SİYASİ İŞLER BAŞKANLIĞI HAFTALIK RAPORU - 02.07.2020

Bilindiği üzere İsrail Başbakanı Netanyahu, ve ABD Başkanı Trump 28 Ocak’ta Beyaz Saray’da düzenledikleri basın toplantısında açıkladıkları “Yüzyılın Planı” doğrultusunda Batı Şeria’daki yasadışı Yahudi yerleşim yerlerinin “İsrail toprağı” olarak kabul edileceğini ilan etmişlerdi. 

İçinde bulunduğumuz günlerde İsrail Yönetimi bu plan doğrultusunda, Batı Şeria’nın %30’luk bölümünün İsrail tarafından ilhakı için harekete geçti.

Netanyahu, Batı Şeria ve Ürdün Vadisi’nin ilhakı konusunda Trump Yönetimi’nin yeşil ışık yaktığını ve ABD Yönetimi’nin bu konudaki politikasında hiçbir değişiklik olmadığını açıkça ifade etmektedir.

İsrail tarafından gasp edilmek istenen Ürdün vadisi 65.000 Filistinliye ev sahipliği yapmakta olup,  işgal altında yaşamakta olan Filistinliler için gıda temininin güvenliğini sağlamaktadır. Bu bölgenin ilhakı Filistinliler için tek kelimeyle felaket niteliğinde bir gelişme olacaktır.

Burada dikkatleri şu gerçeğe de çekmek istiyoruz; sadece Ürdün Vadisi’nde 65.000 Filistinli yaşarken, İsrail 1967 Savaşı sonrası işgal planı gereği bu bölgede hukuksuz olarak kurduğu 18 yerleşim birimine 11.778 Yahudi’yi yerleştirmiştir.

Yani şu anda İsrail tarafından her türlü hakkı ve hukuku hiçe sayarak ilhak edilmek istenen topraklardaki nüfusun büyük çoğunluğu Filistinliler’den oluşmaktadır.

Şu anda Netanyahu’nun Trump Yönetimi’nin de desteğiyle gerçekleştirmeye kalkıştığı bu ilhak etme operasyonu aslında 1967 savaşından sonra dönemin İsrailli Bakanı Yigal Alon tarafından çizilen planda yer almaktadır. Daha o yıllarda ortaya konan bu plan;  Ürdün Vadisi’nin büyük kısmı ve Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından ele geçirilmesi planıydı.

Bu planın amacı, Ürdün Vadisi, Batı Şeria ve daha sonraki aşamada Doğu Kudüs’ün de İsrail’e katılmasıdır.

Bundan 50 sene önce ortaya konan ‘Alon Planı’ bugün İsrail Yönetimi tarafından adım adım uygulamaya konulmaya çalışılmaktadır.

1 Temmuz’dan itibaren söz konusu ilhak planının uygulanması düşünülürken, çok sayıda İsrailli emekli General 3 Nisan 2020’de İsrail gazetelerine ilanlar vererek Netanyahu’nun İlhak Planı’nın İsrail’e zarar vereceğini ve bu planın durdurulması gerektiğini açıkça ifade etmişlerdir.

Ayrıca Amerika’da önde gelen 149 Amerikalı Yahudi lideri ve 11 ABD Kongre üyesi söz konusu İlhak Planı’nın negatif sonuçları olacağını belirterek, Netanyahu’nun bu adımdan vazgeçmesi çağrısında bulundular.

Dünyanın çeşitli yerlerindeki Yahudi cemaatleri dahi bu plana tepki gösterirken, başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerin yöneticilerinden de en güçlü şekilde tepkilerini ortaya koymalarını, bununla birlikte bu büyük haksızlık karşısında önleyici fiili adımları atmalarını bekliyoruz.

Biz Yeniden Refah Partisi olarak her zaman olduğu gibi bugün de Filistinli kardeşlerimizin yanında olduğumuzu ve İsrail tarafından yapılmaya kalkışılacak her türlü toprak gaspının da sonuna kadar karşısında olduğumuzu ifade ediyoruz.

İsrail’in değil ilhak planı, hali hazırda işgali altında tuttuğu Filistin topraklarından bir an önce çekilip gitmesi gerektiğini en güçlü şekilde haykırıyoruz ...!!

 

 

AKKUYU NÜKLEER SANTRAL İNŞAATI, FARKLI GERÇEKLER VE CEVAPSIZ SORULAR

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez Akkuyu Nükleer Santral inşaatını havadan incelediğini belirterek dört gün önce “Akkuyu Yükseliyor, Türkiye Yükseliyor, Enerjimiz Yükseliyor” şeklinde bir Tweet paylaşmıştır. Peki, Akkuyu ile ilgili gerçekler nedir?

Türkiye’de anlaşılmaz işler olmaktadır. Mersin Akkuyu Bölgesinin uygun olmadığını gösteren raporlardan biri de, 2006 yılında TAEK tarafından hazırlanan bir rapordur. Bu rapora göre 43 kriter kullanılarak yapılan araştırmada Nükleer Santral için en uygun yerin Sinop olduğuna karar verildi. Buna rağmen Devletin bir başka kuruluşu olan TETAŞ Mersin Akkuyu için “Yer Tahsisi” yaptı.

Akkuyu Nükleer santralleri ile ilgili hazırlıklar 2007’de başlamış, 2010 ve 2013’te iki kez ihaleye çıkmıştır. Önceki Nükleer Santral ihale şartlarında, Ülkemizde kurulacak Nükleer Santralin mutlaka Batı standartlarında olacağı ve kurulacak santralin, mutlaka santrali kuracak ülkede de kurulmuş ve çalışan bir örneğinin olması şart koşulmuştur. Ancak Akkuyu’da inşaatı devam eden santral Rus yapımıdır ve WWER 1200 tipidir. İhale şartlarında, ihaleyi kazanan kazanan ülke, teklif ettiği nükleer santral tipinin aynısını kendi ülkesinde yapmış ve lisanslamış olmalı” şartı vardı. Kurulacak reaktörün Batı standartlarında olma mecburiyeti vardı. Bu şartlardan vaz mı geçildi? Akkuyu’da kurulması planlanan WWER1200 tipi basınçlı su reaktörünün Rusya’da çalışır halde tek bir santrali yok. Ruslar 1000 MW’lık basınçlı su reaktörünü kullanıyorlar. WWER 1200’lük tip ise tamamen yeni bir tasarım olup, olumlu, olumsuz bütün sonuçları kurulduktan sonra belli olacak. Benzetme uygunsa yeni saç tipinin berberliğini başımızda öğrenecekler.

Nükleer Santralin yer seçimi, kurulması ve işletilmesi safhalarında Uluslararası Lisanslama sertifikasına sahip 700 adam/yıl’a ihtiyaç vardır. TAEK’in bu özelliklere sahip personel sayısı bir elin parmak sayısını geçmemektedir. Lisanslama işlerini kim yapacaktır?

Bakanlık, ilk iki ünitenin yüzde yetmiş üretimini, üçüncü ve dördüncü ünitelerin yüzde otuz üretiminin alım garantisi verdiklerini söylüyor. Kalan kısmı, Rusya serbest piyasada satacak. İşte bunu da anlamadım; Neden? Bu üretime ihtiyacımız olmayacak mı? Bu kadar riski aldıktan sonra yüzde 100 üretimleri neden almıyoruz? Yoksa Ruslar hepsini bilerek vermek istemediler de, biz işi kitabına uydurarak “yarısına alım garantisi verdik gibi” anlamsız bir gerekçe mi uyduruyoruz. Özetle 4 bin 800 MW kurulu gücün sadece 2 bin 400 MW’ı bize çalışacak. Enerji eski Bakanlarından sayın Taner Yıldız’ın ifadesine göre Santralin Türkiye’ye maliyeti 22-25 milyar dolara mal olacak. Önceki ihalelerde Kanada Firması toplam 4000 MW gücünde 4 reaktör için 7,5 Milyar dolar talep etmişti. Biz şimdi 2400 MW gücünde iki reaktör üretimi için en az 22 milyar dolar vereceğiz; neden? Nükleer atıkların Türkiye’de mi, Rusya’da mı muhafaza edileceği henüz açıklanmamıştır. Neden?

 

Santral görevini tamamladıktan sonra söküm masraflarını hangi ülkenin karşılayacağı belli değildir. Neden?

Rusya, Uranyumun nükleer teknolojide kullanılan U²³⁵ izotopunu zenginleştirmeyi bilim adamlarımıza gösterecek mi? Hayır! Türkiye’de mevcut 12 bin 614 ton uranyumumuz değerlendirilecek mi? Hayır! MTA tarafından zenginleştirilen ve 1996 yılında TAEK’e teslim edilen 1200 kilo %85 uranyum cevheri içeren Sarı Pasta nerede muhafaza edilmektedir? Kullanılacak uranyum, Rus TVEL şirketinden alınacak. Kullanılacak zenginleştirilmiş uranyumun nerede muhafaza edileceğini biliyor muyuz? Hayır! Yıllarca Akdeniz’e inmek için can atan Ruslar Akdeniz kıyısında oldukça büyük bir arazi bulmuşken, bu bölgeyi bir tür casusluk üssü olarak kullanıp kullanmayacaklarını biliyor muyuz? Hayır!

Türkiye’nin gelecekte de uranyuma ihtiyacı olacağı belliyken en zengin uranyum yataklarımızın olduğu Yozgat Sorgun’da bulunan ruhsatlar 18.000 hektar olarak yabancı bir şirkete neden verilmiştir?

Sorular çok, ancak bunların cevaplarını maalesef bilemiyoruz. İnşallah bir gün gerçekten şeffaf bir Hükümetimiz olur!

Prof.Dr. Doğan AYDAL,

Genel Başkan Yardımcısı, AR-GE Başkanı

 

 

 

LİBYA’DA SİSİ,  MAKRON VE HAFTER İTTİFAKI

İsrail’in politikalarına büyük ölçüde taşeronluk görevini üstlenen Abdulfettah es Sisi, bir yandan sözde Kahire Deklarasyonu ile Libya konusunda çözüm ortaya koymaya çalışırken, diğer yandan Sirte konusundaki yaklaşımı son derece dikkat çekicidir.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ise; Libya üzerinden korku duvarı oluşturmaya çalışarak tehditkar ve kutuplaştırıcı yaklaşımlarla meydan okuma politikalarını tercih etmesi çözüm yolundaki beklentileri akamete uğratmaya yönelik olacağı gibi, hiçbir sonuca da götürmesi mümkün değildir.
Libya’nın bütünlüğüne yönelik güçlü iradi adımlar atmak yerine, salt Halife Hafter’in kişiliğine büyük yatırım yapmanın yeğlenmesi barış yolunda yaşanmakta olan açmazı daha da mübeyyin bir hale sokacağı kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle çözüm bekleyen kaotik sorunların ortak akıl ile çözüme ulaştırılması kaçınılmazdır.

Oysa ki Libya bağlamında, Trablus merkezli meşru hükümetle uzlaşmacı ve yapıcı bir jargonla yeni bir politik anlayış formüle etmek ve tüm grup, kabile ve aşiretlere yönelik kucaklayıcı, birleştirici ve bir arada var olma yolunda güçlü bir politik irade ile daha geniş perspektifli politikalar ortaya koymak , nitelik anlamda yeni bir momentum (hareket gücü) özelliğinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayacaktır.

Bu amaç doğrultusunda, bizi daha sıkı bağlarla geçmişe bağlayan manevi iklimi bozmaya yönelik Siyonist oryantasyonlu hamlelere karşı daha daha duyarlı hareket etmemek durumunda Libya’nın Halife Hafter, Abdulfettah es Sisi ve Makron vasıtasıyla tamamen Amerika ve İsrail hakimiyeti altına girmesi söz konusu olabilir.

ABD, geçmişte insan hakları ve özgürlükler düzleminde öngördüğü Pax-Americana (Amerikan Barışı) yerine, artık Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını kendisine payanda olarak belirlediği apaçık ortadadır. Bunu sağlayabilmek için de, bölgedeki maddi çıkarlarını ön planda tutan ‘Merkantil otokrasiler’ kendi hükümranlıklarını devam ettirebilmek adına Ortadoğu’daki Amerikan varlığına göz yumarak mevcut içsel sorunları karmaşıklaştırarak içinden çıkılmaz bir hale sokmaktadırlar.

Ezcümle, darbeci Sisi ve darbe özentisi içerisindeki Halife Hafter’in işbirliği içerisinde hareket etmeleri Libyanın geleceğe yönelik çıkarlarından çok, ABD ve İsrail’in çıkarlarını tahkim ve devam ettirmeye yöneliktir.

Doğan Bekin,

Genel Başkan Yardımcısı, Dış İlişkiler Başkanı

 

 

 

HAK VE ADALET MERKEZLİ MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİ’NİNTARİHİ VE FİKRİ TEMELLERİ

Prof.Dr. Arif ERSOY*

 

G- Tarih Anlayışı

İnsanlar, hem tarih boyunca siyasi ve iktisadi güçlerini birleştirerek “Hakkı Üstün Tutan” anlayışa dayalı medeniyetler tesis ettiler. Bu medeniyetlerle yeryüzünü imar ve ıslah ettiler ve barış ve huzuru sağladıklar. Hem de “Kuvveti Üstün Tutan” dünya görüşüne sahip olan müfsitleri (bozguncular) destekleyerek fesat çıkartan (savaş ve çatışmalara yol açan)   medeniyetler de kurmuşlardır. İnsanlık tarihi boyunca “tevhit” ve “adaletten” yana olanlarla, “şirk, tahakküm ve haksızlıktan” yana olanlar arasında sürekli mücadele olmuştur. Allah’a inanlar, yeryüzünde adaletin tesis edilmesi, her çeşit baskı ve zulmün kaldırılması için gayret sarf etmişlerdir. Bunun için insanları hep “Hak”  ve “Adalete” davet etmişlerdir. Yeryüzünü imar ve ıslah etmeye çalışmışlardır.

 

Öte yandan topluma ait ortak siyasi gücü (egemenliği) zorla veya hile ile ele geçiren ve kuvveti hak nedeni kabul edenler, kendi menfaatlerini ve hükümranlıklarını kitlelere zorla ve hile ile benimsetmeye çalışmak suretiyle hep yeryüzünde bozgunculuk (fesat) çıkartmışlardır. Haksızlıklarını ve imtiyazlı konumlarını devam ettirmek için sürekli çatışmalar ve savaşlara ortam hazırlamışlardır. İnsanlar arasında işbirliği ve dayanışma sayesinde üretilip tüketilmeyen fazla değerlere ( artık değere- emeğin bereketine) el koyarak yeryüzünde bozgunculuklarına süreklilik kazandırmaya çalışmışlardır. İnsanlık tarihi, bir bakıma haklı olanları sosyal hayatta güçlü hale getirme anlayışı ile kuvvetli olanların sosyal hayatta haklı olduklarını benimseyen zihniyet arasındaki mücadele tarihidir.

İnsanlık tarihini, bir bakıma Hak ve kuvvet merkezli medeniyetler arasında süre gelen,“Hak ve Batıl” mücadelesi veya “ıslah” ediciler ile “ifsat” ediciler arasında cereyan eden mücadele tarihi olarak değerlendirebiliriz. Hak merkezli medeniyetler insanı bütün sosyal faaliyetlerin merkezine yerleştirmişlerdir. Sosyal yapının hukukun üstünlüğüne dayandırılması esas olarak kabul edilmiş; insanın görev ve sorumlulukları net olarak belirlenmiştir. Haklının güçlü hale getirilmesine çalışılmıştır.

 

Kuvvet merkezli medeniyetlerde toplumun siyasi ve iktisadi gücünü zorla ve hile ile ele geçiren egemen çevreler, sosyal hayattın yönünü ve gidişatını tayın etmeye çalışmışlardır. Sosyal yapı, egemenlerin belirlediği kural ve normlara göre oluşturulmuştur. Yönetimdeki bu çevreler, birey ve sosyal grupların görev ve sorumluluklarını belirleyen ilkeler koymuşlar ve sosyal yapıya kendi menfaatlerine göre şekil vermeye çalışmışlardır. Onlar, her alanda çifte standartlı ölçüler kullanırlar. Hukukun üstünlüğü kavramı ile kendi egemenliklerine süreklilik kazandırmayı kast ederler. Onların demokrasisi, hak ve adalet merkezli değildir. Kuvvet ve hile merkezlidir.

 

Allah peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği mesajlarıyla (Kitaplarıyla) “hak” ile “batılı” açıkça belirtmiş ve ikisinin birbirine karıştırılmaması hususunda insanları uyarmıştır(Kuran: süre: 17, ayet:81). Hak merkezli medeniyetlerin önderleri ve rehberleri peygamberlerdir. Kuvvet merkezli medeniyetlerinin önderleri ve rehberleri despotlar ve zorbalardır.

 

Hak merkezli medeniyetlere, adaleti tesis ederek yeryüzünü ıslah ettikleri, barış ve dayanışmayı sağladıkları için  “gündüz medeniyetleri”; kuvvet merkezli medeniyetlere ise, haksızlıkları sürekli kılarak yeryüzünde fesat çıkartarak çatışma ve savaşlara yol açtıklarından dolayı “gece medeniyetleri” diyoruz. Dünya hayatında hem gündüz, hem de gece var. İnsan hayatı için hem gündüzün, hem de gecenin belirleyici etkileri bulunmaktadır. Medeniyetler, Hak ve Kuvvet merkezli dünya görüşlerinin etkisi altında oluşmuşlardır. Biri diğerini birçok alanda etkilemiştir (A. Ersoy, 1995,s. 12).  

 

Kuvvet Merkezli medeniyetler, Hak Merkezli medeniyetlerin geliştirdiği ilke ve kurumları kuvvetin ve haksızlığın emrine vererek yeryüzümde bozgunculuğu(fesadı) yaygınlaştırmışlardır. Hak Merkezli medeniyetlerde Kuvvet Merkezli medeniyetlerin geliştirdiği bilgi ve tekniği hak ve adaletin hizmetinde istihdam ederek yeryüzünü ıslah etmeye, barış (silm) ve dayanışmayı sağlamaya ortam hazırlamışlardır. Geceyi gündüz takip ettiği gibi, Kuvvet Merkezli medeniyetleri Hak Merkezli medeniyetler takip etmiştir (S. Karagülle, 2008, s.127-8).

 

Yayın Tarihi: 2 Temmuz 2020 | Yayın Saati: 19:18:46