPIDA

 

Günlük siyasetler ve Korona krizinin gölgesindeki Ülkemiz çok yakın bir zamanda önümüze çıkacak bir enerji krizi ile karşı karşıyadır. Ülkemizdeki elektrik tüketiminin son yüz yıllık artış grafiği istatistiki olarak incelendiğinde yıllık ortalama artışın %7,66 olduğu görülmüştür. Son beş yılda maalesef bu artışların olmadığı, ülkemizin elektrik üretimi ve tüketimi bakımından çok gerilediği görülmektedir.

2010 yılındaki tüketim verileri her yıl % 7,66 artarak devam etmiş olsaydı, 2017 yılı başında 300.000 GW/h değerini aşmış olacaktık. Bu değer, maalesef içinde bulunduğumuz 2020 yılı başında ancak aşılabilmiştir. 2019 yılı sonu itibariyle elektrik tüketim ve üretim değerimiz maalesef 304.000 GW/h seviyesindedir.

Üretimdeki düşük değerlerin anlamı çok basit olarak açıklanabilir; Santrallerimiz verimli çalışmamaktadır. Ülkemizin Ocak 2020 itibariyle Elektrik üretim santrallerinin kurulum gücü 91.269 MW’tır. Eğer 91.269 MW santral gücü %100 verimle tam çalışabilseydi ( 91.269 MW x 24 Saat x 365,6 Gün= 800.835 GW/h enerji elde edebilirdik. Halen üretebildiğimiz enerji miktarı ise 2019 yılı sonu itibariyle maalesef 304.200 GWh’dır. Bunun bir diğer anlamı mevcut enerji santrallerimizin ortalama üretim verimliliğinin % 37,6 düzeyinde olmasıdır.

 

Bu üretiminin önümüzdeki yıl çok daha düşeceği tahmin edilmektedir. Zira ülkemizdeki elektrik üreten santrallerin dağılımı şöyledir; 2018 yılında elektrik üretimimizin, %37,3'ü kömürden, %29,8'i doğalgazdan, %19,8'i hidrolik enerjiden, %6,6'sı Rüzgâr enerjisinden, %2,6’sı Güneş enerjisinden, %2,5'i Jeotermal enerjiden ve %1,4’ü diğer kaynaklardan elde edilmiştir.

2019 yılı Eylül ayı sonu itibarıyla kurulu gücümüzün kaynaklara göre dağılımı; yüzde 31,4’ü hidrolik enerji, yüzde 28,6’sı doğal gaz, yüzde 22,4’ü kömür, yüzde 8,1’i rüzgâr, yüzde 6,2’si güneş, yüzde 1,6’sı jeotermal ve yüzde 1,7’si ise diğer kaynaklar şeklindedir. Görüleceği üzere kömür ve hidrolikten elektrik üretimlerinde ani değişiklikler olmaktadır.

 

Bilindiği gibi, Linyit ile çalışan santraller kapatılmıştır. Bu oldukça önemli bir üretim eksikliği oluşturacaktır. Rusya ile olan siyasetimizdeki iniş ve çıkışlar da bilinmektedir. Doğalgaz ve taşkömürü ithalinde de bir krizle karşılaşıldığı takdirde Türkiye’nin yeniden karanlıklara gömülmesi an meselesi olacaktır. Kriz kapıdadır.

Ülkenin şimdilik idare etmesinin veya elektrik sıkıntısı yokmuş gibi gözükmesinin sebebi ise Sanayi ve Ticarethanelerin durmuş ve/ veya işleri yavaşlatmış olmalarıdır. Zira son on yıl dikkate alındığında ülkemizde üretilen elektriğin % 61 ile % 67’si arasında değişen değerlerde Sanayi ve Ticarethaneler tarafından kullandığı rahatlıkla görülecektir. Sanayi ve Ticarethaneler ayni hızla elektrik tüketmiş olsaydı krizin başlangıç yılı 2017 yılı olacaktı.

 

Ülkemizde Güneş enerjisi gibi bir nimet bulunmaktadır. Yapacağımız en önemli iş, Türkiye’mizin sahip olduğu Güneş Enerjisi potansiyelini mümkün olduğu ölçüde fazla kullanmak için gerekli idari kanun ve yönetmelikleri çıkarmak olacaktır. Ülkemizin sahip olduğu 380.000 MW’lık Güneş enerjisi potansiyelini kullanabildiğimizde (Kurulu Santral Gücüne çevirebildiğimizde) Ülkemiz enerji ithal eden ülke olmaktan çıkıp, enerji ihraç eden ve bu yolla çok para kazanan bir ülke konumuna gelecektir.

 

Prof. Dr. Doğan Aydal

Genel Başkan Yardımcısı

Ar-Ge Başkanı

 

 

YAZIK, GERÇEKTEN ÇOK YAZIK !!

 

Yeniden Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Cemil Çolak, açıklanan yaş çay taban fiyatı ile ilgili; “Yaş çay fiyatının bölge ekonomisi ve şehir dışında bulunan müstahsilin çayını toplamak üzere Rize’ye gelmesinin önemine binaen geçen hafta bir açıklama yapmış bulunmaktayız. Bölge esnafı zor durumda, işyerlerinin büyük bir kısmı kapalı, işverenler zor koşullardan ötürü işçi çıkarmak yâda ücretsiz izne çıkarmak zorunda kaldı, vatandaş kira, elektrik, su, doğalgaz gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamamakta, banka borcu olan esnaf ve vatandaş borçlarını ödeyememekte, mağduriyetlerin önü kesilememektedir. Hükümetin acilen bu durumları göz önünde bulundurması ve tedbir alması gerekmektedir. Mağduriyetlerin giderilmesi adına bölge ve dahi ülke ekonomisine büyük katkı sağlayan, yaş çay taban fiyatının, en azından bu sene için yüksek tutulması gerekliliğinin altını çizdik.

Sayın Cumhurbaşkanımızın açıklamış olduğu yaş çay fiyatı vatandaş olarak bizlere soğuk duş aldırmış bulunmakta, sorunları yok saymaktadır. Ülke olarak, gerek Avrupa ülkelerine, gerek Amerika Birleşik Devletleri’ne maske, dezenfektan gibi yardımlar gönderen bir güce sahip olan bizler, destek sırası kendi vatandaşımıza geldiğinde kulaklarımızı tıkamaktan başka bir yol izlemiyoruz. Birçok ülke ihracatı durdurarak kendi vatandaşına öncelik sağlarken, Rizeli olan Sayın Cumhurbaşkanımız size sesleniyoruz;

“Yaş çaya verilen fiyat vatandaşın dişinin kovuğuna yetmez !!” Vatandaş, 11 aylık iktidarı döneminde bir kuruş borç almadan yaş çaya %100’ün üstünde zam yapan rahmetli Erbakan Hocamızı mumla aramakta. Rahmetli Erbakan Hocamız bunu yaparken önce dert edindi, ardından denk bütçeyi oluşturdu. Dönemin milletvekillerinden bir vekil Erbakan Hocamıza hitaben, verilen bu zammın biraz fazla olduğunu söylemiş ve karşılığında aldığı cevap çok manidar olmuştur. “Sen hiç çay topladın mı ? Müstahsilin çektiği çileden haberin var mı ? Şimdi bizlerde aynı soruları yöneltiyoruz. Bu sıkıntılardan Hükümet olarak haberiniz var mı ?

Yapılan %13 oranındaki taban fiyatı zammı ile 1 kg. yaş çayın fiyatı 3,27₺, 13 kuruş destekleme ile toplamda 3,40₺ olmuş ve son yılların en düşük zammı olarak tarihe geçmiştir.

 

Sonuç olarak şunu belirtmek isterim; Böyle bir fiyat beklemiyorduk.

Yazık !! Gerçekten çok Yazık !!

 

Cemil Çolak

Genel Başkan Yardımcısı,

STK ve Halkla İlişkiler Başkanı

 

 

Darbe Çığırtkanlığı ve 11 Mayıs 2013 Reyhanlı

Katliamından Çıkarılacak Dersler

Küresel ve bölgesel konjonktür içerisinde gitgide alan daralması yaşayan ve somut politika ortaya koymaktan uzak olan iktidar partisi ile çözüm üretmekte zorluk çeken ana muhalefet partisi arasında yaşanmakta olan günübirlik fabrik politik söylemler artık toplum üzerinde psikolojik baskıya dönüşmektedir.

Son günlerde özellikle dış politikada kangrenleşmeye yüz tutmuş sorunlar gittikçe çözümsüz bir hal alırken, politik kaçış sendromu yoluyla “buz üstünde ateş dansı” misali dillendirilmeye çalışılan darbe çığırtkanlığı en geniş ifadeyle tehlikeli bir seyir almaya başlamıştır.

Bilindiği üzere 11 Mayıs 2013 tarihinde toplumsal bölünme amaçlı olarak Hatay, Reyhanlı’da düzenlenen iki ayrı bombalı saldırıda 53 masum vatandaşımız yaşamlarını yitirmiş, 146 kişi de yaralanmıştı.

Geçmişte yaşanan bu ve benzeri şiddet olaylarından dersler çıkararak Türkiye’de huzur, barış ve istikrarın sağlanması ve Türkiye’yi bölgede ve küresel skalada yükselen bir güç haline getirebilmek için kronikleşmiş sorunların çözümüne odaklanmak gerekir düşüncesindeyiz.

Dört tarafı ateş çemberi ile kaplı olan ülkemizde güven ortamının yeniden tesisi, aşınmaya yüz tutmuş olan temel strüktürün daha sağlam bir zemine oturtulması ve politik arenadaki gerginliğin bir an önce son bulması artık bir zarurete dönüşmüştür.

Türkiye, üç deniz bölgesinin eksenindeki güçlü jeostratejik ve jeopolitik konumu itibariyle bir güç dengesini aynen muhafaza edebilmesi için hepimize büyük görevler düşmektedir.

Bu nedenle Ortadoğu’da, Libya’da, Akdeniz’de ve Kıbrıs’ta Türkiye aleyhine yaşanmakta olan kaotik durumun göz önüne alınarak büyük dersler çıkarılması gerekir kanaatini taşıyoruz.

Bu duygu ve düşünceyle, Yeniden Refah Partisi olarak, ana kronik sorunları unutturabilmek adına sürekli olarak siyasi tansiyonu yükseltmeye yönelik şiddeti çağrıştıran politikaları asla tasvip etmediğimizi ve iktidarın bu gibi politikalardan medet ummak yerine sorunların çözümüne odaklanması gerektiğini özellikle ifade etmek istiyoruz.

Doğan Bekin

Genel Başkan Yardımcısı,

Dış İlişkiler Başkanı

 

 

 

HAK VE ADALET MERKEZLİ MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİN TARİHİ VE FİKRİ TEMELLERİ

Prof. Dr. Arif ERSOY*

III- DÜNYA GÖRÜŞÜ OLARAK MİLLİ GÖRÜŞ

Bazı temel kavramları tanımlamaya kalkışma ve bir cümle ile ifade etmeye çalışmak doğru değildir. Bu kavramın muhteviyatını daraltır. Esas olan temel kavramların insanların kendi bilgi ve kapasitelerine göre algılamalarıdır. Uygulamalarla kavramların zaman içinde anlam kazanmalarıdır. Milli Görüş kavramı, Arapların “fikri vatani” ifadesiyle anlatmaya çalıştıkları bir ülkenin ve bir ırkın ırkî anlayışı değildir. Milli Görüş, Avrupalıların “national view” diye ifade ettikleri ulusalcı bir görüşü de ifade etmez. Mili Görüş, Müslüman olan milletimizin tevhid ve adalet esaslarına göre oluşmuş olan ortak dünya görüşüdür. Bu anlamda Milli Görüş, ırkı anlamda bir birliği değil, inançta, düşüncede, söylem ve eylemde birlikteliğe dayalı olarak oluşan bir toplumun dünya görüşü ve değer ölçülerini ifade eder. Milletimiz bu görüşle Malazgirt Meydan Muharebesi’ni kazandı. Bu görüşle Anadolu’yu yurt edindi. Bu dünya görüşüne dayalı olarak bir cihan devleti olan Osmanlı Devleti’ni kurdu. İstanbul’u fethetti. Milli Görüşün etrafında toplanarak emperyalizmin işgaline uğrayan Anadolu’yu işgalden kurtardı. Milli Mücadeleyi zaferle neticelendirdi.

İnsanlık tarihinde Tevhid ve adalete dayalı bir toplumun kuruluş girişimi,ilk kez Hz. İbrahim tarafından Mezopotamya’da başlatılmıştır. Daha önce insanlar, belli bir ırk, kabile ve klan çerçevesinde ırka dayalı topluluklar oluşturmaktaydılar. Hz. İbrahim’in tevhid ve adalet esasına göre oluşturduğu tolumu Kur’an, “Millet-i İbrahim” kavramı ile ifade etmektedir. Kur’an Hz. İbrahim’i bir toplum oluşturmada öncü olmasından dolayı bir millet olarak kabul etmektedir. Milletimiz kendi dünya görüşü olan Milli Görüş ile bu topraklar üzerinde farklı ırk ve toplumları birleştirerek “farklılıkta birlik” ilkesine dayanan adil bir cihan devleti olan Osmanlı Devleti’ni kurdu. Osmanlı Devlet’i ırkı esas göre kurulmuş bir devlet değildi. Osmanlı Devleti, inançta, fikirde, söylem ve eylemde birliği yansıtan milletimizin ortak dünya görüşü ve değer ölçülerine göre teşkilatlanmış; farklı ırka mensup olan, farklı dilleri konuşan birçok topluluğun bir arada barış içinde yaşadığı hak ve adalet merkezli bir devletti.

Medeniyetlerin sosyal kurum ve yapıları, dayandıkları dünya görüşlerine göre farklı olmuştur. Beşeriyetin yeryüzünde yaşamaya başlamasından beri insanlar, iki dünya görüşüne dayanarak iktisadi ve sosyal sorunlarını çözmeye çalışmışlardır. “Hak Merkezli Dayanışmacı Dünya Görüşüne” göre sosyal teşkilatlanmanın gayesi, sosyal hayatta haklının hakkını korumak ve adaleti tesis etmektir. Başka bir ifade ile hukukun üstünlüğünü tesis ederek haklı olanı güçlü kılmak devletin asli görevidir.

“Kuvvet Merkezli Çatışmacı Dünya Görüşüne” göre ise sosyal müesseseleşmenin amacı, egemen konumda bulunan az sayıda kuvvetlinin iktidarını, çok sayıdaki kitlelere karşı korumaktır(M. Duverger, 1971, s.13-14). Bu dünya görüşüne dayalı olarak kurulan medeniyet ve devletlerde sosyal kurumların kuruluş ve işleyişinin temel hedefi, güçlü olan haklı çıkarmaktır. Bu anlayışa göre kuvvetli iseniz haklısınız. Çünkü “hak, verilmez alınır” ilkesi, siyasi ve iktisadi tekel konumunda olan egemenler, hakları ve nimet-külfet paylaşımının kurallarını belirledikleri anlayışını ifade eder. Eğer güçlü değil iseniz, egemenlerin verdikleri ile yetinmek zorundasınız. Bu dünya görüşüne göre Karl Marx’ın ifadesiyle insanlık tarihi, bir bakıma farklı sınıf ve zümreler arasında sürüp giden mücadele tarihidir K. H. Marx ve F. Engels, 1998,s. 65).

Sistemlerin dayandıkları dünya görüşlerinin bilinmesi, sistemlerin anlaşılmasını kolaylaştıracak ve karşılaşılan sorunlara nasıl çözümler üretebileceklerinin anlaşılmasına yardımcı olunacaktır.

Milli Görüş, “Hakkı Üstün Tutan Dayanışmacı Dünya Görüşü’ne” dayalı bir dünya görüşüdür. Tevhid ve adalet eksenli bu dünya görüşüne göre kâinatta bütün canlılar arasında yardımlaşma ve dayanışma vardır. Aynı şekilde insanlar arasında da dayanışma ve yardımlaşma esas olmalıdır. Sosyal hayatta esas olan “iyilik ve takvada”(hak ve adalete uymada) yardımlaşmak, “kötülük ve düşmanlıkta” ise yardımlaşmamaktır (Kuran: süre:5, ayet: 3).Kişilerin serbest iradeleriyle yardımlaşmaları ve dayanışma içinde sorunlarına çözüm aramaları ancak adaleti sağlayacak “Hakk’ın” üstün tutulmasıyla mümkündür. Bu dünya görüşünün temel ilkeleri aşağıda özetle sıralanmaktadır:

· Sosyal hayatta dayanışma ve yardımlaşma esastır.

· İnsan tercih özgürlüğüne sahip olmalıdır.

· Tercih özgürlüğü doğal bir haktır. Sınırlandırılamaz.

· Sosyal hayatın her aşamasında hukukun üstünlüğün sağlanması esastır.

· Sosyal hayatta nimet- külfet paylaşımı adil olmalıdır. Nimet- külfet paylaşımının adil olduğu bir ortamda “gönüllü işbirliği” (iradi ve rızaî tavün - voluntary cooperation) gerçekleştirilebilir.

· Demokrasi gönüllü işbirliği ve dayanışmanın gerçekleştirildiği bir ortamda anlam ifade eder (A. Ersoy, 1999, s. 530-1). Kitlelerin hile ve desiseler yönetildiği bir rejimde demokrasi kitlelerin aldatıldığı bir hile rejimine dönüşebilir.

· İnsanlar arasında hayırda ve iyilikte yarışma esastır. Bunun için sosyal hayatta fırsat eşitliği sağlanmalı ve her çeşit imtiyaz ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılması gerekir.

· Bütün sosyal kurumların varlık nedeni bireyler arasında iyilikte yardımlaşma ve dayanışmayı artırmaktır.

· Sosyal kurum ve kuruluşlar hukukun üstünlüğünü sağlama ve hukuk dışı belirsizlikleri gidermede aktif rol oynamalıdır. Keyfiliğin ve haksızlık yaygınlaştığı toplumlarda sosyal yardımlaşma ve dayanışma zayıflar. Toplumda yozlaşma ve çürüme engellenemez.

 

 

 

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 28.05.2020

BATI’DAN, DIŞ GÜÇLER’DEN GELEN TALİMATLAR DOĞRULTUSUNDA HAZIRLANAN KANUNLARLA AİLE MÜESSESESİ KORUNAMAZ

AB’nin, Dış Güçler’in zorlamasıyla yapılan aile ve sosyal politikalar alanındaki kanun ve düzenlemeler Milletimiz’le tam bir doku uyuşmazlığı yaşıyor.

Yukarıdaki tabloda da görüldüğü gibi laboratuvarda üretilmiş zehirler gibi, özel tasarlanmış kanunlarla, 1000 sene İslam’a bayraktarlık yapmış milletimizi ifsad etmek istiyorlar.

İşin ilginç tarafı, Batı bize dayattığı aileyi yıkan, toplumu çökerten zehirleri kendisi içmiyor. İngiltere, Rusya, Sırbistan, Macaristan, Çek Cumhuriyeti kendi ülkesinde “İstanbul Sözleşmesi” istemiyor, bu gayri ahlaki sözleşmeyi onlar kabul etmediler. Bulgaristan’da Anayasa Mahkemesi kararıyla bu sözleşmenin onaylanması engellendi.

Dindar, muhafazakar ve milliyetçi siyasetçilerimiz de bu oyuna alet edilmiş oluyor, farkında olmadan ifsada çalışmış oluyorlar.

CEDAW,  zinanın suç olmaktan çıkarılması,  İstanbul Sözleşmesi, 6284 Sayılı Kanun,  süresiz nafaka düzenlemesi, geçmişte yapılmış erken yaşta evliliklere hapis cezası verilmesi ve bunlara ilaveten;  yoksulluk, işsizlik ve ayrıca bir de ahlaki erozyona hizmet eden medya olunca, bu ülkede evlilik ve yuva kurma diye bir şey kalmıyor.

- EVLENMEK HEM ÇOK RİSKLİ  (Eşim “bana sert söz söyledi” diyerek şikayette bulunsa ‘6284 Sayılı Kanun’ yüzünden 6 ay evden atılacağım, perişan olacağım, eşimle boşansak süresiz nafaka yüzünden bir ömür ona ben bakacağım, )

- HEM DE ÇOK MALİYETLİ  (Ömür boyu nafaka var, ayrıca ekonomik şartlar çok ağır hale getirilmiş)

- BU ŞARTLAR ALTINDA GAYRIMEŞRU HAYAT ÇOK DAHA UCUZ VE RİSKSİZ

BU ASLA KABUL EDİLEMEZ BİR DURUMDUR …

SEVR ANTLAŞMASI’NA KARŞI DİMDİK DURAN BU AZİZ MİLLETİ, AB SEVDASIYLA, KOLTUK SEVDASIYLA, DIŞARIDAN İTHAL KANUN VE DÜZENLEMELERLE YIKIMA GÖTÜREN SİYASETÇİLER BUNUN HESABINI DÜNYADA DA,  AHİRETTE DE ASLA VEREMEZ ...!!

DAĞILAN YUVALARIN, YOK OLAN NESİLLERİN VEBALİ ÜZERLERİNDEDİR…!!

Ak Parti – MHP Koalisyon Hükümeti başkanlık sistemini getirdi, Anayasa’yı değiştirdi, Başkanlık Sistemi’ni getirdi, her türlü güce ve yetkiye sahipler …

Aile hayatını hedef alan 1988 CEDAW Sözleşmesi’ni (“Sözde” Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi), İstanbul Sözleşmesi’ni neden değiştirmiyorlar ?

 SÜRESİZ NAFAKA SORUNU

Ülkemizde 2.5 milyon “süresiz nafaka mağduru” erkek perişan haldedir. Ekonomik sıkıntılar ve işsizlik nedeniyle zaten kendisi geçinmekte zorlanan insanları bir de ömür boyu nafaka ödeme yükü eziyor, nafakayı ödeyemediklerinde de “tazyik hapsi” ile karşılaşıyorlar. Böyle olunca da erkekler evlendiğine pişman oluyor, bu da ülkemizde yüzbinlerce genci evlenmekten soğutuyor, aile müessesesi tehdit altına giriyor. 

Buna ilaveten süresiz nafaka uygulaması kocasından boşanan bir kadını da ikinci bir evlilik yapmak yerine, nikahsız yaşamaya teşvik edebilir. Çünkü resmi olarak ikinci bir evlilik yapması halinde ilk eşinden alacağı nafaka gibi hazır bir gelir imkanı ortadan kalkacaktır. Bu da ayrıca tehlikeli bir durumdur.

Ayrıca kadın-erkek eşitliğini savunanların neden nafakayı erkeklere ödetmek istediğini anlamak da mümkün değildir. Hem eşitliği savunacaksınız, hem nafakayı erkek ödeyecek diyeceksiniz.  Bu durum bu gibi yasaları dayatanların ortaya attığı ‘kadın-erkek eşitliği’ tezine aykırıdır. Kendi içlerinde çelişkili durumdadırlar ve bu da asıl maksadın kadın-erkek eşitliği veya adalet değil, evlenmeyi zorlaştırmak ve aile kurumunu yıkmak olduğunu göstermektedir.

Süresiz nafakanın savunulacak bir tarafı yoktur. Süresiz nafakada ısrar edilmesi, toplumun sigortası olan aile kurumunun temeline dinamit koymaktır. Aile sadece erkeğin değil, her iki tarafın da fedakârlığı ile ayakta durur. 

Bizim öncelikle toplumun sigortası olan aileyi ayakta tutmamız gereklidir.

Eğer biz geleneğimizden, kültürümüzden, inancımızdan dolayı sahip olduğumuz aile yapısının kıymetini bilmezsek böyle DIŞARIDAN İTHAL, DAYATMA, kendi bünyemize uymayan, ALLERJİ YAPAN kanunlarla bunları sürdürürsek, “YERLİ VE MİLLİ KANUNLAR” yapmazsak, sahip olduğumuz en önemli serveti imha ederiz.

ÜLKEMİZDE 1988 YILINA KADAR NAFAKA SÜRESİ 12 AY İLE SINIRLIYDI, CEDAW’DAN SONRA SÜRESİZ HALE GELDİ VE OLANLAR OLDU.

BU KANUNLAR SONUCUNDA NE OLDU ??

SON 10 YILDA EVLENME ORANI AZALIRKEN, BOŞANMA ORANLARI DRAMATİK ŞEKİLDE ARTTI.  

“Biz doğrudan aileyi yıkmayı teşvik eden, kolaylaştıran, evlenmeyi zorlaştıran, evlenen erkeği cezalandıran hukuk sistemini kabul etmiyoruz.”

OLMASI GEREKEN NAFAKA SİSTEMİ;

-       Eğer evlilikten dünyaya gelen çocuk varsa;  3 yıl ya da en fazla 5 yıl hanıma nafaka ödenebilir,  çocuk 3 ya da 5 yaşına basana kadar. Sonrasında baba zaten kız çocuğuna evlenene kadar, erkek çocuğuna da 18 yaşına basana kadar bakmakla yükümlüdür ama bu sürede ayrıca hanıma nafaka ödemez.

 -       Çocuk yoksa;  koca eski eşine 3-6 ay ya da en fazla 1 yıl nafaka öder, sonrasında hanım işsizse, ihtiyaç sahibiyse anne-babası ve güçlü sosyal devlet ona sahip çıkar.

…………………………………………………………………………………………..

 

 

EKREM İMAMOĞLU'NUN EŞCİNSEL EVLİLİKLERE İZİN VERİLMESİ ARZUSU

 

Geçtiğimiz günlerde İBB Başkanı Sn, Ekrem İmamoğlu’nun “Eşcinsel evlilikleri onaylıyor musunuz?” sorusuna verdiği cevap, Türkiye’de toplumsal olarak nasıl tehlikeli bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha göstermiş oldu.

 

Sayın İmamoğlu bu soruya cevap verirken konuyu, bu zehrin hayatımıza enjekte edilirken kullanılan en önemli yardımcı kavram olan “özgürlükler” kapsamında ele alıyor ve eşcinsel evliliği bu bağlamda değerlendirdiğini ifade ediyor.

 

Özgürlük; dillerden düşmeyen modern çağın en önemli kavramı.

 

Wikipedia’da; birinin engellenmeden ya da sınırlandırılmadan istediğini seçebilmesi, yapabilmesi ve hareket edebilmesi durumudur diye açıklanmış özgürlük kavramı. Sınırı olmayan bir insan ve o insanın yaşadığı sınırı olmayan bir hayat.

 

Devletin, kanunun, inancın, toplumsal kültürün ve hayatın, tarihsel birikimin sınırlandıramadığı ve engelleyemediği bireyleri ve o bireylerin oluşturduğu kalabalıkları hedefleyen bir anlayışın, altına her türlü ifsat projesini saklayabildiği bir kavram özgürlük kavramı.

 

Devlet otoritesi olmasın, kanunlar sınır koymasın, din insan hayatı için belirleyici unsur olmaktan çıkarılsın demek belirli zorluklar içerdiği için, bütün bunlar yerine özgürlük kavramı kullanılıyor. Eşcinsellik ve eşcinsel evlilik konusu da son yıllarda özellikle AB dayatmalarıyla özgürlükler kapsamında değerlendirilerek normalleştirilmeye ve kabullendirilmeye çalışılıyor.

Bu projeyi Türkiye’de uygulamaya sokanlar biliyorlar ki, Türkiye’nin en temel dinamiklerinden biri olan sağlam toplumsal yapısını yıkmanın en kısa yolu eşcinselliği meşrulaştırmaktan ve bu yolla aile yapısını ortadan kaldırmaktan geçiyor.

 

Sayın Ekrem İmamoğlu da bu projenin hayata geçirilmesi için gayret edenler kervanına katılmış ve mensubu olduğu dinin, parçası olduğu milletin, sahibi olduğu tarihin ve o tarihsel birikimin oluşturduğu kültürün ne dediğini önemsemeden eşcinsellik konusunda insanların özgürce yaşamasına saygı duyduğunu ifade ediyor. Bu yaklaşımıyla milletin hizmetini görmesi için seçtiği bir Belediye Başkanı olarak maalesef milletinden ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor.

 

Üzerinde durmamız gereken bir diğer asıl mesele Ekrem İmamoğlu’nun “eşcinsel evliliğe toplumumuz HENÜZ hazır değil” açıklamasıdır.

Ekrem İmamoğlu’nun bu açıklamasıyla, eşcinsel nikahı kıyma konusunda kendisinin hazır ve hevesli olduğunu ve toplumumuzun bu duruma hazır olmamasına da üzüldüğünü görüyoruz. Toplumun hazır olmadığı ve hazırlanması gerektiğine inandığı için olsa gerek Mart 2020’de başkanlığını yaptığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Şube Müdürlüğü” kurma girişiminde bulundu. İstanbul’un dağ gibi sorunları dururken mazbatayı almasının üzerinden bir yıl geçmeden kendisine sipariş edilen projeyi gerçekleştirme derdine düştü.

 

Öyle anlaşılıyor ki Sayın İmamoğlu İBB bünyesinde, görevde olduğu süre boyunca toplumu bu konuda hazır hale getirmek için yeni adımlar atacak, farklı çalışmalar yapacak ve farklı sipariş projeleri uygulamaya sokacak. Bu çalışmaları yaparken de kendisine maalesef Ak Parti’nin imza attığı CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi yardımcı olacak.

Türkiye ve milletimiz için ne acı bir tablo, ne talihsiz bir durum. Bir tarafta İstanbul Sözleşmesi’nin altına imza atan merkezi hükümet, diğer tarafta eşcinsel nikah kıymaya hevesli ve toplumu buna hazır hale getirmeye istekli yerel yönetim. Avrupa Birliği’nin her dediğini dinleyen, her çağrısına ses veren, her projesini sahiplenen ancak kendi inancının ne dediğine dönüp bakmaktan imtina eden ve çağın sapkınlıklarını özgürlük maskesi altında hoş görmeyi çağdaşlık olarak değerlendiren anlayışlardan milletimizin ve ülkemizin yararına nasıl bir sonuç alınabilir.

 

Bütün bu yaşananlar milletimizin önünde, milletimizin şahitliğinde yaşanıyor. Toplumsal hayatımızı ifsat için yapılan girişimler tek tek tarihe kaydediliyor.

 

Tarihe kaydedilecek bir diğer gerçek ise Yeniden Refah Partisi kadrolarının ve teşkilatlarının Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan’ın liderliğinde bu ifsat projesinin karşısında sağlam bir kale olarak duruyor oluşudur. Bugün yeni kurulan bir siyasi parti olarak, yarın milletimizin desteği ile mecliste yer alacak bu aziz milletin temsilcisi ve bu ülkeyi yönetecek 50 yıllık birikime sahip bir siyasi hareket olarak milletimizi ve ülkemizi ifsat etmeye çalışanlara karşı, var gücümüzle milletimizi ve ülkemizi milli ve manevi değerler ve ilkeler çerçevesinde İFSAD için değil, İHYA için çalışacağız.

 

Merhum Liderimiz Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın “üzerindeki külü üflesen altından kor gibi iman ateşi çıkar” dediği aziz milletimizin ferasetiyle oynan bütün oyunları bozacağız. Zinayı suç kapsamına alacağız. İstanbul Sözleşmesini yırtıp atacağız. Kırk senedir bizi kapısında oyalayıp bir yandan da temel değerlerimize aykırı bu sözleşmeleri ve kanunları bize dayatan AB’ye üyelik müzakerelerini sonlandıracağız. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği tuzağı ile dayatılan eşcinsellik sapkınlığının normalleştirilmesine asla müsade etmeyeceğiz. Ahlaki ve manevi değerlerle yetiştirip donatacağımız yeni nesillerle bu sapkınlığın milletimizin içerisine yerleşmesinin önüne geçeceğiz.

ZAFER EMANETOĞLU

YENİDEN REFAH PARTİSİ GENEL BAŞKAN YARDIMCISI

……………………………………………………………………………………………….

 

HAK VE ADALET MERKEZLİ MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİN TARİHİ VE FİKRİ TEMELLERİ

 

Prof.Dr. Arif ERSOY*

 

IV- DÜNYA GÖRÜŞÜ OLARAK MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN FİKRİ TEMEL İLKELERİ

Bir dünya görüşünün fikri temellerini, ilah, kâinat, insan, hak, hayat, toplum ve devlet anlayışı hakkındaki yaklaşımları oluşturur. Burada bu yazının sınırlı çerçevesi içinde Milli Görüş Hareketi’nin fikri temelleri aşağıdaki başlıklar altında kısaca kavramsal olarak özetlenmeye çalışılacaktır.

 

 

A-  İlah Anlayışı

 

İlah, hak veren, alan, yönlendiren, görev ve paylaşımın kurallarını belirleyen otoriteyi ifade eder. Milli Görüş’e göre “Allah tek ilahtır”. O’nun benzeri ve ortağı bulunmamaktadır.  Ondan başka ilah yoktur. Veren, alan, getiren, götüren O’dur. Kâinatı yaratan, yöneten ve kâinat üzerinde mutlak tasarruf sahibi olan ve mutlak kudret sahibi olan tek İlah Allah’tır. O’nun için zaman ve mekân yoktur. Geçmişi, şu anı ve geleceği bilir. Her yerde ve her mekânda hazırdır ve kâinat onun tasarrufu altındadır. En ufak cisimden gezegen ve galaksilere kadar her şey O’nun varlık ve birliğinin kanıtıdır. Kâinatta çelişki ve eksiklik yoktur (Kur’an, suresi:67, ayet: 1-4).  

İslam’a girişin ilk beyanatı mahiyetinde olan “Kelime-i Tevhid”Allah’tan başka İlah olmadığının kabul ve ilânıdır. “Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın Resulü’dür” anlamına gelen Kelime-i Tevhid-i diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik eden insan, İslam Din’i kabul ettiğini ve Allah nezdinde tek din olan ve bütün peygamberlerin beşeriyet tebliği ettiği İslam Dini’ne girdiğini ilan etmektedir.

Kelime-i Tevhidin sosyal hayata yansıması, insanın temel (doğal) hak ve özgürlükleri veren ve alan tek ilah Allah’tır. Ondan başka temel hak ve özgürlükleri ihlal etme hak ve yetkisine sahi hiçbir güç (ilah) yoktur.   Allah, insanın gezegenimizin en üstün canlısı olarak yaratmıştır. Onu temel yetenek ve haklarla donatmıştır (A. Ersoy,1995, s.49-53). İnsanın sahip olduğu temel hakların ihlali ve ortadan kaldırılması yetkisi, Allah’tan başka hiçbir güç ve otoriteye verilemez. İnsanın insan olarak yaratılması gereği sahip olduğu doğal haklarının ihlali bir bakıma ilahlık iddiasında bulunmaktır. Bu açıdan Milli Görüş, İslâm Dini’nin esaslarına dayalı olarak oluşmuş “Tevhid-i” bir dünya görüşüdür.

 

Bu dünya görüşüne göre kâinatta dayanışma ve barış, doğal (İlah-i) kanunlarla sağlanmaktadır. İnsan, gezegenimizdeki doğal ahengi, doğal yasaları ihlal ederek tahrip etmemelidir. Sosyal ahengi (Silmi, barışı) de hukukun üstünlüğünü ve nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis ederek sağlamalıdır. İnsanın yaradılış gayesi, Tevhid ve adalete inanarak yeryüzünü imar ve ıslah etmektir.

 

B-  Kâinat Anlayışı

 

Kâinat, dünyamızın mensup olduğu galaksimiz gibi birçok galaksinin yer aldığı evreni ifade eder. Kâinatta muazzam bir nizam ve ahenk bulunmaktadır. En ufak çisimden, zerreden gezegenlerin oluşturduğu galaksilere kadar bütün yaratılanlar arasında bir düzen ve ahenk mevcuttur. Kâinatta cari olan kural ve kanunlar aynen dünyamızda da caridir. Her şey bu ahenk içinde, bu ilahi nizamdaki yerine göre seyir etmekte, kendisine verilen görevleri yerine getirmektedir (Kur’an sure:36, ayet:39-40). Kâinatta kaos değil, nizam ve intizam hakimdir. Bu muhteşem kâinat tablosu, Yaratıcısı’nı her zerresiyle ispat etmektedir. Kâinat adeta bir ilahi kitap gibi Fizik ve Kimya kanunlarına göre işlevlerini yerine getiren galaksiler ve gezegenlerin işleyiş kanunlarını içermektedir. Kâinattaki her varlık adeta Kâinat Kitabı’nın bir süresi ve ayeti hükmündedir. Doğal (İlâh-i) kanunları yansıtmaktadır. Kâinat Kitabı’nın özeti olan Kur’an, sosyal hayatta barışı (Silm-i) sağlamanın temel ilklerini ihtiva etmektedir.

 

Kâinatta dengeyi sağlamak için tek olan Allah, her şeyi ikili sisteme göre çift olarak yaratmıştır8. Yer ve gök; gece ve gündüz; yaz ve kış gibi her şey çift yaratılmıştır. İkili sistemle doğal dengeyi sağlamaktadır. Tekli sistemle denge sağlanamaz. İncelememizi en küçük cisim (atoma) indiğimiz zaman her şeyin çift yaratıldığını daha iyi anlarız. Mıknatısın artı ve eksi kutupları olduğu gibi elektron ve pozitron, nötron ve proton gibi madde muhteviyatının çift yaratıldığı ortaya çıkar. Bütün canlılar da çift yaratılmıştır. Kâinattaki denge böylece sağlanmaktadır. Tek olan, eşi ve benzeri olmayan tek İlah, Allah’tır.

İkili sisteme göre yaratılan kâinatta farklı taraftarlar arasında çatışma değil dayanışma bulunmaktadır. Esas olan dayanışmadır. Farklılık, çatışmanın değil, dayanışma ve yardımlaşmanın temel dinamiğidir. Denge (barış) ancak dayanışmanın ve yardımlaşmanın olduğu bir durumda sağlanabilir ve sürekli olabilir. Kâinattaki bütün varlıklar arasındaki karşılıklı ilişkilerde işlev (görev)paralelliği bulunmaktadır. Taraflar birbirlerine muhtaçtırlar. Biri diğerinin yardımına adeta koşmaktadır. En ufak cisimden gezegenlere ve galaksilere kadar bütün varlıklar arasında bir denge ve ahenk vardır. Fizik, Kimya ve Gök bilimleri, bu dengenin kurallarını ortaya koymakta ve anlatmaktadırlar. Yağmurun yağması, güneşin aydınlatması ve diğer gezegenlerin yörüngelerinde hareketi ile bitki ve canlılar arasında adeta bir dayanışma bulunmaktadır. Kur’an bu husus net bir şekilde ifade etmektedir. “De ki, "size gökten ve yerden kim rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?" Hemen "Allah'tır" diyecekler. De ki, "O halde Allah'a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" (Kur’an, sure:10, ayet:31).

 

Milli Görüş, farklılıkta birlik (tevhid) ilkesini esas alır. Farklılıkları, çatışmak (cidal) için değil, yardımlaşma (teavün) ve dayanışma için olduğunu kabul eder. Bu dayanışmanın boyutlarını bize Gök Bilimleri, canlıları konu edinen Biyoloji ve kâinattaki denge ve ahengi konu edinen diğer bilimler anlatmaktadır.

Milli Görüş’e göre kâinat ve içindekiler insan için yaratılmıştır. İnsan içinde bulunduğu doğal çevrenin sahibi ve hâkimi değildir. Her şeyin sahibi (maliki) Allah’tır. Dünyadaki kaynaklardan yararlanma hakkı insana geçici olarak verilmiştir (B. Zengin, 2005, s.64-8). İnsan doğal çevrenin mutlak maliki değildir. Doğal çevre insana emanet edilmiştir. İnsanın bu emanet üzerinde yaradılış gayesine aykırı işlem yapmaya hakkı yoktur. Aksi takdirde doğal dengeyi bozar ve doğal ahengi tahrip eder. Doğal dengenin bozulması hem insanın, hem de bütün canlılar hayatını olumsuz yönde etkiler. İnsanın yaradılış gayesi yeryüzünü imar ve ıslah etmektir. Tahrip ve doğal dengeyi bozmak (ifsat etmek) değildir.

Milli Görüş’e göre evrende muazzam bir nizam ve düzen bulunmaktadır. Kâinatta en ufak cisimden gezegenlere kadar hiçbir yaratık anlamsız ve gayesiz değildir. Her varlığın bir gayesi ve varlığının bir sebebi bulunmaktadır. Bu nizam ve düzeni yaratan, idare eden ve üzerinde tasarrufta bulunan Allah’tır. Fizik ve kimya ilimleri gibi diğer ilimler kâinattaki bu nizamın kurallarını bize anlatmaktadır. Fizikçi ve kimyagerler kâinatta var olan düzen ve ahengin kurallarını keşfetmektedirler. Onlar, kâinatta var olan kuralları koymamaktadırlar. Kâinatın yaradılışı ile insanın sahip olduğu fiziki ve zihni yapısı arasında bir ahenk ve uyum vardır. Kâinat bir bakıma insan için yaratılmıştır. Kâinatta en ufak cisimden gezegenlere kadar hiçbir yaratık anlamsız ve gayesiz değildir. Her varlığın bir gayesi ve varlığının bir sebebi bulunmaktadır.

 

C- İnsan Anlayışı                     

İnsan potansiyel olarak kâinat ağacının en güzel ve en verimli ağacıdır. Kâinatı yaratan Allah, insanı gezegenimizin en üstün ve en gelişmiş canlısı olarak yarattı (Kuran: Süre: 64, ayet: 1- 3). Dünyamızın kaynak ve nimetlerini insanın emrine ve hizmetine vermiştir. İnsan diğer varlıklarda bulunmayan yetenek ve meziyetlerle donatılmıştır. Kur’an bu hususu açıkça şöyle ifade etmektedir: “Allah'ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?. Yine de, insanlar içinde, -bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken- Allah hakkında tartışan kimseler vardır”(Kuran: Süre:31, ayet:20).

Fiziki beden ve ruhtan oluşan insan en güzel biçimde yaratılmıştır. Cenab-ı Hak Kuran’da; “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” ifadesiyle bu hususu açıkça belirtmektedir(Kuran, süre:95, ayet: 4).Gezegenimizde insandan daha yetenekli ve üstün bir canlıya rastlanmamıştır. Hz. Ali’nin (r.a.) ifadesiyle “insan kâinatın bir özetidir”. Kâinatta ve gezegenimizde insandan başka birçok yaratık bulunmaktadır. İnsan, yaratan değil yaratılan varlıklardan biridir (Y. Kaplan, 2002 ). Farklı alternatifler arasında tercih özgürlüğüne sahiptir. İnsan bilgi edinebilen ve bilgisiyle eşyaya şekil veren, yani bilen ve yapan varlıktır. Diğer varlıklar bilinir ve onların eşyayı bilinçli olarak faydalı hale getirme becerileri yoktur. İçgüdüleriyle arılar bitkilerden bal üretirler. DNA’larındaki programa göre faaliyetlerini sürdürürler.

İnsanı gezegenimizin en üstün varlığı olarak yaratan Allah, ona üstün yetenekler verdi ve onu kendine halife olarak seçti. Yeryüzünü imar ve ıslah ile görevlendirdi. İnsan verilen görevi yapma veya yapmama özgürlüğüne sahiptir. Dünya hayatında imtihana tabi tutulmaktadır.

İnsan ölümle yok olmamaktadır. Bu dünyadan başka bir dünyaya göç etmektedir. Bu dünya hayatı geçicidir. Dünya hayatı insan için imtihan yeridir. Tercih özgürlüğüne sahip olan insan, dünya hayatında teşkilatlanarak hukukun üstünlüğünü sağlamak, nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis etmek ve sosyal hayatta yardımlaşma, dayanışma ve barışı sağlamakla görevlidir. İnsan, hem baskı ve doğal hakları ihlâl ederek ve soysal hayatta nimet-külfet paylaşımında haksızlık yaparak yeryüzünü ifsat edebilir ve varlıkların en kötüsü olur;  hem de hukukun üstünlüğünü sağlayarak ve sosyal hayatta nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis ederek yeryüzünü imar ve ıslah edebilir. Yeryüzünü, tahrip ve ifsat ederse, dünya hayatındaki imtihanı kaybeder. Ölüm ötesi dünyada cezalandırılır. Şayet yeryüzünü imar ve ıslah eder, sosyal hayatta barış ve dayanışmayı sağlar ise, imtihanı kazanır. Gelecek dünyada mükâfatlandırılır. Dünyada varlıkların en hayırlısı olur(Kuran: süre:2, ayet:30; süre:6, ayet:165 ve süre:7, ayet:69 ve 74).

İnsan, gezegenimizde en fazla imkânlarla donatılmış bir canlıdır. Gezegenimizin kaynakları bir bakıma insanın hizmetine verilmiştir. Kur’an bu hususu açıkça belirtmektedir: Biz hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları(çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel, güzel rızıklar verdik; yine onları yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık” (Kur’an, sure: 17, ayet:70).

İlahi kudreti yansıtan kâinattaki ahenk ve nizamı tesis eden Cenabı Hak, sosyal hayatta ahenk ve nizamı adaletle sağlama görevini akıl ve muhakeme sahibi insan vermiştir. Sosyal hayatta denge ancak tevhit ve adaletle tesis edilir (Kur’an, sure: 55, ayet:8-9). İnsan, sosyal hayatta doğal hakları korumak, hukukun üstünlüğünü sağlamak ve nimet-külfet paylaşımında adaleti tesis ederek yeryüzünü imar etmekle ve sosyal yardımlaşma ve dayanışma sağlamakla yükümlüdür. Bu görevinden dolayı insan diğer yaratıkların sahip olmadıkları meziyet ve yeteneklere sahiptir. Beden ve ruhtan oluşan insan, akıl ve muhakeme gücüne sahiptir.  “Düşünme”, “hissetme”, “irade” ve “ünsiyet” yetenekleri ile donatılmıştır (A. Ersoy,1995, s.49-52).

İnsan bilebildiğimiz bütün canlılardan daha mükemmel yetenek ve kabiliyetlere sahiptir. O, bir bakıma ilahi kudreti yansıtan meziyetler ile donatılmıştır. İnsan adeta güneşin huzmelerini yansıtan bir kristal gibidir. Kendisi güneş değil, ama güneşin özelliklerine sahip ışık ve huzmeleri yansıtmaktadır. İnsan “ilah” değildir. İlahi kudretin işaretlerini yansıtmaktadır. Yeryüzünde Allah’ın halifesidir(Bakara, ayet:30; Enam, ayet:165, Araf, ayet:69 ve 74). İnsan, kâinatta egemen olan barış ve ahengi (silm düzenini) esas alarak sosyal hayatta hukukun üstünlüğünü sağlamak ve adaleti tesis ederek kurmakla memurdur.  

Milli Görüş’e göre yaradılış gayesi “Yaratıcısını yüceltmek ve yaratılanları sevmek” olan insan, haklının hakkının korunduğu bir düzeni kurmak ve paylaşımda adaleti sağlamakla görevlidir. Yeryüzünde barış ancak hukukun üstünlüğü sağlanarak ve nimet-külfet paylaşımında adalet tesis edilerek kurulur. İnsan başıboş gayesiz bir canlı değildir. Onun görevi, sosyal barış ve dayanışmayı sağlamak ve yeryüzünü ıslah ve imar etmektir. Milli Görüş anlayışına göre siyaset, her çeşit baskı ve dayatmayı kaldırmak ve adaleti tesis etme uğraşısıdır. Siyaset, ilimde doğruların bulunmasına, ahlakta iyi ve güzelin yaygınlaşmasına, iktisatta kaynakların verimli kullanılarak faydalı mal ve hizmetlerin üretilmesine ve siyasette ise adaletin tesis edilmesine ortam sağladığı ölçüde sosyal hayatta barış ve dayanışmayı tesis edebilir. Şayet siyasetle ilimde yalan ve yanlışlar öne çıkartılır, ahlakta kötü ve çirkinlikleri yaygınlaştırılır, iktisatta kaynakları israf ederek paylaşımda haksızlıklara yol açılır ve siyasette de baskı ve zulmü yaygınlaştırılır ise siyaset, yeryüzünü ifsat etme uğraşısına dönüşür.

 

TOPLANTILARIMIZA YENİDEN BAŞLIYORUZ

Tüm dünyayı etkisi altına alan Corona Virüs Pandemisi nedeniyle Sağlık Bakanlığı’nın tedbir kararları çerçevesinde, 16 Mart 2020 tarihinden itibaren İl, İlçe ve Mahalle Yönetim Kurulu Toplantılarını internet üzerinden çevrimiçi olarak gerçekleştirme kararı almıştık.
Bugüne kadar alınan bu karara ciddiyetle riayet etmeleri dolayısıyla bütün teşkilat mensuplarımıza teşekkür ediyoruz.
1 Haziran 2020 tarihinden itibaren alınan normalleşme süreci kararına uygun olarak İl, İlçe ve Mahalle Yönetim Kurulu Toplantılarına tekrar teşkilat binalarımızda yapmaya başlıyoruz.
Toplantılarımızı yaparken teşkilat binalarımızda gereken hijyen ortamının oluşturulması, maske kullanımına dikkat edilmesi, fiziki mesafeye riayet edilmesini rica ederiz.
Toplantılarımızı ilk günkü heyecanla yapacak ve Yeniden Refah Partimizi iktidara, Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan’ı Cumhurbaşkanlığı makamına taşıyacak çalışmaları hep birlikte gerçekleştireceğiz.

SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU 06.06.2020

AMERİKA’DA YAŞANAN SON GELİŞMELER

Malum olduğu üzere geçtiğimiz günlerde ABD’nin Minneapolis kentinde son derece ibretlik bir olay yaşandı.  Amerikan polisi sahte para kullandığını iddia ettiği George Floyd isimli Afrika kökenli bir vatandaşın üzerine acımasızca çullandı ve herkesin gözü önünde boğarak öldürdü. 

Bu son derece üzücü görüntü tam bir zalimlik ve vahşet tablosu olarak hafızalara kazındı ve tarihe geçti...

Bu korkunç sahnenin kıvılcımıyla ABD’nin birçok eyaletinde başlayan protesto olaylarının önü de bir türlü alınamıyor.

ABD’de yüzyıllardır ırkçı bir anlayışla dışlanan, haksızlığa uğrayan Afrika kökenli Amerikalılar, George Floyd olayı sonrasında başlattıkları protesto hareketleriyle “artık yeter” demektedir.  Bu son olaylarla birlikte Amerika’daki hakim güçlerin tarihten gelen ‘Efendi-Köle’ zihniyeti, ırkçı, çifte standartçı, baskıcı anlayışı bu kez büyük bir dirençle karşı karşıya kalmıştır.

Peki bu olaylar karşısında ABD Yönetimi ne yapıyor ??

ABD Yönetimi dünya genelinde küresel emperyalist anlayışı gereği, kendi çıkarları gereği, aslında uluslararası hukuk normlarına göre terör örgütü olan, bulundukları bölgede karışıklık çıkaran, şiddet uygulayan bir kısım unsurları “özgürlük savaşçıları” olarak adlandırıp bunlara meşruiyet kazandırmaya çalışırken, diğer taraftan kendi ülkesinde haksızlık ve çifte standart karşısında tepkisini ortaya koyan, kendi vatandaşı olan göstericileri bizzat ABD Başkanı Trump’ın ağzından “üzerlerine orduyu göndermekle” tehdit ediyor. Bu tutum da “dünyaya demokrasi ve insan hakları dersleri vermeye kalkan” ABD Yönetimi’nin çifte standartçı, çelişkili ve iki yüzlü tavrının açık bir göstergesidir.

Şimdi tekrar tüm bu yangının kıvılcımı olan George Floyd hadisesine dönecek olursak;

Bizim ülkemizde bir polis memurumuzun 90 yaşında bir ninemizi sırtında taşıyarak evine götüren fotoğrafını düşünün, bir de insanlıktan nasibini almamış, kul haklarından, şefkat ve merhametten bihaber  Amerikan Polisi’nin ve ordusunun haline bakın.  Bizim polisimize, bizim milletimize elbette ki bu yakışır. 6 asır boyunca 3 kıtada adaletle hükmeden,  gittiği her yere huzur ve barış götüren bir ecdadın torunları olan bizlere yakışan budur.

Amerikan polisinin bu tavrı bizleri hiç şaşırtmamıştır.  NEDEN ?  Çünkü bu son yaşadığımız olay 1800’lü yıllarda Kızılderililere yapılanlarla, 1960’lı yıllara kadar Amerika’daki tüm Afrika kökenlilere köle muamelesi yapılmasıyla, Ebu Gureyb’de, Guantanamo ve Afganistan’da yapılan zulümlerle aynıdır da onun için. 

Bütün bu olaylar birleştirilince ABD’yi yönetenlerin, ABD’de güç ve yetki sahibi olanların gerçek zihniyeti bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Nedir o zihniyet ??  Kaba kuvveti hak sebebi sayan, “güçlüysem haklıyım, güçlüysem istediğimi yaparım” zihniyetidir.  Kendisi gibi olmayana zulmetmeyi, kendi menfaati için güçsüzü ezmeyi normal sayan bir zihniyettir. Zihinsel kodlarında şefkat, merhamet ve müsamaha diye birşey olmayan bir zihniyettir.

Amerika’da yaşanan tüm bu olaylar ABD Yönetimi’nin temel söylemlerini oluşturan ve küresel olarak uygulanması için çalıştıklarını ifade ettikleri   “demokrasi, eşitlik, özgürlük, insan hakları” gibi kavramlarla bizatihi kendilerinin hiçbir alakaları olmadığını da bir kez daha göstermiştir.

MİLLİ GÖRÜŞ TAM 50 SENEDİR NEDEN “Amerika bizim gerçek manada dostumuz olamaz” DİYOR, NEDEN “Amerika’dan bize bir hayır gelmez” DİYOR, NEDEN Amerika bizim ortağımız olamaz diyor ?? 

İŞTE BUNUN İÇİN …  ZİHNİYETLERİ BOZUK DA ONUN İÇİN…

Yaşanan bu söz konusu olayın diğer önemli boyutu da şudur;

ABD Polisi hangi gerekçeyle o Afrika kökenli vatandaşın üzerine çullanıp öldürüdü ?? O vatandaş bir mal veya hizmet karşılığında, bir emek karşılığında sahip olunmamış bir banknotu kullanmaya kalktı diye ...

Peki ya bir avuçluk imtiyazlı zümrenin elinde bulunan FED (Federal Reserve) tarafından, yıllardır basılan yeşil kağıt, milyarlarca Amerikan Doları karşılıksız değil mi ??  Elbette ki karşılıksız ...Niçin ?? Çünkü karşılığında bir mal, hizmet, emtia olmadan karşılıksız olarak basılıyor da onun için.

FED’in sahipleri sadece kağıt, mürekkep ve matbaa makinesinin elektrik sarfiyatı karşığında milyarlarca dolar basıyor ve bu karşılıksız, sadece yeşil bir kağıttan başka bir şey olmayan Amerikan Doları’yla bütün dünyanın ürettiği mal ve hizmete yattıkları yerden sahip oluyorlar.

Ve böylelikle bu yeşil kağıtla, yani en önemli sömürü aracıyla bütün dünyayı sömürüyorlar.

ASIL HIRSIZLIK BUDUR, ASIL HAKSIZLIK BUDUR, BU EN BÜYÜK ZULÜM VE EMEK SÖMÜRÜSÜDÜR ...!!

İŞTE BU DA MİLLİ GÖRÜŞ’ÜN 50 SENEDEN BERİ SÖYLEDİĞİ BİR DİĞER GERÇEKTİR.

İşte bu sebeple Afrika kökenli Amerikalı George Floyd’un “nefes alamıyorum” diye haykırışı aslında, tüm dünya genelinde imtiyazlı zümrenin zulmünden ve sömürüsünden bunalan 7 milyar insanın haykırışıdır …!!

Bizler de Yeniden Refah Partisi olarak bütün bu gerçekler ışığında;  kuvveti, imtiyazı, menfaati hak sebebi sayan, bozuk zihniyetli ve bozuk sicilli ABD’nin,  AB’nin, G-20’nin peşinden giderek DEĞİL,  Yeniden Büyük Türkiye’yi kurarak ve Türkiye’nin öncülüğünde de İslam Birliği’ni ve tüm ezilenlerin birliği olan D-160’ı kurarak kurtuluşa ereceğimizi haykırıyoruz.

--------------------------

 

‘ASKIDA VEKİL’ UYGULAMASINA KARŞIYIZ

Siyasi tarihimiz, bir partiden seçilip, başka siyasi partilerde siyaset yapan milletvekili örnekleriyle doludur. Bunun en önemlilerinden birisi, siyasi tarihimizin ayıbı olarak hafızalara kazınan “Güneş Motel” operasyonudur. 1977 seçimlerinde, Adalet Partisi’nden seçilen 11 milletvekili, partilerinden istifa ederek, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuracağı hükümeti desteklemişler ve bu vekillerin çoğunluğu, kurulan hükümette bakan olarak görev almışlardır. CHP, hükümet kurmak için yeterli olmayan milletvekili sayısını, muhalefet milletvekillerini bakanlık koltuğu karşılığında transfer etmek suretiyle tamamlamış ve hükümet olmuştur. Siyasi ahlakı ve seçmen iradesini yok sayan bu ayıp, “ Güneş Motel Vakası “olarak siyasi tarihimizde yerini almıştır.

Bugün de Anamuhalefet Partisi, yeni kurulan partilere çağrıda bulunarak, seçimlere katılma hakkını kazanabilmeleri için, geçen seçimde uyguladıkları yöntemi hatırlatarak; “Ödünç Vekil” vermeye hazır olduklarını beyan etmiştir. Yapılması ihtimal dahilinde olan bir erken seçimde aynı yöntemi kullanacakları anlaşılmaktadır.

Burada milletimiz şu soruyu sormaktadır; Kendi partilerinden istifa eden milletvekilleri gerçekten ideolojik olarak partilerinden ayrılmış mı olmaktadırlar ? Yeni geçtikleri partiye gerçekten gönül vermiş bir üye ve vekil mi oluyorlar ? Bu sorulara ‘evet’ cevabını vermek elbette ki mümkün değildir. Bir senaryo yazılıyor ve tüm milletin gözü önünde bir oyun sergileniyor. Her şey bittikten sonra “Evli evine, Köylü köyüne” gidiyor.

Eğer bu tür uygulamalar, devam ederse, Ülkemiz ve Siyasi Partilerimiz, sürekli olarak iç ve Dış destekli operasyonlara ve komplolarla karşı karşıya kalacaktır. Millet irademiz sürekli zedelenecektir.

Aziz milletimizin, güzel bir hasleti var, imkanı olanlar, ihtiyaç sahiplerine ulaşması için, parasını kendileri ödedikleri ekmekleri, fırında veya bakkalda bulunan, bu iş için ayrılmış sepete bırakırlar. İhtiyaç sahipleri de para vermeden, ihtiyaçları kadar ekmeği buradan alırlar. Anadolu topraklarında bu güzel adet yıllardan beri vardır. Atalarımız “Teşbihte hata olmaz” derler. Biz de Yeniden Refah Partisi olarak, “Askıda Vekil Uygulamasına” karşı olduğumuzu bildirmek isteriz.

Kim “er meydanı”na çıkmak istiyorsa, bu meydana çıkmanın şartlarını taşıması gerekmektedir. Aynen Yeniden Refah Partimiz gibi, Türkiye genelinde teşkilatlanmasını tamamlayarak, alnının teriyle, bileğinin gücüyle, yarışa katılma hakkını kazanması gerekmektedir. Aksi halde milletimizin egemenlik hakkı ve millet iradesi çiğnenmiş olur.

…………………………………………………………………………

 

ETKB’ININ LİNYİT REZERVLERİ HAKKINDAKİ RAPORU, TERMİK SANTRALLERİN ARTIRILMASI İÇİN BİR SPEKÜLASYONDUR

Geçtiğimiz 2019 yılında en çok konuşulan, bu yıl da en çok konuşulacak konulardan biri de elektrik enerjisi elde etmek için linyit ve/ veya kömür kullandığımız termik santraller olmuştur.

Enerji Tabii Kaynaklar Bakanlığımızın resmi beyanlarına göre 2005 yılına kadar bulunan bütün Linyit rezerv miktarımız 8,3 Milyar tondur. ETKB resmi sitesine göre, bu rakam mevcut Hükümet döneminde 19,3 Milyar tona çıkarılarak büyük bir mühendislik mucizesi( !) gösterilmiştir. Bir başka deyişle bütün Cumhuriyet döneminde bulunandan çok daha fazla son ondört yılda bulunmuştur.

Esasında Hükümet tarafından yapılmak istenen şey, Linyit ile çalışan Termik santrallerinin önünü açmak için yeni rezervler bulduk haberini yaymaktan başka bir şey değildir. Termik santral izinlerin verilebilmesini haklı gösterebilmek için yeni rezervlerin bulunduğu ilan edilmeli, toplum hazırlanmalıdır. Halen Linyit/ kömür kullanan 42 termik santral bulunmaktadır. Ayrıca Hükümetimizin 2019 yılı itibariyle üretim lisansı verdiği, 3995 MW gücünde 6 santral; Ön lisans alan 2240 MW gücünde yedi santral ve plan safhasında olan 2950 MW gücünde yedi termik santral daha bulunmaktadır. Bunlar yetmezmiş gibi ithal kömüre dayalı 8794 MW santral gücünü, 18086 MW gücüne çıkarmak için lisanslar vermiştir. Sadece geçen yıl ithal kömüre ödediğimiz rakam 4 milyar dolardır. Gelecek pek parlak gözükmemektedir.

Termik santrallere Filtre takma mecburiyeti koyması ise sadece sade vatandaşı oyalamaktan ibarettir. Termik santrallere Filtre takmak da tam çözüm olmayacaktır, zira atıkların hepsi tutulamamaktadır! Desülfürizasyon ünitesi (Flue Gas Desulfurization - FSD) SO2 gazının % 95’ini tutabilmektedir. Bu eski filtreler kömürle çalışan termik santralların NOX, CO, O3 gibi diğer atıklarını filtre etmez. Toz ve kül tutmaya yarayan elektrostatik filtreler % 95 - 99 oranında işe yarasa da, bir termik santralin en sık arızalanan üniteleri elektrostatik filtreler olduğundan ve her arıza süresince Santral sahiplerince üretimin durdurulup durdurulmayacağı belirsiz olduğundan, bu ünitelerin ne kadar işe yarayacağı da kuşkuludur.

Takılacak yeni filtrelerin bütün gazları tutacak kabiliyette yeni teknolojilere sahip olması gerekir. Elektrostatik kül-toz tutucu filtreler de, her dolduğunda, temizlenmediği sürece üretimi durduran elektronik uyarıcıya sahip olmalıdır.

Santral çevresindeki tarım topraklarına atılan ve biriken küllerin yaydığı Radon222 gazı önce Polonyum210’a, daha sonra da kurşun 206’ya dönüşerek, hem toprağı hem de havayı kirletmektedir.

Bu arada Son üç yılda rekor düzeyde (97 GW) kömürlü termik santral kapatılmıştır. Şubat 2018 itibarıyla, on Avrupa Birliği (AB) ülkesi (Avusturya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, İtalya, Portekiz) elektrik üretiminde kömür kullanımını sonlandırdı veya 2030’a kadar sonlandıracağını açıkladı. Bu bilgiler de, AB’ye girmek için çabaladığını ifade eden Hükümet tarafından ciddiye alınmalıdır.

KONUYLA İLGİLİ TV PROGRAMIMIN LİNKİ: https://www.youtube.com/watch?v=42rqZgSo_pM&t=555s

ETBK resmi sitesi KÖMÜR REZERV Linki: https://www.enerji.gov.tr/tr-TR/Sayfalar/Komur

Prof.Dr.Doğan AYDAL

Yeniden Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı

AR-GE Başkanı

 

…………………………………………………………………………..

 

HAK VE ADALET MERKEZLİ MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİNTARİHİ VE FİKRİ TEMELLERİ

Prof.Dr. Arif ERSOY*

D- Hayat Anlayışı

Dünya hayatı insan için geçicidir. Dünya imtihan yeridir. Bu nedenle kâinatta her şeyi çift olarak yaratan Allah, insanlara farklı iki alternatif arasında tercih özgürlüğü vermiştir. Gezegenimizin en gelişmiş varlığı olan insan hem yeryüzü imar ve ıslah edebilir. Hem de ifsat edebilir. Bakterilerin bir kısmı tahrip eder; bir kısmı ise, tamir eder. Yeryüzünü imar ve ıslah edenler hep insanlığı ileriye taşırlar. Dünyada barış ve dayanışmayı sağlarlar. Yeryüzünde ifsat (bozgunculuk) çıkartanlar ise sürekli çatışma ve savaşlara yol açarlar. Islah edilmesi mümkün olmayan köhne yapıları yıkarlar. Hak ile batıl mücadelesi, bir bakıma imar ve ıslah edenler ile ifsat ve tahrip edenler arasında sürüp giden mücadele tarihidir. Hazreti Âdem’den bugüne kadar devam eden bu mücadelede her zaman tercihini Hak ve adaletten yana yapanlar kazançlı çıkmışlardır. Geçici yenilgiler, tercihini Hak ve adaletten yana kullananların daha iyi hazırlanmaları ve eksikliklerini gidermeleri için toparlanmayı sağlama amacına yöneliktir. Daima Hakkı üstün tutanlar galip gelmişler ve geleceklerdir.

 

İnsan bu dünya hayatında başıboş değildir. Herkes yaptıklarından sorumludur. Yaptıklarının neticesini bu dünyada ve gelecek dünyada görecektir. Nihai hesabını ahirette Allah’a verecektir. İnsanların en güvenilir önderleri olan peygamberlerin verdikleri habere göre yeryüzünü imar ve ıslah etmek için çalışanlar cennete; ifsat ve tahrip edenler de cehenneme gidecektir. Bu dünya elde edilen geçici ve şahsi başarılar, başarılı olanların haklı olup olmamasına bağlı değildir. Nihai hesabın verileceği Allah (c.c.) adili mutlaktır.

 

Toplumlar, üyelerinin imar ve ıslah kabiliyetini geliştirmişler ise, bu dünyada mükâfatını göreceklerdir. Örnek toplumlar olacaklar ve ülkelerini barış diyarı (Silm Yurdu) haline getireceklerdir. Sosyal yapılarını egemenleri haklı kılacak şekilde oluşan toplumlarda fitne fesat devam edecek ve yapılan zulmün karşılığını dünyada göreceklerdir. Hiçbir toplum ve devlet zulümle âbad olmamıştır. Ülkesini barış yurdu haline getirememiştir. Toplumlar yaptıkları kötülüklerin cezasını bu dünyada görürüler.

 

Eğer insan, ilmi gerçekleri esas alır ve tercihini hak ve adaletten yana kullanır, sosyal hayatta barış ve dayanışmayı sağlar ise, yani “ıslah” ve “imar” görevini yerine getirir ise, dünyadaki imtihanı kazanır. Şayet tercihini, baskı ve dayatmacı yönetimleri desteklemek ve yeryüzünde haksızlıklara ve çatışmalara yol açanlardan yana kullanırsa, imtihanı kaybeder. Yaradılış gayesine aykırı hareket etmiş; fesat ve bozgunculuğa ortam hazırlamış olur.

 

Beşeriyeti tevhide ve adalete inanmaya davet eden peygamberler, sosyal hayatta hukukun üstünlüğünü sağlama ve adaleti tesis etmede örnek ve önder olmuşlardır. Peygamberler ve onların yolunu takip eden düşünürler, insanları ıslaha ve barışa (silme) davet ettiler. Söylem ve önlemleriyle insanlığa yol gösterdiler.

 

E- Toplum Anlayışı

İnsan, hem ferden kişilik sahibidir. Hem de içinde yaşadığı toplumun üyesidir. İnsan toplum içinde eğitilir.Toplum bir bakıma insanı yetiştiren bir öğretim ve eğim ortamıdır. İnsanı toplumdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Toplum kişilerin hayatını sürdürmek için vardır. Fertler toplum içi değildir. İslam fertle toplum arasında denge sağlayacak ilkeleri içerir. Kişilerin yapması ve toplumun yapması gereken işler net ve açıktır. Ferdin yapamadığı işleri toplum yapar. Hem Sosyalizm, hem de Kapitalizm fert ile toplum arasında denge sağlayamamışlardır. Sosyalizmi toplumu ferdin önüne geçirmiş ve ferdin mutlu ve huzurlu olmasını sağlayacak bir ortam oluşturmadığı gibi Kapitalizm ferdi öne çıkarırken hem toplumu, hem de ferdi egemenlerin hizmetkârı haline getirmiştir. İslam’da fertle toplum arasında menfaat çatışması yoktur. Menfaat paralelliği vardır. Ferdi gelişme toplumu da geliştirir. Fertleri ihmal edilen toplum gelişemez. Fertle toplum menfaati arasında dengenin bozulması hem ferdi, hem de toplumu olumsuz yönde etkiler.

 

Bedenimizin bir parçasının bedenden koparılmasıyla o parçanın canlılığının son bulması gibi, insanın toplumdan ayrılması varlığının son bulmasına yol açar.  Toplumun üyesi olan insan,Kişiliğe sahiptir. Kişi olarak sorumludur. Özgür olarak yaşamak insanın temel arzularından birdir. Özgürlük ancak hukukun üstün olduğu bir ortamda sağlanır. Haklının güçlü olduğu ve keyfi kuralların uygulandığı bir ortamda insanın özgürlüğü sınırlıdır ve egemenlerin belirlediği daire içinde söz konusudur. İnsan iradesini başkaların hak ve hukukunu zedelemeden serbestçe kullanabilmelidir. Söylem ve eylemleriyle başkalarının özgürlüğünü ihlal edenlerin özgürlüğü bir bakıma tahakkümdür. Başkasının üzerinde hukuk dışı tahakküm kurmak isteyenler kendi hak ve özgürlüklerinin ihlal edilmesine ortam hazırlarlar. Fert ile toplum ilişkiler, hukukun üstünlüğü ilkesine göre denge içinde sürdürülmelidir. Haklı olanı güçlü kılmayan toplum, despotların baskısından kurtulma şansını kaybeder.

 

İnsanın yeteneklerinden kaynaklanan bütün ihtiyaçlarının birey tarafından tek başına karşılanması mümkün değildir. Bundan dolayı insan, toplum içinde yaşama zorunda olan bir canlıdır. İhtiyaçların ortaklaşa karşılanması için toplum içinde iş bölümü, yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayacak kurum ve kuruluşların tesis edilmesi gerekir.

 

İnsanın, düşünme yeteneğinden kaynaklanan ihtiyaçlarına “ilmi” ihtiyaçlar, hissetme yeteneğinden kaynaklanan ihtiyaçlarına “ahlâkî “ ve “kültürel”, irade yeteneğinin yol açtığı ihtiyaçlarına “iktisadi” ve ünsiyet melekesinden kaynaklanan ihtiyaçlarına ise “siyasi” ihtiyaçlar diyoruz. Beşerin temel ihtiyaçları ilmi, ahlaki ve kültürel, iktisadi ve siyasi ihtiyaçlar olarak sınıflandırabiliriz. Diğer bütün ihtiyaçlar bu dört temel ihtiyacın türevidir.

 

İnanın dört temel ihtiyacın karşılanmasında kullanılan ölçüler şunlardır:

-       İlmi ihtiyaçların karşılanmasında  “doğru” veya  “yanlış”;

-       Ahlâkî ihtiyaçlarda  “güzel” veya “ çirkin”, “iyi” veya “kötü”;

-       İktisadi ihtiyaçların karşılanmasında “fayda” veya “zarar” ve

-       Siyaseti ihtiyaçların karşılanmasında ise “adalet ve “zulüm” ölçütleri kullanılmaktadır (A. Ersoy, 1995, s.49-51).

 

İnsanlar, yaradılışları gereği, dört temel yeteneğinden kaynaklanan bu dört temel ihtiyacını diğer insanlarla birlikte karşılar. Bunun için toplum halinde bir araya gelerek bu ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla çeşitli sosyal müesseseler kurmuşlardır. Sosyal müessesler, dayandıkları dünya görüşü ve sosyal ihtiyaçlara göre tarih boyunca farklı şekiller almıştır. Medeniyetler, bireysel yeteneklerden kaynaklanan dini- ahlâki, ilmi, iktisadi ve siyasi ihtiyaçların karşılanması amacıyla dini-ahlâki, ilmi, iktisadi ve siyasi farklı müessesler kurmuşlardır. Sosyal yapıyı oluşturan bu kurumların oluşumu ve işleyişi toplumların teşkilatlanma tarzına göre farklı olmuştur.

 

Kâinatta yardımlaşma ve dayanışma hâkim olduğuna gibi insanlar arasında da dayanışma ve yardımlaşma doğaldır ve esastır. Bundan dolayı insanlar bir araya gelerek yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan kurum ve kuruluşlar oluşturmak suretiyle ihtiyaçlarını daha iyi karşılamakta ve ortak sorunlarını daha kolay çözmektedirler. Biri diğerine muhtaç olan insanlar, arasında menfaat çatışması yerine menfaat paralelliği esas olmalıdır. Sosyal kurum ve kuruluşlar menfaat paralelliğine göre kurulup işletilmelidir*.

 

Hak Merkezli Dünya Görüşü’ne göre insanlar yaradılışları itibariyle farklı fizik güç ve kabiliyetlere sahiptirler. Her insan gücü ve kabiliyetine göreceli alanlarda başarılı işler yapabilirler. Bu bakımdan biri diğerinin yardım ve desteğine muhtaçtır (M. Y. Essid, 1986, s.85-6). Aralarında yardımlaşma ve dayanışma ne kadar arttırılırsa, ihtiyaçlarını o oranda kolay karşılarlar. Toplumu oluşturan bireyler arasında ilişkiler “menfaat paralelliği” ilkesine göre düzenlenmeli. Taraflar arasında menfaat paralelliğine dayanan ticaret, tarih oyunca serbest olduğu yerlerde iş bölümü ve dayanışma yaygınlaştırılmıştır. Bundan dolayı ticari faaliyetlerin serbest cereyan ettiği her yer ve toplumlarda iktisadi gelişme süreci hızlı olmuştur.

 

Toplum içinde yaşayan insanlar arasında doğal olarak gruplaşma meydana gelir. İnsanlar arasındaki ilişkilerinde çekicilik olduğu gibi iticilik de söz konusudur. Bazı durumlarda insanlar bir hususta birleşirler, ortak hareket ederler. Bazı durumlarda insanlar arasında ayrışma öne çıkar. Sosyal hayatta esas olan insanları olumlu konularda ortaklaşa hareket etmelerine ortam hazırlamaktır. Olumsuz

 

*Tarih boyunca var olan medeniyetler, iki zihniyet göre kurumsal yapılarını oluşturmuşlardır. Menfaat paralelliği anlayışına göre kurumsal yapılarını biçimlendiren medeniyetlerde esas alan çatışma değil, barıştır. Çünkü sosyal hayatta bireyler biri birine muhtaç olduğu gibi sosyal gruplar da biri birlerine muhtaçtır. Bundan dolayı taraflar kendi aralarında nimeti de, külfeti de adil paylaşmalıdırlar. Kuvveti hak nedeni kabul eden zihniyete göre kâinatta çatışma olduğu gibi sosyal hayatta da çatışma vardır. Çatışmada neticede güçlü olan taraf kazanacaktır. Güçlü tarafın oyunun kurallarını belirlemesi doğaldır. Bu zihniyete göre paylaşımın kurlarını tarih boyunca çatışmada kazananlar belirlemiştir.   

 

Konular da insanlar arasındaki ayrışmayı artırma yerine, insanları ilimi konularda doğruda, ahlaki konularda iyi ve güzelde, iktisadi hususlarda fayda ve yararlı olan mal ve hizmetleri üretmede ve siyasette ise adaleti tesis etmede birlikte hareket etmelerine ortam hazırlanırsa sosyal hayatta barış ve dayanışma tesis edilir.

Peygamberler insanların müspet yönlerini öne çıkartarak sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı artırmada örnek ve önder olmuşlardır. Şeytan ve taraftarları ise, ilimde yalan ve yanlışları yaymakla, ahlâki konularda kötü ve çirkinlikleri öne çıkartmakla, iktisadi alanlarda kaynakları israf ederek ve siyasette ise baskı ve haksızlıkları öne çıkartarak sosyal hayatta çatışma ve huzursuzlukları yayarak yeryüzünü ifsat ve tahrip etmişlerdir (20 Kuran: sure:5, ayet:91).


Toplumu oluşturan ferler arasında esas olan ortak paydaları artırmak ve çatışmaya yol açacak ihtilafları azaltmaktır. Hak merkezli dünya görüşüne göre sosyal hayatta ortak paydaların artırılması insanların tevhid (tek İlah’a inanma) ve adalet bilincinin geliştirmekle mümkündür. Peygamberler insanların Tevhid ve adalet bilincini geliştirerek insanlar arasında şefkat (merhameti) ve sevgi (meveddet) bilincini geliştirmede örnek ve rehber olmuşlardır. Peygamberlerini rehber edinen âlim ve mürşitler, insanlar arasında şefkat ve sevgiyi yayarak sosyal barışı sağlamaya gayret etmişlerdir.

 

Şirk ve zulüm, insanlar arasında kin ve nefret yol açar. Şeytan ve hizbi ise, insanlar arasında düşmanlığı körükler, kin ve nefreti yaygınlaştırmaya gayret ederler. Şirk ve zulüm sevgi ve dayanışma bilincini erozyona uğratır. Çatışma ve kavgaları kaçınılmaz kılar. Kuvveti haklı olmanın nedeni sayan zihniyet, insanlık tarihi boyunca sürekli kin ve nefreti artırmıştır.

 

Batılı sömürgeci güçler, son dört yüzyıl boyunca gittikleri her yerde kin ve nefret tohumları ekmişlerdir. Toplumun katmanları arasında kin ve nefreti yaygınlaştırarak sömürülerini sürdürebilir kılmışlardır.

 

Tevhid ve adalet inancı, insanlar arasında yardımlaşma ve dayanışma bilincini geliştirir. İş bölümü içinde ortak sorunlarını çözme ve kaynakların verimli kullanılmasına yönelik gayretlerini artırır. Her ferdin şahsi işlerini, başkasının müdahalesine maruz kalmadan kendisinin yapması ve toplumsal işlerde diğer insanlarla iş bölümü ve yardımlaşmanın sağlanması sosyal barış ve dayanışmayı artırır. Milli Görüş’ün dayandığı temel ilkelere göre sosyal hayatta esas olan hayırda yarışmaktır. Fiziki çevreyi imar etmektir. Sosyal çevreyi ıslah emektir.

 

İnsanlar arasında menfaat paralelliğinin sağlanması, ancak sosyal hayatta hukukun üstünlüğü sağlanarak doğal hakların ihlal edilmemesi ve nimet-külfetin adil paylaşılmasıyla mümkündür. Toplum kişinin hak- hukukunu ve şahsiyetini korur. Kişi de gerektiğinde canını feda ederek (şehit olarak) toplumun varlığını korur. Milli Görüş anlayışı, Kapitalizmde olduğu gibi ferdin menfaatini öne çıkartarak toplumu ihmal etmez. Sosyalizmde olduğu gibi ferdi topluma feda etmez. Fertle toplum ilişkilerini dengede tutmayı amaçlardır.

ENGELLİ MAAŞLARI EN DÜŞÜK EMEKLİ MAAŞI SEVİYESİNE GETİRİLMELİDİR

ENGELLİ MAAŞLARI EN DÜŞÜK EMEKLİ MAAŞI SEVİYESİNE GETİRİLMELİDİR

 

 

 

Engelliler Birim Başkanımız Davuz Konakçı, “Şu an ödenmekte olan engelli maaşları, içinde bulunduğumuz ekonomik şartların zorlaşması üzerine en düşük emekli maaşı seviyesine getirilmelidir.” dedi.

 

 

Engelliler Koordinasyon Birim Başkanımız Davut Konakçı "Engelliler Haftası" dolayısıyla yazılı açıklamada bulundu.

 

 

İktidar engelli politikalarında sınıfta kaldı

İktidarın engelli politikalarında da sınıfta kaldığını söyleyen Konakçı şöyle konuştu:

 

“Her seferinde üzerinde hassasiyetle durduğumuz engelli istihdamını bir kez daha hatırlatmak istiyoruz. 2020 yılında atama yapmayıp, 2021 yılında 1.961 memur atamasının yapılması, 2022 de ise 2.927 atama yapılması mevcut iktidarın engelli politikaları üzerine sınıfta kaldığının açık bir göstergesidir. Oysaki rakamlar hiç de gözüktüğü gibi değildir. Kamuda yarım kalan engelli kadroları acilen 8 bin engelli personeli atamasının yapılması gerekmektedir. Ayrıca kamu da ortopedik engelli, görme engelli ve işitme engelli olan vatandaşlarımızın yardımcı hizmetler sınıfında istihdam edilmelerinden doğan problemler Yardımcı Hizmetler de değil Genel İdari Hizmetler sınıfında istihdam edilerek çözülmelidir.

 

·      Aynı zamanda yasalar ile sabitlenip sürekli zorunluluk süresi her sene uzatılan, engelli vatandaşlarımızın kamusal yaşamın her alanında tam ve bağımsız kişiler olarak hayatını devam ettirebilmesi için iş yerleri, okullar, alışveriş merkezleri, kamu kurumları, ibadethaneler ve konutlar engellilere uygun hale getirilmelidir.

·      Engellileri topluma kazandırmak amacıyla çalışan, ama yer ve mekan sıkıntısı çeken derneklere mekan tahsis edilerek, dernekler aracılığı ile, engellilere yapılacak hizmetlerle, engellilerin de toplum hayatına katılımları ve belediye hizmetlerinden yararlanmalarının önü açılmalıdır. Belediyelerde engelli meclis üyesinin olması alınan kararların engellilere uygun olup olmadığı tespit edebilmesi açısından önem arz etmektedir.

·      Acilen rehabilitasyon merkezlerinin durumu gözden geçirilmeli ve son günlerde yaşanan aksaklıklar giderilmelidir.

·      Yeniden Refah Partisi Engelli Koordinasyon birimimizin hazırlamış olduğu projelerin hayata geçirilmeye çalışılmasından dolayı memnuniyet duyuyoruz. Bu da bizim doğru yolda olduğumuzu ve gerçekten sorunları bizim çözeceğimizin açık ispatıdır. Bazı siyasiler gibi engellilere yaklaşım açımız oy alma değil, engellilerin derdi bizim de derdimizdir düsturu üzerinedir.

·      Yeniden Refah Partimizin iktidarında engelli vatandaşlarımızın yüzü gülecek. 10-16 Mayıs Engelliler Haftası münasebetiyle tüm engelli vatandaşlarımızın Engelliler Haftalarını kutluyor, saygı, sevgi ve muhabbetle selamlıyoruz.”

 

 

KÜRECİK RADAR SİSTEMİ DERHAL KAPATILMALIDIR

Türkiye’nin dâhil olduğu NATO Füze Kalkanı Projesi kapsamında, Malatya Kürecik’e yerleştirilen 5.000 km menzilli AN/TPY-2 X-bandradar sistemi, İran’ın 15 Nisan’da İsrail’e karşı gerçekleştirdiği operasyonda İran’dan fırlatılan balistik füzelerin ve insansız hava araçlarının büyük ölçüde ABD ve İsrail tarafından önceden tespit edilerek gerekli önlemlerin alınması ve %90’a yakınının imha edilmesinde etkin rol oynadığı bir kez daha ortaya çıkmıştır.

 

Bu geliştirilmiş füze savunma radar sisteminin İsrail, Türkiye ve Katar da konuşlandırılmış olması herhalde bir tesadüf eseri olmasa gerek.

 

Şöyle ki, AN/TPY-2 X-band radar sistemi, tüm balistik füzelerive tehdit unsuru oluşturan en uzun mesafedeki küçük nesneleri dahialgılayabilen çoklu kapasiteye sahiptir. Bu Balistik Füze Koruma Sistemi (Ballistic Misilse DefenseSystem), ileri çıkan sensörleri vasıtasıyla, füzelerin ilk ateşleme kademesinde algılamayı sağlamaktadır. Yine buna entegre olarak çalışmakta olan İsrail’deki sisteme anında önemli tespit bilgilerini aktarmaktadır. Çok uzun mesafeden tespit edilen füzeler, THAAD olarak adlandırılan (Terminal High AltitudeAreaDefense) yer savunma sistemi tarafından algılanarak anında etkisiz hale getirilebilmektedir.

 

İsrail’in hava sahasını büyük ölçüde rahatlatan ve Malatya Kürecik’e yerleştirilen TPY-2 Sistemi’nin kuruluşundan sonra Financial Times Haber Editörü Daniel Dombey, Financial Times de yayınlanan yazısında; “Türkiye-ABD arasındaki uyum artık gerçek limitlerine ulaşmıştır.”“Türkiye’nin ABD ile birlikte bölgede göstereceği gayretler de desteklenecektir.” şeklindeki ifadesi konunun hassasiyetini ortaya koymaktadır.

 

Malatya Kürecik’te kurulan radar sistemi, çoklu füze savunma (multiplemissiledefense) amaçlı olup, İsrail’deki sistemle birlikte entegre olarak çalışmaktadır. Burada amaç İran, Irak, Suriye, Yemen, Gazze ve Lübnan’ın güneyinden İsrail’e yönelik olası tehditleri bertaraf etmeye çalışmaktadır.

 

Şunu da ifade etmek gerekir ki; “Kürecik Radar Sistemi”, Türkiye’ye yönelik füze tehdidini önleyebilecek durumda değildir.  Çünkü Türkiye’de bu radarlarla uyumlu bir hava savunma sistemi bir başka ifadeyle füze bataryası bulunmamaktadır. Dolayısıyla, Kürecik Radar Sistemi’nin asıl amacı, Siyonist İsrail’e yönelik tehditleri önceden algılayıp füze ve hava araçları tehditlerine karşı entegre olduğu sistemlere gerekli uyarıyı yapmaktır.

 

Malatya Kürecik Radar Sistemi’nin kapatılmasıyla ilgili sosyal medyada yaptığımız paylaşımlar üzerine Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın “DOĞRU BİLGİ” başlığıyla verdiği cevap metninde; “Kürecikteki radar sisteminden elde edilen bilgiler, NATO prosedürleri çerçevesinde sadece müttefiklerle paylaşılmaktadır. Bu veri paylaşımının amacı, NATO müttefikleri ülkelerin haklarının, topraklarının ve kuvvetlerinin korunmasıdır. Bilgilerin İsrail gibi NATO müttefiki olmayan ülkelerle paylaşımı söz konusu değildir” açıklaması dolaylı olarak yaptığımız açıklamayı doğrular niteliktedir.

 

Şöyle ki, İletişim Başkanlığı, Kürecik Radar Sistemi’nin elde ettiği bilgiler ABD’nin de içinde bulunduğu NATO üyeleriyle paylaşılıyor, İsrail’e bir bilgi gitmiyor mealinde bir cevap vermiştir. Yani biz bu bilgileri İsrail’in baş müttefiki ve hamisi olan ABD’ye iletiyoruz   demektedirler. İletişim Başkanlığının söz konusu açıklaması tam da bizim açıklamamızı teyit etmektedir. Bu arada sözde İslamcı terörle mücadele kapsamında NATO’nun ortağı olarak hareket etmekte olan İsrail’i, NATO’dan ayrı düşünmek asla mümkün değildir.

 

AK Parti hükümeti, OECD(Ekonomik Kalkınma ve İş birliği Teşkilatı) Konseyi’nin İsrail’in teşkilata katılımı için 2010’da yaptığı ve 31 üye ülkenin tamamının onayını gerektiren çağrısını VETO etmeyerek İsrail’in OECD üyesi olmasına engel olmamıştır. Ayrıca İsrail’in  NATO tatbikatlarına katılması konusunda vetosunu kaldırmış ve daha da önemlisi NATO’ya bağlı olarak 1994’te kurulan “Akdeniz Diyalog Forumu”nun aktif üyesi olan İsrail’in, NATO’nun Brüksel’deki karargahında temsil edilebilmesi için VETO hakkını uygulamayan AK Parti hükümetinin bu yaklaşımı karşısında o dönem de Siyonist İsrail’in  Başbakanı olarak görev yapan Netanyahu, AK Parti iktidarının veto hakkını kullanmamasını “İsrail’in güvenliği için çok önemli adım” olarak nitelemiştir.

 

Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi planı kapsamında İsrail’e yönelik tehdit unsuru oluşturabilecek başta İran olmak üzere, diğer bölge ülkelerinin zayıflatılması ve bu ülkelerde güçsüz yönetimler oluşturularak İsrail’in bölgede daha rahat nefes alması amacıyla, ABD, her yolu mubah gören bir anlayışla, Gazze katliamını da destekleme yoluna giderek İsrail’in yanında kayıtsız ve şartsız duruş sergilemeye devam etmektedir.

 

Son olarak ABD’nin, Filistin’in BM tarafından tanınma kararını BMGK’de veto etmesi ve “Temsilciler Meclisi”nin İsrail’e 26 milyar dolarlık yardım kararının onaylaması kabul edilebilirbir durum değildir.